Ülkü’nün Öyküsü
Cemal Granda anlatıyor:
Evlilik dönemi kısa süren ve çocuğu olmayan Atatürk’ün yaşamında Ülkü, önemli yeri olan talihli bir çocuktur. Ülkü, Atatürk’le birlikte yıllarca Alfabe kitaplarına kapak olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en popüler çocuğu haline gelmiştir. Atatürk için çıkarılan fotoğraf albümlerinin birçok sayfasını, Ülkü’yle beraber çektirdiği fotoğraflar süslemektedir. Ülkü, yıllarca halk arasında hep ‘Atatürk’ün kızı’ olarak anılmıştır. Ülkü, kimi zaman bana ‘Cemal Efendi’, kimi zaman ‘Cemal Ağabey’ diyerek istediği şeyleri yaptırmıştır, bir dediğini iki ettirmemiştir.
Ülkü’nün annesi Selânikli Vasfiye Hanım, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım tarafından daha kimsesiz küçük bir kızcağızken yanına alınıp büyütülmüş. Selânik’te Zübeyde Hanım’ın yanına geldiği zaman henüz beş altı yaşlarındaymış. Köşkte sık sık anlatırlardı: Evin kızı gibi işler gören Vasfiye, Zübeyde Hanım’ın büyük sevgisini kazanmış. Yetişkin bir kız haline gelen Vasfiye, Zübeyde Hanım’la beraber Selânik’ten İstanbul’a, oradan da Ankara’ya gelmiş. Atatürk’ün annesi ölünce Vasfiye de kız kardeşi Makbule Atadan’ın (Boysan) yanında kalmış. Vasfiye gelinlik çağa gelince Makbule Hanım’ın iznini almadan evlenmiş. Vasfiye’den Atatürk ailesi yıllarca haber alamamış. Oysa Vasfiye, bu evlilikte aradığını bulamamış, mutsuz olmuştu.
1930 yılında Vasfiye bir gün yanında komşusu olan bir hanımla Dolmabahçe Sarayı’na gelip, başyaver Cevat Abbas’ı (Gürer) gördü. Utancından susuyordu. Komşu hanımın yardımıyla ona durumunu anlattı. Ortak üzerine evlenmişti. Kendisine iyi davranılmamıştı. Evlilik hayatı çok ağırdı, dayanılır gibi değildi.
Gözlerinden yaşlar süzülerek uzun yıllar çeşitli evlerde ağır işler görerek hayatını kazandığını, yuvası yıkılmasın, namusuna leke sürülmesin diye bu yaşama göğüs gerdiğini, o ağır işlere karşı kazandığı üç beş kuruşu da elinden aldıklarını anlattı. Atatürk’ün yanına sığınmak istedi. Genç kadının anlattıklarından büyük bir üzüntü duyan Cevat Abbas, bunları aynen Atatürk’e iletti. Vasfiye’nin acılı hayatından üzüntü duyan ve duygulanan Atatürk, çok sevdiği annesinin yadigarı olan bu kimsesiz zavallı kadını ertesi günü himayesine aldı. Vasfiye Hanım, Ülfet Hanım’la birlikte uzun süre Atatürk’ün özel hizmetinde çalıştırıldı. Famdöşambr olarak oda hizmeti gördü. Hatta Atatürk’e masaj yaptı. Vasfiye Hanım daha sonra Atatürk’ün izniyle Ankara’da, Devlet Demiryolları İdaresi’nden, Gazi Orman Çiftliği istasyon memuru Mehmet Tahsin Çukuroğlu ile evlendirildi. Bu evliliğin ilk yılında da Ülkü dünyaya geldi. Atatürk, daha yüzünü görmeden adını koymuş, doğumu haber alınca Vasfiye’nin çocuğunun adı Ülkü olsun demişti.
Ülkü, Gazi İstasyonunda kasvetli, küçücük bir evde doğmuştu. Annesi, Ülkü’yü iki aylıkken Çankaya Köşkü’ne götürdü. Atatürk, adını koyduğu bebeği annesinin kucağında görünce kalktı, kucağına aldı. Bir baba şefkatiyle sevip okşadı. Sonra ‘Çocuk ne güzel şey. Demek biz de böyleymişiz, büyümüşüz.’ dedi. O akşam Sabiha Gökçen’e Ülkü’yü soran Atatürk, eve döndüklerini öğrenince mama parası olarak çiftlikteki evine yüz lira yolladı.
Atatürk, İstanbul gezisinden dönerken Gazi İstasyonunda O’nu karşılayanlar arasında altı aylık Ülkü de vardı. O kalabalığın içinde çocuğu görünce dayanamayıp annesinin kucağından almış, Ankara istasyonuna gelinceye dek kompartımanda sevip okşamıştı. Ülkü de O’na çok ısınmıştı. Boynuna sarılıp öpüyor, mendil cebinden sarkan saati kulağına götürerek tik taklarını dinliyor, sonra kordonuyla oynuyordu.
Atatürk, o kadar alışmıştı ki, bir gün görmese ‘getirin bana Ülkü’yü‘ diye arayıp sorardı. Ülkü, bir buçuk yaşına gelmişti. Atatürk İstanbul’da bulunuyordu. Bir gün:
-‘Babasından izin alsın, Vasfiye Ülkü’yü getirsin,’ diye haber saldı.
Vasfiye Hanım da Ülkü’yü İstanbul’a götürdü. Atatürk, Ülkü’yü görünce kendi çocuğuymuş gibi ona sarıldı. O günden sonra da yanından ayırmaz oldu. Hatta Ege vapuruyla yapılan Antalya gezisine Ülkü’yü de beraberinde götürdü. Ülkü’nün yarım yamalak sözcüklerle konuşması Atatürk’ün çok hoşuna giderdi. Onun tüm hareketlerinden hoşlanırdı. Küçük çocuk sevmeyen Atatürk’ün ilk sevdiği çocuk Ülkü’dür diyebilirim.
Atatürk kucakta çocukları sevmez, anlamı olmayan şeylerin kendisini ilgilendirmeyeceğini söylerdi. Ülkü dört yaşına gelince anlam taşıyan sevimli bir yaratık olmuştu. Atatürk; ‘Bir kız çocuğu acaba benim terbiyem altında nasıl yetişebilir? Bu çocukla ilgilenirsem, Türk ulusuna yaraşır modern, faziletli bir Türk kadın tipini yaratabilir miyim?‘ diye düşünüyordu.
Atatürk’ün Ülkü’den başka çocuklarla da ilgilendiği olurdu. Afet İnan’ın kardeşi Ayla biraz daha büyükçe yaşıyla Atatürk’ün kızı işlemini görürdü. Ayla’nın durumuyla yakından ilgilenir, ödevlerini düzelttirirdi.
Bir gün İsmetpaşa Kız Enstitüsü’nde çocuk bahçesini gezerken: ‘Biz çocukları niçin severiz?’ diye bir soru sormuş, herkes bir şey söyledikten sonra da kendi düşüncesini şöyle açıklamıştı:
‘Çocukları severiz. Çünkü çocuk bizim devamımızdır. Her çocukta biz ebediyete doğru uzanıp gitme isteğimizi buluruz.’
İşte Atatürk’ün büyük bir zekâ bulduğunu söylediği Ülkü sevgisi, bu düşünceye bağlanabilir. Zaman zaman ‘bu çocuğu kendi elimle yetiştirmek isterim,’ demesi bunu doğrulamaktadır. Küçük Ülkü, Dolmabahçe’de bulunduğu zamanlar yanından hiç ayrılmaz, ‘Atatürk’üm, seni özledim, gel yanıma’ dediği zaman her işini bırakıp, Ülkü’nün yanına koşardı. Onun yanında adeta çocuklaşırdı. Öyle serbest bir eğitim sistemi uygulanıyordu ki, çocuğun her istediği yerine getiriliyordu. Bu yüzden Ülkü oldukça şımarmıştı. Bir gece Dolmabahçe’de yemek salonunun solundaki koridorun yanında duran Ülkü, bağırarak:
-‘Atatürk’üm, gel çabuk gel. Gelmezsen tepinirim, yerlere yatarım,’ demişti. Atatürk de sofradan kalkıp, Ülkü’nün elinden tutarak getirip yanına oturtmuştu.
Ülkü büyüdükçe ve konuşmaya başladıktan sonra Atatürk’ün daha çok ilgisini çekmiş; onunla oyalanmaya başlamıştı. Gazi Orman Çiftliği’ne her gelişinde Ülkü’yü yanına getirtir, onun çocuksu sözlerini hazla dinler, bir büyük adammış gibi ona önem verir, bazen otomobiline alıp yanına oturtur, arkadaşıymış gibi konuşurdu.
Beş buçuk yaşına dek çocukluğu Atatürk’ün dizleri dibinde geçen Ülkü güzel bir çocuk sayılmazdı. Elmacık kemikleri çıkık geniş bir yüzü, önü perçemli kısa düz siyah saçları vardı. Fakat Atatürk’ün kalbinde kimsenin alamayacağı bir yer elde etmişti. Bir gün bahçede Atatürk’ün çimenler üzerinde oturduğunu gören Ülkü koşa koşa gelmiş: ‘Kalk Atatürkçüğüm, çimenlere oturma, hasta olacaksın.‘ demişti. Bu içten söyleyiş Atatürk’ün çok hoşuna gitmiş ‘ne hassas çocuk, kim olduğumu bilmeden beni nasıl da düşünüyor’ demişti.
Atatürk’ün uyku saati geçtiği zaman Ülkü yatak odasının kapısı önüne gider, gürültü patırtı yaparak uyandırırdı. Erken kalkması gerektiği sabahlar, uyandırmaktan çekindikleri zaman Ülkü’yü ileri sürerler, ona kızmayacağını bildiklerinden ‘haydi git kaldır,‘ derlerdi. O da gider ‘Çok uyudun Atatürkçüğüm, haydi kalk, bak güneş çıktı,’ diye uyandırırdı. Atatürk, çocuğun bu masum isteğine kızmaz, hoşgörüyle karşılardı. Atatürk’ü uyandırmak yürekliliğini görevlilerin dışında yalnız Ülkü gösterebilmiştir.
Ülkü, Atatürk’ün her şeyiyle ilgilenir, kravatını düzeltir, yakasına çiçek takar, terliklerini taşır, ayakkabılarının tozunu alırdı. Hatta bir gün o zaman çok moda olan sarı ayakkabılarını aşağıda bulduğu boya ile siyaha boyayıvermiş. Herkesi bir telâş ve korku aldığı bir sırada Ülkü’nün ellerini simsiyah gören Atatürk’ün ‘ne oldu böyle?’ sorusuna ‘Atatürkçüğüm, sarı ayakkabıları siyah elbisene yakıştıramadım da siyaha boyadım’ diye karşılık verip, O’nu bir hayli güldürmüştü.
Ülkü dansa çok meraklıydı. Atatürk’ün dansı sevdiğini bildiği için yanında eteklerini yana açarak öğrendiği dansları yapar, büyük adamı eğlendirmeye çalışırdı. Tanınmış bir sanatçıyı taklit etmek Ülkü’nün başlıca hüneriydi. Atatürk, en çok Zeybek ve Kazaska oyunlarını sever, Ülkü’ye de bunları oynatırdı. Ülkü bazen coşar, gösterdiği hünerleriyle Atatürk’ü âdeta mest ederdi. Nereden ezberlemişse ezberlemiş, Ülkü hiç durmadan ‘anasını istemem, kızını da ver bana,’ şarkısını söylüyor, Atatürk de keyifli zamanlarında ona bu şarkıyı tekrarlatıyordu. Ülkü’nün her istediğini yerine getirmek isteyen Atatürk, onun artist olmak isteyişini, ‘daha çok küçüksün’ diye geri çevirmişti. Eğer Ülkü biraz büyük olsaydı, onu tiyatro okuluna vermesi işten bile değildi.
1937 yılında Ülkü hastalanmış, Dolmabahçe Sarayı’nda paratitodan yatıyordu. Florya Köşkü’nde kalan Atatürk, her gün Dolmabahçe’ye gidiyor, doktorların geçici hastalıkla temasını istemedikleri halde, tavsiyelerine aldırmayarak yanına giriyor, sağlık durumuyla yakından ilgileniyordu. Hastalık nedeniyle ona düşkünlüğü iyice artmıştı. Başına topladığı doktorlara ‘bu çocuğa bir şey olursa ben yaşayamam, ne yaparsanız yapın, bunu kurtarın’ diyordu. Ülkü’nün yanına önce Atatürk girer, onun moralini yükselttikten sonra yanındakiler de peşinden Ülkü’yü ziyaret ederlerdi.
Son zamanlarında gezdiği birçok yere Ülkü’sünü de beraber götüren Atatürk, onu halk arasında söyletmekten büyük haz duyuyordu.
Atatürk, hastalığı sırasında da Ülkü’yü yanından ayırmamıştı. İlk komadan dört gün sonra Ülkü’yü istemiş, yatağına oturtup, yanağını okşadıktan sonra:
-‘Cumhuriyet Bayramı yaklaştı. Ankara’ya gidin. Ülkü Bayramı görsün’ demişti.
Ülkü bir türlü ayrılmak istememiş, Ankara’ya gitmek istemediğini söyleyerek:
-‘Atatürkçüğüm, sen de gel. Bayramı beraber görelim’ demiş, boynuna sarılarak ağlamıştı. Atatürk, Ülkü’nün ağlayışına çok üzülmüş ve gözleri dolu dolu olarak:
-‘Ben de arkanızdan geleceğim,’ demişti. Fakat hiç bir zaman gidemeyeceğini biliyordu. Bunu sırf çocuk üzülmesin diye söylemiş olacaktı. Ülkü Ankara’ya döndükten sonra Atatürk her gün Nesip Efendi’ye telefon ettirip ‘Ülkü nasıl?’ diye sordurmuş, annesinin çocuğa iyi bakmasını tembihlemişti.
Bir gün Savarona Yatı’nda üzerimde resmi elbisem olduğu halde trabzanlardan kayarak eğleniyordum. Yanlış anlaşılmasın, yirmi altı yaşındaki koca adam, çocuklar gibi trabzandan aşağı kayıyor, kendi kendime oyun oynuyordum. Saat yirmi bir sularındaydı. Gecenin bu saatinde benim trabzandan kayışımı, bir kenara gizlenmiş olan Ülkü, büyük bir merakla seyrediyormuş. Elleri arkasında geldi, karşıma dikildi. Hareketimi anlaşılan çok garipsemiş olacak ki:
-‘Cemal Efendi, sen hem şef, hem de (eliyle kaçık işareti yaparak) biraz böylesin,’ dedi.
Benim de çocukluğum tuttu. Çocukla bir oldum; elimle ben de ona (kaçık) işareti yaparak:
-‘Öyleyim ama, ben çok büyük adamım,’ dedim.
-‘Atatürk’ten de mi?’
-‘Tabii, o benden sonra gelir.’
Karşımdaki alt tarafı beş yaşında çocuk. Şakadan anlar mı?
Ayaklarını yerlere vurup, ter ter tepinerek:
-‘Söyliiiicem, işte söyliiicem…’ diye bağırıp çağırmaya başladı. Sonra koşa koşa salona doğru gitti. Arkasından seğirttiysem de yetişemedim.
Gidip aramızda geçen konuşmayı bir bir Atatürk’e yetiştirmiş. Atatürk de:
-‘Çağırın bakalım şu büyük adamı, görelim.’ demiş.
Ben hemen baş tarafa koştum. Kimsenin bulamayacağı bir köşeye sindim. Asıl korkum, ‘büyük adamlık’ taslayışımdan değildi. Üzerimde resmi kamara memuru üniformam vardı. Kayarken elbisemin sarı madeni düğmeleri, yeni alınan Savarona’nın o canım maun trabzanını boydan boya çizmiş. Olay meydana çıkarsa ne cevap vereceğim, diye düşünüyordum. Bereket üzerinde duran olmadı. Bir gün sonra Kemal Gedeleç, maun üzerindeki çiziklerin yaptırılması için mefruşatçı Psalti’ye baş vurdu. ‘Yapılmaz’ dendi. Sonra anlamayan bir adam geldi. Güzelim maunları berbat etti.
Atatürk öldüğü zaman Ülkü beş buçuk yaşındaydı. O zamanlar Gazi Çiftliği’nde okula yakın olsun diye Atatürk’ün yaptırmış olduğu evde oturuyorlardı. Ülkü kayıtsız olarak okula gidiyordu. Zaten ilkokulu da çiftlikte okudu. Atatürk, vasiyetnamesinde öbür manevi evlâtlarına olduğu gibi Ülkü’ye de aylık bağlamıştı. O zamanın parasıyla ayda 200 lira olan bu para, sonradan günün hayat koşullarına uyularak 1 Ocak 1957 yılında 400 liraya çıkarıldı.
Erenköy Kız Lisesinde okuyan Ülkü, sonradan Kastamonu Senatörü olan üsteğmen Fethi Doğançay’la evlendi. Ahmet adlı bir oğlu oldu. Geçimsizlik nedeniyle ilk eşinden ayrılan Ülkü, ikinci kez Musevî asıllı biriyle hayatını birleştirdi ve bu olay basında o zaman sert eleştirilere yol açtı. Ülkü, bu evliliği de yürütemedi ve üçüncü kez çiftçi Nejat Özenek’le yuva kurdu.