Yedi Yılda Dokuz Zafer

Atatürk, kumandanı «yaratan» diye tarif etmişti, işte ilk büyük cengi:

1915 nisanın üçüncü haftası biterken kırk, elli zırhlı ile yüzlerce uçak Çanakkale yarım­adasını denizden ve gökten bütün gün cehenneme çevirmiştir. Bundan daha korkunç taraf düşmanın asıl ağırlığı ile ertesi sabah nere­den vuracağını bilemeyişimizdi. Anadolu yakası, Seddülbahir, Bulayır; bizim ordu kumandanı Müşir Liman von Sanders düşünüyor: Düşman bu üçten hangisini vura­cak? Düşman kumandanı Hamilton umulan üç yeri bırakıp en umulmayan Arıburnu’ndan vurdu. Çok gafil avlanmıştık. Meğer gafil olmayan biri varmış: Gerilerdeki Bigali koyünde fırkası ile ihtiyatta bulunan mavi gözlü bir kaymakam. Tehlike­nin nereden geleceğini keşfederek kimseden emir almadığı halde Conkbayırı’naa koşuyor.

Bu genç kaymakamın daha bu ilk cenkte ne gibi kumandanlık hassaları olduğu kendiliğinden meydana çıkmıştı. Bir; vaziyeti derhal ve en doğru olarak kavramak, iki, mes’uliyetten korkmayarak, emir almadan harekete cesaret. Üç, va­ziyeti kavrayınca hemen emir ve­riş. Kumandan iyi düşünen de­ğil, düşündüğünü kararlaştırandır. Dört, verdiği kararı hem ehliyetle, hem enerji ile tatbik edebilmek yir­mi üç günlük tatbikatın hiçbirin­de hiç bir hata yapılmadı. Fakat bunların hepsinden üstün hassa: «yaratıcılık»

Evet yaratıcılık. Daha düşmanla temastan önce Conkbayırı’nda çok hızlı yürüttüğü için yorulan ilk alaya on dakikalık istirahat verdire­rek kendisi bir kaç maiyetile keşif için bayırdan aşağı ilerlediği za­man karşı bayırdan bir bölük Mehmetçiğe rastladı. Bunlar Arıburnu kıyısındaki gözcülerdi. Bütün cephanelerini sarfettikten sonra ilk hamlede on iki binle çıkan düşman önünden çekildiler. Mustafa Kemal onlarla konuşurken birdenbire düş­man askerleri karşı sırttan inmeye başlamasın mı? Eyvah. Düşmanla olan mesafe gerideki kendi alayın­dan en az iki misli yakın. Yanında bir atımlık kurşunu olmayan bir bölük. Geriye kaçsalar hepsi düş­man ateşi ile serilecekler, dursalar hepsi esirdir. Ne yapmalı? İşte ku­mandanın yaratma hassası. Cephanesiz bölüğe birden «yere yat ateş!» emrini verdi. Bunu gören düşman da derhal ve tabiatı ile yere yatmıştı. Gerideki alaya vaziyeti bildirmek için emir zabiti dörtnala koşarken kazanılan bir kaç dakikalık zaman. Bu zaman katrası zekâ­nın yaratışı. Yirmi üç günlük çen­gin başı bu yaratıştadır.

Arıburnu’ndan sonra üç buçuk aylık siper cenkleri. Düşmanın «Kiçner ordusu» adile yüz binlik yeni bir kuvvet getirişi. Bu sefer eskisinden daha büyük bir sürpriz karşısındayız. Biz esas kuvvetleri­mizi Anadolu kıyısındaki Kumkale ile Saros körfezindeki berzaha yığmışız. Arıburnu kahramanı, Mü­şir Liman Paşa’ya telefon eder: «Düşman ne en alttan ne en üst­ten değil ortadaki Anafartalar’dan çıkacak.» Ve onun dediği çıktı. Şaşkına dönen Liman Paşa kendindeki başkumandanlık salâhiyetini Mustafa Kemal’e bırakır. Arıburnu’ndaki mavi gözlü kaymakam üç ay­dan beri miralaydır. Bu miralay şimdi müşir rütbesi ile iş görüyor.

Düşman tıknaz kuvvetlerle Conkbayırı’na doğru ilerlerken mavi gözlü miralay dürbünle baktı. Düşmanın iki hatası var. Biri, kollar önündeki avcı hatlarının hafif olu­şu; öteki, kolların fazla yaygın bir semizlikle ilerleyişi. Öyle ise yapı­lacak şey ikidir: Biri, her kolun başına yayılım ateşi açmak, diğeri, her kolun gövdesi üstüne şarapnel yağdırmak. Avcılar yaylımla çil gi­bi dağılırken toplu kıt’alar üstün­de boşa gidecek yer bulamayan şa­rapneller de bir yerine yüz tırpan­lıyor. «Conkbayırı meydan cengi»inde düşman tam manası ile inmelenmişti.

Anafartalardaki ikinci meydan cengi: Ertesi gün düşmanın asıl bü­yük kuvveti Koca Çimentepesi’ni ele geçirmek için ilerlemektedir. Conkbayırı’nda işini bitiren mavi gözlü miralay bütün kuvvetlerini cebrî yürüyüşle bütün gece koştu­rarak tam zamanında, yani tan­ yeri ağarırken Kocaçimen’in doğu yamacındaki son kerteye yığdı. Ötede düşman kuvvetleri de bizzat başkumandanları Hamilton’un ida­resinde öte yamacın son kertesine yerleşmiştir. İki taraf kuvvetlerinin arasını doruğun dar çizgisi ayırı­yor. Bizim tarafta çıt yok. Miralay karar verdi. Bu vaziyette en uygun olarak süngü hücumu yapılır. Hamilton raporunda yazar: «Türkler, Allah Allah diyerek, yeleleri kabarmış aslanlar gibi öyle saldırıyorlar­dı ki…» Hamilton Kocaçimen ya­macına on iki bin ceset bırakarak çekildi.

İlk çevirme, Conkbayırı’na; sök­medi; ikincisi Kocaçimen’e olmadı; beş altı gün sonra Kireçburnu’nda üçüncü çevirme. Miralay bunu da önlemek için Kireçburnu berzahı­nı geçmek üzere kuvvetler sevketmişti. Kendi de oraya varınca kuv­vetlerimizin Boğaz’ı geçemedikleri­ni görünce kızdı, iki düşman gemisi o dar yeri cehenneme çevirmişti. Kendisi «böyle geçilir» dedi ve sıçrama adımlarla geçiverdi. Üçün­cü meydan cengi de kazanılmıştı. Bu üç çevirme cenginden sonra Suvla’dan yapılan yarma hamlesi, en son kayacak Ağılhan’daki bom­bardımanlar tufanı. Hepsi nafile. 8 ağustosta başlayan beş tane Anafartalar cengi 18 gün sürerek 26 ağustosta bitti. Ondan sonra düş­man bir daha siperlerinden ancak Çanakkale’yi terk etmek için çıka­cak.

On beş yıl önce «Tuna’dan Batı­’ya» da «Arıburnu» ve «Anfartalar»ı ayrı ayrı makalelerle anlattıktan sonra «Çanakkale’nin bilan­çosu» başlıklı yazıda da şu satır­ları yazmışım: O zaman İngiliz Bahriye Nazırı olan Churchill «Ci­han Vak’aları» kitabında o mavi gözlü miralayın, bir kehanet gibi istikbalini keşfederek, «Bu eşsiz kahraman Türklerin mukadderatı­nı eline alacak bir dehadır» demiş­ti. İngiliz Harbiye Nezareti’nin res­mî kitabında da şöyle denir: «Bir miralayın önümüze çıkışı bütün mukadderatı değiştirdi.» İngiliz Armstrong: Çeliğinin halisliğini bü­tün dünya bilir. Kaymakam ve mi­ralay Mustafa Kemal o çeliğin ce­hennemler saçan örsi ile çekici ara­sında pişe pişe kendini kendi ya­ratan gerçek bir kahraman oldu.

Çanakkale’den bir yıl sonra Mus­tafa Kemal Paşa 14’üncü Kolordu Kumandanı sıfatı ile Ruslara karşı Şark cephesindedir. «Büyük Nutuk»ta Vali Galib Bey’in takibi vesilesi ile Miralay İlyas Bey diye kendinden ehemmiyetle bahsedilen rahmetli İlyas Paşa’dan Adana’daki kulüpde dinlemiştim: Mustafa Ke­mal bütün cephe boyunda günler­ce hareketler yapıp cenkler ver­dikten sonra karargâhta akşam sofrasına oturacağı zaman levazım zabiti, ertesi gün öğle yemeği için emirlerini almak isteyince, Paşa: «Yarın öğle yemeğini Bitlis’te yi­yeceğiz» der. Yanında bulunanların hepsi şaşırakalmış. Çünkü görünür­de hiç bir şey yok. Fakat Mustafa Kemal ertesi gün, yani 1916 ağustosunun 6’sında Bitlis’e girdi. Daha ertesi gün de Muş alınmıştı.

Ruslarla iki buçuk asırdır cenk­leştik. 18’inci asır başında Purut cengi ile ilk zaferi Baltacı Mehmet Paşa kazanmıştı. Ruslarla son za­feri Bitlis ve Muş fatihi kazandı. Ertesi yıl Bolşeviklik çıkarak Çar orduları çekilip gittiği için Ruslar­la o zamandan beri harp yapmadık. Atatürk’ün en yeni bir vasfı: O bi­zim en milli düşmanımızın son ga­libidir. 

1921 temmuzunun 10’undan 25’ine kadar on beş gün süren buh­ranlı ve feci zaman. Büyük bir asker olan Kral Konstantin «Üçüncü İnönü» cengini verecekmiş gibi gö­rünerek mühim bir kuvvetle sağ cenahımıza iner gibi görünürken asıl ağırlık kuvveti ile en zayıf ta­rafımız olan sol kanadımızdan vu­runca.. En güvendiğimiz iki fırka cenk bile edemeyecek vaziyete düş­müştü. Adı resmen söylenmemekle beraber fi’len Devlet Başkanı olan Mustafa Kemal cephede değildir. Yalnız o bâdireli günler içinde Çankaya’dan Ordu Kumandanlığına bir telgraf çekti; «Altıntaş taraf­larında, filân yerde düşmanın en az iki alaylık bir kuvveti olması lâzım. Çok tehlikeli bir yer orası, keşif yapınız.» Keşif yaptılar. Bir şey görülmemişti. Çankaya’dan ge­ne telgraf. Cevap gene menfî. Üçüncüde şahsen kendine öl dese ölecek kadar bağlı bir yüzbaşıya telgraf çeker. O zaman belli oldu ki onun dediği yerde iki alaylık bir düşman kuvveti varmış. Evet sahici kumandan: En yakındakilerin göremediğini o tâ Çankaya’dan görüyordu.

Geceli gündüzlü yirmi iki gün süren Sakarya, Başkumandan’ın sil­sile halindeki keşiflerinden doğma bir destanlar destanıdır. Bir, Kü­tahya – Altıntaş badirelerinden sonraki ordu bakiyesini, düşmanla teması kesmek için, Eskişehir’den Sa­karya berisine çekmesi. Bu çekiş bir aylık bir zaman kazanıştı. İki, bu kazanış bizim Anadolu kağnı­larını otomobil yaptı. Evet, Anadolu’nun bütün esas yollarından ha­reket eden kağnılar en geç bir ay­da cepheye varıp mühimmatını bo­şaltıyor. Fakat kağnı dizileri daimî bir devir halinde aralıksız işlediği için her gün ve her saat cepheye mühimmat yetiştirilmektedir. Üç, düşman Başkumandanlığının niye­ti keşif: Düşman bizi Haymana’dan çevirip Bolu dağlarına atacak. On­dan sonra her şey bitti. Mustafa Kemal Beylik köprüde garbe ba­kan cephesini cenuba kaydırır.

O taraf açık kaldığı için düşman istese trampet çalarak Ankara’ya girecek. Fakat o şehir almak niye­tinde değil, üç dört misli üstünlü­ğüne güvenerek, bizi çevirmek emelinde. Dört; gayet oynak kavisli tabiye; biz kavsin içindeyiz, düş­man dışında. Bu, azınlığımızı düş­manla denkliğe çıkarış gibi bir şey. Biz sağa sola düşmandan bir kaç kat daha kısa zamanda yetişiyoruz. Beş; «hattı müdafaa yok, sathı mü­dafaa var» Bu, bizim cepheye, kı­rılmaktan kurtaran, bir elastikiyet verişti.

Altı, fakat saymaya lüzum yok. En son, cengin 21’inci günü; rah­metli Fevzi Çakmak bizim sol cenahın en uç siperi içinde En’am okuyor. İşimiz artık Allah’a kalmıştı. Çünkü sol cenahımızın sonunda ancak bir sandık cephanemiz var. Tam o sırada cephe kumandanının Baş­ kumandana feci bir haber verişi: son rapor karşımıza iki yeni düş­man fırkasının geldiğini bildiriyor. Her şey bitti öyle mi? İşte bütün kaderi tayin eden an. Başkuman­dan derhal kararını verdi: Sol ce­nahımızda cephane bittiyse sağımız­ da var, solumuza iki yeni fırka gel­diyse bu gökten inmedi, sağımızdan alınıp getirildi. Öyleyse… Düşman sol cenahına «Duatepe» taarruzu. Sakarya böyle kazanılmıştır.

Dumlupınar’ı anlatmaya ne im­kân kaldı, ne de ihtiyaç var. Ada­na Maarif Emini iken Belediye Re­isi Turhan Cemal’den dinledimdi: Hikmet Şevki Paşa, malûm, Harbiye’de muallimlik yapmış en bü­yük tabiye mütehassısımız. Turhan Cemal telefon zabiti. Paşa’ya ha­ber veriyor: «Afyonkarahisar düştü.» Paşa inanmaz. Yalan der. Bir daha haber. Blöf der. Neden böyle? Çünkü bizim Afyon gibi düşman cephesinin en sağlam yerini vurmamız ve öyle bir yerin bir günde düşmesi askerlikçe imkân­sızmış. Zaten büyük kumandanlık imkânsızlığı mümkün kılmak de­ğil de nedir?

Ne kumandan ordusuz bir şey yapabilir, ne o ordu kumandansız kırk bin Mehmetçik Osman Paşa’nın kumandasında Plevne gibi bir mucize yaratır, gene kırk bin Meh­metçik eğer kumandanı Tahsin Paşa ise bir kurşun atmadan Selânik’i teslim zorunda kalır. Kurtulu­şumuzun ve kuruluşumuzun bütün temeli Atatürk’ün kumandanlık de­hasıdır. Büyük Fransız müellif Michlet heybetli kitabının sonla­rında: «Rabbim milletime bir zafer ver» diye dua eder. Atatürk bizi Arıburnu’ndan Dumlupınar’a kadar yedi yılda dokuz zafer verdi. Dumlupınar Arıburnu’ndan başlar. Arıburnu ile Anafartalar’ı yapma­saydı Millî Mücadele’de kim onun arkasından giderdi? Atatürk, mil­lete hizmetlerin ne kadar sonsuzsa bizim minnetlerimiz de o kadar sonsuzdur.


İsmail Habib Sevük, 10 Kasım 1950, Cumhuriyet Gazetesi