Tevfik Rüştü Aras’ın Atatürk’le Birkaç Anısı

Atatürk’ün değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tarafından kaleme alınan bu yazı, 10 Kasım 1970’de, değerli devlet adamı Aras’ın ölümünden iki yıl önce Milliyet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.


Atatürk’ü kaybedeli otuz iki yıl oldu! Onun aramızda bulunamayışına hâlâ bir türlü alışamadım. Her geçen yıl daha ona ne kadar muhtaç ol­duğumuzu göstermektedir. Onu çok erken kaybettik; çok gençti de… Atatürk deyince büyük kumandan, büyük devlet adamı olduğunu bilmeyen kalmadı. Ömrü boyunca daima muzaffer oldu; daima başarılı oldu. Devlet kurmak için yaratılmış olan bu büyük adamın büyük ve müstesna vasıfları hakkında herkes çok şey öğrendi! Yılmak ve yenilmek bilmeyen bu büyük kudret ve kabiliyeti bütün dünya eserleriyle tanıdı! Türkiye Cumhuriyeti bi­ze bıraktığı ve gençliğimize emanet ettiği en büyük eseridir.

Bu yazıdan maksadım, ne bu bilinen şeyleri tekrar etmek, ne de milletçe iftihar ettiğimiz mil­lî hareketimizin menkıbelerini yâd etmektir. Her biri bir şahe­ser olan bu menkıbeleri milli destanımızı yazanlara ve yazacak­lara bırakıyorum. Bu yazıda eme­lim Atatürk’ün o büyük kudretinin dayandığı özelliklerden biri üzerinde durmaktır.

Atatürk bilgi ve öğrenme aşığı idi. En zifiri karanlıkları delen bir zekaya malikti. Bunların da yine herkesçe bilinen şeyler ol­duğu söylenebilir! Benim söyle­mek istediğim, Atatürk’te dikka­tin, hiç bir kimsede benzerine rastlayamadığım ölçüde gelişmiş olmasıdır. Bu sayede öğrendim ki, dikkat, pek çok şeyin anahta­rıdır. Sathi olarak incelenince bi­le görülür ki, çalışmaları çok ba­şarılı yapan kuvvet, keşiflerin, büyük hasletlerin başlıca dayana­ğı dikkattir.

Vazifelerim İtibariyle çok yer gezdim; dünyaca tanınan büyük adamların çoğu ile tanışmak, görüşmek fırsatını buldum. Büyük liderimizde şahidi olduğum dik­katin benzerini göremedim.

HASTAYKEN BİLE…

Fransa’nın eski Başkanlarından Poincare’nın Başbakanlığı zama­nında Paris Büyükelçimiz kıy­metli dostum merhum Fethi Okyar Fransa Dışişleri Bakanlığın­dan kendisine verilen bir notayı aynıyle bize nakletmişti. Aldığım bu notayı, tabiatiyle, o vakitki Başvekilimiz olan sayın İnönü’ye götürdüm. Birlikte okuduk; der­hal Atatürk’ün yanına gitmeyi kararlaştırdık. Çankaya Köşküne vardığımız zaman büyük lideri­mizin yatak odasında bulunduğu­nu öğrendik. Kapıyı vurup gir­dik. Atatürk yatağında anjinden muztarip olarak yatıyordu. Atatürk’ün rahatsızlığını öğre­nerek ziyaretine gelmiş olan Şük­rü Kaya merhum yatağın kena­rında bir sandalyede oturuyor­du. Atatürk’ün hararet derecesi­nin 39 olduğunu bize söyledi. Ata­türk bizi görünce yatağında doğruldu ve arkasına bir yün örtü aldı! Ziyaretimizin sebebini öğ­renmesi üzerine, bana notayı oku­mamı emretti. Yavaş yavaş notayı okurken, bir yerinde beni durdurdu, son okuduğum cümlenin öncesini tekrar etmemi istedi. Notanın bütün ruhu ve manası bu cümlede gizlenmişti; tek­rar okuyunca hepimizin dikkati açıldı, elimizde olmayarak birbi­rimizin yüzüne baktık. Kuvvetli bir ateş içinde yanan Atatürk’ün dikkati üzerinde hayretler içinde kaldık. Bu notaya verilecek ce­vap hakkında pek az görüştükten sonra hemen mutabık olmuştuk.

Atatürk okuduğu kitapları da herkesten başka türlü okurdu! O’nun dikkatinden bir şey kaça­mazdı. Atatürk’ün dikkatinin bir tanıdığımızın hayatını kurtardığını da biliyorum. Batum’da konsolosluğumuzu yapmış olan bir ta­nıdığımız işsiz kalınca akşamın alaca karanlığında Atatürk’ün otomobilinin geçeceği yolda durmuş ve otomobile yanaşmak is­temişti. Yugoslavya’nın şövalye Kralını ve Fransa’nın pek kıy­metli Hariciye Nazırını Marsilya’da bindikleri otomobilin basama­ğına atlayarak Makedonyalı bir Bulgar’ın öldürdüğünü hatırlayan baş yaver derhal tabancasını çıkararak Atatürk’ün otomobiline yanaşana çevirip ateş etmek üze­re iken, Atatürk yaverin elinden tutmuş; ‘bu gelen tanıdığımız falan zattır, benden iş istemek için yanaştığını sanıyorum’ di­yerek baş yaveri ateş etmekten men etmiş ve bu dikkati sayesin­ de elemli bir kaza önlenmişti.

‘KENDİMİ KENDİM KORURUM BEN…’

Bazı zamanlar Atatürk ile yal­nız kalır, hasbihal ederdik, dert­leşirdik! Böyle konuşmalar öteden beri âdetimizdi. Bu konuşma­lardan birinde Genel Sekreter Tevfik beyin Atatürk’ü muhafaza tertipleriyle meşgul olduğu ko­nuşma konusu oldu. Bu münase­betle Atatürk bana demişti ki:

‘Genel Sekreter, İçişleri Bakanı ile Genel Emniyet Müdürü ile ve daha başka lâzım gelenlerle beni muhafaza için tertipler alır. Ben bu işlere hiç karışmam ve onların kanuni vazifelerine de karşı gelmem; fakat kendi mu­hafazamı onların bu tertiplerine bırakmış değilim ve bırakamam. Hakikatte kendi muhafazamı kendim yaparım ve kendim yap­maktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler olduğuna dikkat ederim; seyahat saatlerimi lüzum gördük­çe kendim değiştiririm! Bu ko­nuda hiçbir şeyi dikkatimden ka­çırmam.’

YEŞİL ORDU NASIL LAĞVEDİLMİŞTİR?

Yine bir gün beni çağırdı. ‘Tev­fik Rüştü, haberin var mı? Ya­verimi bana sormadan Yeşil Or­du teşkilatına almışlar, bu nasıl şey?’ diye sordu. Hiç haberim olmadığını söyledim.

Yeşil Ordu teşkilatı etrafında propaganda maksadı ile hikaye­ler, masallar katılmış pek mah­dut hattâ küçük bir tertipten ibaretti. Büyük Millet Meclisi hükümetinin faaliyeti idaremiz içindeki bütün memleketi kapsa­yınca artık bu tertibe pek lüzum kalmamıştı. Atatürk ile konuştu­ğumuz gibi, o günün gecesi Ata­türk’ün oturmakta olduğu istasyon yanındaki küçük evin salo­nunda çağırılan arkadaşlar top­lanmış ve bu tertibin lağvına ka­rar verilmişti. Hatırımda kaldığı­na göre bu toplantıya sayın Ce­lâl Bayar, merhum Yunus Nadi bey, İstasyon Oteli’nde birlikte bulunduğumuz Kılıç Ali bey ve daha başka arkadaşlar gelmişler­di.

Görülüyor ki Atatürk’ün dik­katinden bir şey kaçmazdı ve kaçırılamazdı. Bu münasebetle be­nim kendisinden pek çok şey öğ­rendiğimi söylemeliyim, dikkat etmeyi bilmeyi de Atatürk’ten öğrendiğimi katmalıyım.

Ne yazık ki onu çok erken kaybettik! Halbuki ona daha çok ihtiyacımız vardı…