Yusuf Kemal Tengirşenk Büyük Kurtarıcıyı Anlatıyor

Atatürk demek, doğruluk demek, dürüstlük demek, ideal demek, istiklâl demek, Avrupalı zihniyette insan olmak demek, Türk olmak demek…

Sevr muahedesiyle, muhtelif memleketler arasında taksim edilmek istenen Türkiyemizi kurtarmak için, Mustafa Kemal’in rehberliği ile kurulmuş Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci Hariciye Vekili, Yusuf Kemal Tengirşenk, yoktan bir milletin var edilişinde payı olmaktan duyduğu iftihar ve haz içerisin­de, beraber çalıştığı Atatürk’ü, bu kelimelerle tarif ediyordu…

Yusuf Kemal Tengirşenk

Bu yazı 10 Kasım 1963 yılında Yeni Sabah Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Kendisinden, Atatürk hakkında birkaç hâtırasını rica ettiğimde, gülümsedi; konuşmaya başladı.

– Onunla o kadar çok beraber bulundum, o kadar çok onun yakınında yaşamak saadetini hissettim ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün hangi hikâyesini daha evvel anlatabileceğimi, ben de bilemiyorum. Atatürk’ün her hikâyesi, onun bir özelliğini anlatır. Ben de, büyük insanın, memleket ve millet dâvaları ile, yakın dostluklarını nasıl ayırt etmesini bildiğini izah eden bir hikâyesini nakledeceğim.

Ankara’da, istasyondaki küçük binada, Fransız hükü­metinin temsilcisi Franklin Bouillon ile, güney hudutları­mızı tespit ve muhtelif konuları içine alan bir anlaşmanın müzakerelerini yapmakta idik. Atatürk’ün en yakın arkadaş­larından biri de, hiç şüphesiz, Fethi Bey (Okyar) idi ve, kendisi de, bu müzakerelerde hazır bulunuyordu. Anlaşamadı­ğımız konulardan biri, ekalliyetler (azınlıklar) konusu idi. Bir ara, hastalandım ve üç gün evimden dışarıya çıkmadım. Bir gün, Mustafa Kemal beni çağırttı ve. ‘Bak’, dedi, ‘Fethi Bey, Azınlıkların konusunda, Boullion’a güzel bir formül kabul ettirmiş’

Fethi Bey’in kabul ettirdiği bu formül, süratle mü­zakere edilmiş. İcrâ Vekilleri Heyeti tarafından da, ekseriyetle tasvip edilmişti. Mustafa Kemal, bana, ‘Peki, sen ne dersin bu yeni formüle’, diye sordu, kendisine cevap olarak.

– Bu formülü tatbik ettirecek bir Hariciye Vekili bulmanız lâzım, dedim.

Mustafa Kemal, konuşmama hayret etmişti:

Peki, neden formülü be­ğenmedin…

Ben de, o vakit, şu soruyu sordum:

Azınlıkların jandarmaları; temsilcileri, ayrı mahkemeleri de olacak mı?

Atatürk, kesin olarak cevap verdi:

Yooo… Ne münasebet…

E, o vakit kendisine kabul ettirildiği zannedilen formüle göre, ‘Azınlıkların, ekseriyetin sahip olacağı haklara sahip olacağı’ şeklinde bir hal tarzının bulundu­ğunun zannedildiğini, hakikatte ise, Bouillon’un anlayışı ile, azınlıklara, kendi çerçeveleri içerisinde bir takım hürriyetlerin tanınmakta olduğunu açıkladım.

Mustafa Kemal meseleyi derhal kavradı. Ortada, bir yanlış anlama vardı. Hemen talimatını verdi:

– Derhal Fethi Bey’i müzakerelerden çek, yalnız sen konuş…

Yalnız ben konuştum ve anlaşmayı da imzaladım. Bu hikâyemden kasıt; Mustafa Kemal Atatürk’ün, en yakın ve sevgili arkadaşını, bir anda, memleket meselesinde gördüğü bir hâtâ yü­zünden hiç tereddüt etmeden, uzaklaştırmış olduğunu açıklamaktır.

IRZ VE NAMUS MESELESİ

Tengirşenk, istiklâl mücadelesi günlerini düşünürken, o günlerin ruhunu hülâsa eden bir hikâyeyi de anlattı:

Bir gün, Bent deresinde idim. Asker için bulgur pişiriliyordu. Bir ara, genç bir köylü çocuğu, arabasına yüklediği iki çuval bulgurluk buğday ile geldi ve asker için verdi. Kendisine, hareketinin mânasını sordum. Hü­zünle, fakat, kararlı bir ifade ile şu cevabı verdi:

– Düşman, girdiği yerde ırz ve namus bırakmıyor… Bizi kurtaracak Türk askerine, biraz bulgurluk getirdim. Bizim de payımız olsun bu işte.