Türk Osmanlı, Osmanlı Türk Değildir
Hemen hemen tüm tarihi kaynaklar Osmanlı Devleti’nin Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürerler. Ne var ki, kuruluş devri tamamlandıktan ve Osmanlı adındaki sülalenin hükümranlığı başladıktan sonra Osmanlının ve padişahlarının ne kadar Türk olduğu hem çok tartışmalı hem de gerçeğe aykırıdır.
Şevket Süreyya Aydemir “Makedonya” adlı eserinin 2. cildinin 440. sayfasında konu ile ilgili olarak şunları yazıyor:
“Çünkü kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırma ve onlardan savaş tazminatı ve ganimet alma siyasasına (siyasetine) dayalı olarak güçlenip zenginleştikten sonra, yatak odalarını “Harem” ler kurarak zenginleştiren padişah/ halifelerin birçoğu sayesinde, ırk ve kan birliği bozulmuş olduğu görülmektedir.”
Aydemir şöyle devam eder:
“Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedan da bu yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahına kadar devam ettirdi.”
Tarih hiçbir zaman Osmanlıya “Türk” dememiştir. Türk denmeye başlanması ise özellikle son yüz yılda yazılmış olan kitaplarda görülür. Yani yaklaşık Cumhuriyet’in ilânından on sene öncesine kadar “Türk” kelimesi aşağılayıcı bir anlamda kullanılmıştır. Avrupalılar ise Türk kelimesini ırki anlamda asla kullanmamışlardır. Öte yandan Osmanlı ve özellikle de hanedan, kendisi için ne Türküm demiş ne de Türklüğü kabul etmiştir. Osmanlı Devleti’nde kamuyu ilgilendiren belgelerin hiçbirinde, 1876 Anayasasına kadar Türkçe tek kelime kullanılmamıştır. Bazı tarihçiler her ne kadar Osmanlı’nın Oğuzlar’ın Bozok Kolu’nun “Kayı Boyu”ndan geldiğini iddia ederlerse de, bu gerçek dışı iddianın ne kanıtı ne de belgesi vardır. Öte yandan ilk Osmanlı Sikkesi’nde Kayı Boyu damgası olduğu iddiası ise tamamen gerçek dışıdır. Ne Osmanlı Türk soyundan ne de Türk soyu Osmanlılıktan gelmektedir. Sadece 1466’da yapılan bir derlemede söylenen şu ifade bile Osmanlı’nın ne kadar Türk olduğunun kanıtıdır:
“Türk iti şehre gelince Farisi’ce ürer.”
Osmanlı 624 yıllık saltanatı sırasında Türk’ü ve Türklüğü asla kabullenmediği gibi daima aşağılamış, padişah savaşa gideceği zaman Anadolu yiğidini askere almış ve en önde savaşanlar sırasına koymuştur. Osmanlı’nın Türklere olan sevgisi, Türklerin ön saflarda şehit olmaları ile eş anlamlıydı.
Osmanlı şairlerinden Baki “Muhteşem Süleyman” adlı şiirinde Türkler için şöyle demiştir:
“Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.
Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır.
Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur.”
Osmanlı ve hanedan asla Türkçe konuşmamıştır. Osmanlıca, Arapça ve Farsça karışımı bir konuşma şekli olur. Gerçekte Osmanlıca denen bir dil ve yazıda olmadığı gibi Türkçe ile de yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Osmanlı’da saray dili Persçe’ydi. Osmanlının kullandığı alfabede Pers alfabesiydi. Arapça ve Farsça yazan, konuşan şair ve yazarların, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları, Atatürk’ün Harf Devrimi’ne kadar sürmüştür.
Osmanlı şairlerinden Nef’i ise, tarihe şu bir satırlık beyti ile geçmiştir:
“Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır.”
Osmanlı şairlerinin yazdıkları bu kadarla da bitmiyor. Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Hamdi Çelebi, 1499’da yazdığı şiirde şöyle yazabiliyordu:
“Baban da olsa Türk’ü öldür.”
Üstelik kaynak olarak da İslâm’ın peygamberi Hz. Muhammed’i gösteriyor ve bu sözün Peygambere ait olduğunu vurguluyordu.
Şiirin bir kıtası şöyle:
“Sakın Türk’ü insan sayma.
Bir an bile olsa Türk’le beraber olma.
Türk ekine şeker alsa o şeker zehir olur.
Türk’ün başını keserken sakın gam yeme.
Baban da olsa Türk’ü öldür.”
Sayın Prof. Çetin Yetkin “Türk Halkı” adlı eserinde şu olayı anlatır:
“Osmanlı Tarihinde çok saygın bir yeri olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşı’ndan dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve “İşine devam et” demiştir. Hırvat kökenli Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.000 bin Türk kökenli insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellâtların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu, atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın sadrazamı, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evlâdı olan Türk’tür. “
Fatih’in insanlık âlemine verdiği hizmet bununla da bitmiyor. Bizans henüz tamamen işgal edilmemiş ama II. Mehmet atının üzerinden, surlar arasından İstanbul’a girerken, yeniçerilerden birinin elinde pala ile birisini boynundan yakalamış olarak Fatih’in atının ayakları dibine bir çırpıda fırlatır atar. Fatih sorar:
Ne istersuz bu kâfirden?
Hakanım sana kurban için getirdim.
Fatih bağışladım der gibi bir el hareketi yapar. Bu hareketi gören yeniçeri ama Hünkârım bu adam Türktür! der.
Fatih’in verdiği cevap lâkabı kadar, Naima tarihinin yaprakları arasına da girer:
“Urun (vurun) boynunu.”
(Daha fazla bilgi almak isteyenler Osmanlı tarihçisi Naima’nın Eserine başvurabilirler.)
Bu olayın yaşandığı tarihten 468 sene 23 gün sonra 6 Temmuz 1921’de, İstanbul İşgal Kuvvetleri Kumandanı İngiliz Generali Harrington’un Mustafa Kemâl Paşa’dan randevu isteğine, Mustafa Kemal Paşa vatanseverliğin belgesi olan şu satırlarla cevap veriyordu:
‘Ekselansları!
Vatan bahis mevzuu olmadıkça savaş bir cinayettir. Savaşa, saraylardan, Palaslardan, masa başlarından karar verenler, savaşın ne olduğunu bilmezler.
Savaşın karar ve akışını, savaş alanlarından gelen kumandanların ellerine değil de, onların apoletlerine teslim ederseniz hem suç ortağı hem de mağlubiyete mahkûm olursunuz.
Bizim milli isteklerimiz Ekselânslarınca bilinir. Milli toprağımızın tam kurtuluşu ile milli sınırlarımız içinde siyasi, mali, iktisadi, askeri hukuki ve kültürel tam bağımsızlığımız ilkesi kabul edildiği takdirde, sizinle görüşmeye hazır olacağımızı bildiririm.
Mustafa Kemâl Paşa”
Gazi Mustafa Kemâl Atatürk, Tanrının Türk Milletine bir armağanıdır.
(Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, S: 256)
Bir başka örnek ise, Yavuz Sultan Selim’in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk Ulusu arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişkiye uğramıştır. Şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olurken, Anadolu’da Anadolu Köylüsü’nün sayesinde Türk Dili kendini koruma olanağını bulmuştur. Yönetimin Anadolu’yu dil unsuru aracılığı ile Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında kırk bin kadardır.
Osmanlı tarihçisi Naima diğer tarihçilerden geri kalmamış o da şunları yazmıştır: “Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, Cem-ü iltiyamına derman yoktur.” Yani Naima demiştir ki: “Türk Ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır.” Naima, şunları da ilave etmekten çekinmemiştir: “Türkler nadan (kaba), idraksiz Türk, hilekar Türk” vs. (Naima Mustafa Efendi, Tarh-i Naima. Türkçeleştiren Zuhuri Danışman. İstanbul. C. 1, s.168, c.2, s. 536, c.3, s. 1180, c.4, s. 169)
Türkler hakkında bu gibi iftira ve karalamaların sonu yoktur. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud çağlar önce şöyle yazmıştır:
“Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler. Ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler. Fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar.”
Bunları kahraman Anadolu Yiğidi ve cefakar Anadolu Kadını için söylemekten ve yazmaktan utanmaz. Koçu Bey 1637 yılında IV. Murat’a arz ettiği, Türkler ve diğer azınlıklar hakkındaki eserinde hiç çekinmeden şunları yazabilmiştir:
“Mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene, tatar, Kürt, ecnebi (Türkleri gavur olarak görüyorlardı) , Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı (Cinsel sapık), yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler…”
Yukarıdaki Eser de Türkler hakkında yazılan bu gerçek dışı sözde iddialar, yazılı olarak Türklükle adından başka ilgisi olmayan olduğu bugün dahi iddia edilen Padişah Hazretleri’ne, tarihçiler ve hatta jurnalciler tarafından arz ediliyor ve Padişah da bunları bin bir armağanla taltif ediyordu.
”Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu.”
Abdülhamit’in Araplara ve İslâmiyet’e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görüyordu. Onun zamanında “Türküm” demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu.
Osmanlının düşünce yapısına göre Araplar “Kavmi Necip” tir, yani “Peygamber”in gönderildiği topluluktur, nezih bir topluluktur. Bu kavim karşısında Türk Ulusu Osmanlılar tarafından devamlı aşağılanmıştır.1912 yılında Sebilürreşt Dergisi’nde çıkan bir yazıda, “Türk” deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu.
1913 tarihli bir başka dergi “Mecmuai Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil sadece Müslümanız. Buharalı Hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle Türkistan’ı zapt etmiş Araplardan başka bir şey değildir.” demekle, kendisini ve Anadolu’da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr etmiştir.
1913 yılında Profesör Ahmet Naim “İslâm’da Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türklerin üstün vasıflarını inkâr ederek şöyle yazabilmiştir:
“Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzumda ihtiyaçta yoktur. Gerekli olan şeraiti öğrenmektir.”
Öte yandan 1919/1920 yılları arasında Vahdettin’in Şeyhülislâmı olan Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliği vermek isteyenlere, yani Atatürk’e ve yakın arkadaşlarına, ülkeyi hem Osmanlı’dan hem düşmandan kurtarmak için canlarını, kanlarını feda eden bir avuç kahraman Anadolu yiğidi ve Anadolu kadınına “Soysuzlar” demekten çekinmemiştir. Bu sözünden çok kısa bir zaman sonra; o soysuz dediği kimseler tarafından yediği tokatla, Vahdettin Efendi’nin peşinden İngiliz zırhlısına binerek kaçmak zorunda kalmıştı.
Osmanlı’nın ve hanedanın ve çevresinin Türklere karşı tarih boyunca böylesine acımasız bir tutum almış olmasının bir tek faydası olmuştur ki, o da, “Türk Kimliği” İstanbul’dan uzak, seferden sefere, savaştan savaşa hatırlanan, Anadolu köylerinde kapalı ve kendine has kültür, örf, adet ve dili ile saflığını muhafaza ederek yaşayabilmiştir. Saf kan Anadolu halkı zaman içinde kendisini yönetenlere o derece yabancılaştırılmıştır ki, Osmanlı Efendisi’ne Türk demek hakaret sayılmıştır. Türk sözcüğü sadece Anadolu köylüsü için kullanılır hale getirilmiş.
1597 yılında Şerefhan tarafından yazılan Şerefname’de “Rum hükümdarı Fatih Sultan Mehmet” diye geçiyor. Yunan ve Rum tarihçiler de Fatih Sultan Mehmet’in Rum kökenli olduğunu iddia ederler. Fatih Sultan Mehmet lakaplı Osmanlı Sultanı 2. Mehmet’in Müslüman değil, Hristiyan olduğunu da yazanlar vardır. Anadolu’da ki Osmanlı’dan kalma Sokak ve cadde adları, Cumhuriyetin İlânından hemen sonra Türkçeleştirilmiştir. Meselâ İstanbul’un resmi ismi 1930’lara kadar Konstantiniyye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” anlamına gelir. Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul yapılmıştır. Osmanlı belgelerinde dahi 1923’e kadar İstanbul’un adı Konstantiniyye diye geçer. Esasen İstanbul kelime olarak da Yunancadır. İstanbul Grekçe; Eis Ten Polin (Şehre doğru) anlamına gelmektedir. Osmanlıların Constantinopol’u fethedip İstanbul adını verdiği tezi ise tamamen gerçek dışıdır. İstanbul adı 1930’da verilmiştir. İstanbul alındıktan sonra, Saray adeta kapılarını Türklere kapatmıştır. Devlet adamlarının yetiştirildiği “Enderun” okullarına dahi Türkler alınmamıştır. İstanbul’un fethinden IV. Murat’ın ölümüne kadar geçen zaman içinde, 66 devşirme (Tutsak, köle) Padişahlar tarafından sadrazamlığa getirilmiş ve toplam 187 yıl bu mevkide kalmışlardır. Oysa buna karşılık 10 Türk kökenli sadrazam, toplam 17 yıl görevde kalmıştır. Ayrıca padişahın bütün korumaları daima devşirmelerden seçilmiştir. Bütün bu ayrıcalık ve ayırımcılık Anadolu halkını da derinden etkilemiş, onlar da bir takım tarikatların etkisinde kalarak kendi yerinde kendi yurdunda aşağılanır hale gelmiştir.
Mesela: 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi’nin kurduğu, Türk geleneğini, kültür ve dilini Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu’da yayılmaya başlamıştır. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılırken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden Zeyni Tarikatı ve Fars diline önem verdiği için, daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik de, yayılıyordu. Bu tarikatlar içinde Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışılıyordu. Bu koşullar altında “Kaba Türk”, “Anlayışsız Türkler” ve “Pis Türkler” gibi önyargılar, Türkler hakkında kullanılır oldu. Özellikle Osmanlının yükselme devrinde Türkler hakkında aşağılayıcı, küçültücü deyimler o kadar çok kullanılır oldu ki, aşağıdaki şiir o günlerden kalan sadece birkaç satırdır:
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği. Eşek değil, köpekten aşağı.”
Anadolu halkı da bu çirkin, çirkin olduğu kadar da suçlayıcı şiire şu satırlarla cevap veriyordu:
“Şalvarı şaltak Osmanlı. Eğeri kaltak Osmanlı. Ekmede yok, biçmede yok. Yemede ortak Osmanlı.”
Osmanlı’nın Türkler hakkındaki düşünce ve tutumu bu iken, yabancıların özellikle Avrupalının da Türklere sıcak baktığı iddia edilemez. Onlar da Türkleri yüzyıllarca “Barbar, Dağ İnsanı”, “Arapların Esiri” olarak tanımış ve tanıtmışlardır. Şu yorum da 1897 yılında Türkiye’ye gelen bir İngiliz gezgininin yazdıklarıdır. “Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün Türk veya Türkmen olup olmadığını sorarsan ya da bir hakaret deyimi olarak, İngilizce söyleyeceğin “Eşek kafalı” anlamında, “Türk kafa” diye homurdanırsın.”
18. Yüzyılın sonlarında milliyetçiliğin canlanması ile hem topraklarını hem tebaasını kaybeden Osmanlı yönetimi aradan yaklaşık iki asır geçmesine yani 19. yüzyılın başlarına kadar Türk’e ve Türklüğe bakış açışını değiştirmediği gibi, Türklüğü ile gurur duyanları da idama mahkum etmekten çekinmemiştir. Tarih Osmanlı İmparatorluğu’nun, bırakın zamanında Avrupa, Asya, Afrika’ya kadar hükmetmiş bir İmparatorun, kısa aralıklarla yaşamış olan kavimlerin bile, dinlerini, mezhepleri, inançlarını değiştirdiğini yazmıyor. Bu değişim sadece inanç ile de sınırlı kalmıyor. Dilini de etkiliyor ve onun da değişimine neden oluyor. Tarihin yazılışından bu güne kadar sayısı bilinmeyen kavimler, milletler, devletler, imparatorluklar gelmiş geçmiş. Ama hiçbir kavim, varlığını oluşturan tebasını boğdurup kuyulara atmamış, hiçbir devlet benim inancımı kabul etmedi diye, devletine hizmet verenlerin kafalarını koparmamıştır. Hiçbir İmparatorluk, kavmini horlayıp, o kavmi ortadan kaldırmak için devşirmelerden (Yeniçeri) oluşturduğu ordu ile kökünü kazımaya kalkmamıştır. Tarih bir şeyi daha kayıt etmiyor, o da bu denli aşağılanan ve horlanan bir kavmin, usta bir el sayesinde ne gibi mucizeler yaratabileceğini de yazmıyor.Kurtuluşun başladığı sıralarda Mehmet Emin Yurdakul’un şu dizesi çok ilgi çekicidir:
“Ben bir Türküm! Dinim, cinsim uludur.”
Asırlar boyu çile çekmiş, savaş malzemesinden başka hiçbir şey olmamış ve yapılmamış olan Türk Ulusu kendi benliğini dosta düşmana ve özellikle de Osmanlı’ya, Mustafa Kemâl’in önderliğinde asaleti, zekâsı, kahramanlığı, cesareti, yüksek vasıfları ile tarihe parmak ısırtacak bir yiğitlikle kanıtlayacaktı. Türkoloji uzmanı Cahun, Türklerle ilgili olarak yazdıklarında şöyle diyor:
“Türkler, insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar, anlamaya da çalışmazlar. İslâm dininin Türkler üzerindeki etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya’nın Avrupa’ya karşı savaşan askeri olmuştur. İslâmiyet, bu ‘Yarı Çinliler’den, ‘Acımasız İranlılar’ yarattı.”
Cumhuriyetin arkasından yapılan devrimler, Türk Ulusu’nu aydınlığa doğru koşar adımlarla götürürken, yapılan devrimlerin özünü çok iyi kavramış olan şair Ziya Gökalp o sıralar ulusuna şu dörtlükle haykırıyordu:
“Sorma bana oymağımı boyumu, Beş bin yıldır insan gibi yaşarım,
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı, Türküm, bu ad her unvandan üstündür.”
Bu bölümü yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Atatürk adlı eserinden aldığımız bir paragrafla noktalayalım:
“Bir Mayıs sonu ya da bir Haziran başıydı. Bağımsız fakat bütün kalbiyle İttifak Devletleri’nin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir. Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım… lâkabımız “Makak”tı. (Bir çeşit maymun, şempanze). Gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyorlardı. İşte o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim ansızın bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi:
“Bir Türk Generali İtilâf Kuvvetleri’ne karşı yeniden harbe hazırlanıyor.”
Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum. “Mustafa Kemâl Paşa” isminde bir Türk Generali.“
Osmanlılar, hükmetmiş oldukları ülke insanına, üç beş cami, üç beş köprü dışında ne kültürel, ne yaratıcılık ne bilim açısından hiçbir şey armağan etmemişlerdir. Çünkü istilâ ve işgal etme isteklerinin altında, gayeleri girdikleri ülkeyi haraca bağlamaktı. Bu istek öylesine kuvvetliydi ki, yıllık vergilerini ödemeyen işgal altındaki ülkelerin yöneticilerine uygulanan ceza, engizisyonu aratacak nitelikteydi. Fethettiği ülkelerin insanına, hiçbir şey vermeyen aksine onlardan çok şey alan Osmanlılar (ganimet, cariye, hamam oğlanları, yeniçerilerin ocağını teşkil eden gençler) üç yüz yıl egemenliği altında kalan ülkelerde dahi Osmanlıcanın konuşulmasını bir başka değimle öğrenilmesini sağlayamamıştır. Bazı tarihçilerin ileri sürdükleri gibi, Türk Milleti Osmanoğulları’nın asla devamı olmamıştır. Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda, Osmanlı’dan miras olarak hiçbir şey alınmamıştır. Şayet söylendiği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlılığın devamı olmuş olsaydı, mecellenin yerini medeni kanun, Osmanlıcanın yerini yeni Türk harfleri, okkanın yerini kilo, arşının yerini metre alır mıydı?
Yeni Türk Devleti’nin kuruluşu 16 Mayıs 1919 tarihinde, Mustafa Kemâl’in Bandırma Vapuru’na adımını atması ile başlamıştır. 29 Ekim 1923’te de cumhuriyetin ilânı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını bütün bir dünyaya ilân etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşam felsefesi, başka ülkeleri istila ederek onları kendisine bağımlı kılmak ve yıllık vergiye bağlayarak elde ettiği gelir ile varlığını devam ettirebilmekti.
Sınırları bir yanda Viyana kapılarına, diğer yanda Arap çöllerine kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali altındaki topraklarda bir Osmanlı milleti oluşmamıştır. 629 yıl hüküm süren Osmanoğulları Sülalesi halkı bir millet haline getirme konusunda hiçbir gayret içine girmemiştir. 1850-1918 yılları arasında bu konuyla ilgili olarak verilen çabaların hepsine en sert şekilde müdahale etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti yaşam felsefesi “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini özümsediği için kuruluşundan bu yana hiçbir ülkenin bir karış toprağında gözü olmamıştır.
Eriş Ülger
(Daha fazlası için yazarın Parola Yayınları’ndan çıkan Atatürk Milliyetçiliği adlı eseri mutlaka okunmalıdır)
- Atatürk’ün Kuran Okuyana Saygısı
- Atatürk Gazi Orman Çiftliği’nde…(14 Temmuz 1929