“Türk Kadını İçin, İranlı Kadınları Örnek Gösteren Sözüm Ona Atatürkçü Yazarın Kulakları Çınlasın.”

Saygın Okurlarım!

Uzun ama ne yapayım. Mustafa Kemâl’i özetlemek olanaksız.

Sizlere saygı.

Sadece Türk devlet adamlarına değil, dünyadaki devlet adamlarına da örnek olacak şu konuşma, henüz kırk yaşına dahi basmamış bir “Benzersiz”in söyledikleridir..

Bugün dahi geçerliliğini koruyan şu sözlerin sahibi Mustafa Kemal Paşa’yı nasıl olur da binlerce defa aramaz, özlemez, “Gel” demezsiniz?

23 Ağustos 1921’de başlayan ve 12 Eylül 1921’de sona eren ve yirmi iki gün yirmi iki gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi (Atatürk tarafından çok büyük ve kanlı savaş anlamına gelen Melhame-i Kübra ifadesi ile anılan) kazanılmıştır.

Büyük Taarruz’un hazırlığı için ordunun eksikleri tamamlanmaya çalışılıyordu. Kış oldukça sakin geçmekteydi. Ancak Ankara’da hava fırtınalıydı. Bir yanda eleştirenler, öte yanda sabırsızlananlar. Beride uzun uzadıya hazırlanmadan ‘hücum edelim’ diyenler. Bir de Avrupa’nın nasihatlerine uyarak, hemen yarım yamalak da olsa barışın imzalanmasını isteyen İstanbul’un “mütareke basını”.

İşte böyle bir ortamda Gazi Mustafa Kemal Paşa 6 Mart 1922 günü TBMM’nin gizli oturumunda şöyle konuşuyordu:

“…Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri Türkiye’nin zararıyla, gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı; Türkiye, Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrad’da yenilmeseydi, Avusturya-Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya ve Almanya da, aynı kaynaktan beslenerek siyasetlerini geliştirmişler ve güçlenmişlerdir.”

“… Bir şeyin zararıyla yükselen şeyler, o şeyden zarar göreni alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Bunun sonucu birçok zekâ, duygu, düşünce Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaşmış ve bu yoğunlaşma yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi islah etmek, uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlar, böyle elverişli bir zemin hazırlamak gücünü ve kudretini elde etmişlerdir.”

“…Oysa o güç ve kudret Türkiye’de ve Türk halkında olan gelişme cevherine zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin ve en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler ortaya çıkmıştır. Oysa hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilmiş olsun. Tarih böyle birşey kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarıyla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden her saat, her gün, her yüzyıl biraz daha gerilemiş, daha çok düşmüştür. Bu düşüşün çıkış noktası aczle başlamıştır.”

“Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan bir takım insanlar, galip düşmanlar karşısında susmaya mahkummuş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarına gerekeni yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olmayız. Kendi kendimize adam olmamızın ihtimali yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdani ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilir?” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3)

26 Ağustos 1922’de başlayıp 30 Ağustos 1922’de Türk ordularının zaferiyle sonuçlanan Büyük Taarruz ile kesin zafer elde ediliyordu. Gazi, üç yıldan fazla bir zamandır topraklarını işgal altında tutan ittifak güçlerini denize dökmekle kalmıyor, aynı zamanda benzer durumdaki mazlum ülkelere de örnek olup umut veriyordu.

Büyük Taarruz’dan çok kısa bir zaman önce, Gazi Ankara’daki İran elçisine gelecekle ilgili şunları söyler:

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az zaman alır ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor! Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.” (Söylev ve Demeçler, Ankara 1959, s..40)

“Türk Kadını için, İranlı kadınları örnek gösteren sözüm ona Atatürkçü yazarın kulakları çınlasın.”

Ve 26 Ağustos’ta tan yeri ağarırken, Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki TBMM’nin orduları, 10 Eylül 1922’de başlarındaki bu büyük zaferin halesi ile İzmir’e giriyorlardı.


Eriş Ülger
23 07 2018