Tevfik Fikret Ve Mustafa Kemal Paşa
“Bu general Türk mü imiş! Ne kadar sevindim.” Ruşen Eşref
Yirminci yüzyıl başlarında Girit’i, Bosna-Hersek’i, Bulgaristan emaretini elden çıkaran Osmanlı İmparatorluğu, Trablusgarp ve Balkan savaşlarıyla daha büyük kayıplara uğradı. Acıklı Yemen türküsünün dile getirdiği gibi ayaklanmalarla çalkalanan sınır boylarına giden Anadolu çocuklarından geriye dönen olmuyordu. Bütün bu yıkımlardan sonra Birinci Dünya Savaşı’na katılmamız pek iyiye yorumlanacak bir tutum değildi. Bu sırada ağır bir hastalığın pençesine düşen Tevfik Fikret de savaşa girmemize karşı idi. Bununla birlikte ordumuzun Çanakkale’de yüz ağartan destansı başarıları, her yurtsever gibi onu da yürekten sevindirmişti.
Fikret’in önce öğrencisi, sonra yakın dostu olan Ruşen Eşref, 1915 Nisanı’nın sonlarında Aşiyan’da şairi görmeye gittiği zaman genç bir miralayın Çanakkale’de kendi teşebbüsü ile öne atılarak mutlak bir tehlikeyi önlemiş olduğunu hocasından duymuştu.
Kimdi bu genç miralay?
Fikret onun adını söylememişti. Ruşen Eşref henüz tanımadığı bu subayın adını Anburnu’ndan gelen yaralıların kaldığı koğuşta öğrenmişti. Yaralılar, tümen komutanlarından müdafaanın başı diye övgüyle söz ediyorlardı. Hükümetin, başkumandan vekilinin ve basının gizlediği Mustafa Kemal adı; kulaktan kulağa, kentten kente Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılıyordu.
Daha önce Trablusgarp Savaşı’ndaki resimleri Şehbal dergisinde çıkmıştı. Üstelik 31 Mart Olayı’nda İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda görev almış, istasyonda çantasını karıştırırken çekilen bir resmi de o dönemde yayımlanmıştı. “Anafartalar Komutanı” olarak da birisi kapak olmak üzere iki resmi Harp Mecmuası’nda çıkmıştı. Donanma ve Servetifunun dergileri Mustafa Kemal ve çevresindeki subayların resimlerini basmışlardı.
Çanakkale’den iki-iki buçuk yıl sonra bir öğle vakti Ruşen Eşref, Galatasaray Lisesi’ndeki dersine giderken Tokatlıyan’ın köşesinde yaya kaldırımının ucunda bir subay gördü. Bu subayın; giyinişi, duruşu öyle göz alıcı, öyle olağanüstü bir nitelik taşıyordu ki durup ona bakmaktan kendini alamadı. Bu, koyu kestane rengindeki astragan kalpağı, koyu kumral çatık kaşlarına doğru inik; keskin mavi gözlü, sert fakat sevimli yüzü sarışın bir genç general idi. Ne var ki başka bir iklimden gelmiş havasını veren bu general bizim üniformamızı taşıyordu! Çünkü o sırada ülkemizde görev yapan Alman subayları, Türk üniforması giyiyor, kimi zaman da adlarının sonuna paşa unvanını ekliyorlardı. O da bunlardan biri olamaz mıydı?
Güvenli bir vakar içindeki bu insanla bu üniforma birbirini tamamlayan kusursuz bir uyum içinde bulunuyordu. Üstelik bu general, o zaman içinde bulunduğumuz durumla çelişen bir yenilmezlik içinde duruyordu. Yaverine, “Haydi Cevat Bey! Daha olmadı mı?” diye seslenmesi, Ruşen Eşref’i şaşkına çevirdi. Çünkü bu general Türk’tü ve Türk üniforması taşıyordu. Onun Türk olması, Ruşen Eşref’i içten gelen bir sevince boğmuştu.
Ruşen Eşref bu olayı defalarca Atatürk’ün sofrasında anlatmış, sonra yazıya dökmüş ve banda aldırmıştır. Aradan birkaç hafta geçti. Ruşen Eşref, Doktor Rasim Ferit’in (Talay) evindeki bir davete katıldı, işte başka iklimden tesirini veren general dediği Mustafa Kemal Paşa’yı burada gördüğü ve adını öğrendiği zaman bir anıt gibi manalandırdığı o sokağın başında, kanatları kapanmış bir kartal gibi duran genç generali anımsadı. Ev sahibinin aracılığıyla paşadan randevu aldı ve onu geniş kitlelere tanıtan ünlü mülakatını yapmak fırsatını buldu.
Bu mülakatın yer aldığı Yeni Mecmua’nın Çanakkale özel sayısının satışı bir süre ertelendi. Ruşen Eşref, artık yakından tanıdığı paşanın çehresine yansıyan karakterini şu çarpıcı anlatımla dile getiriyordu:
“Mustafa Kemal Paşa’nın siması Rembrand’vari bir tablo mevzuunu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin mana gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında sebat, tevekkül, tevazu, vakar, mülayemet, huşunet, saffet, zekâ. Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz.”
Atatürk ise Ruşen Eşref’e imzaladığı (24 Mayıs 1918) fotoğraflımı altına şunları yazmıştı:
“Her şeye karşın kesinlikle bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan güç, yalnız aziz ülke ve ulusum hakkındaki sonsuz sevgim değil, bu günün karanlıkları, ahlaksızlıkları içinde vatan ve gerçek aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir. İşte azizim Ruşen Eşref Bey, sizi, ben bu kutsal topluluğun doğal üyelerinden görüyorum. Gün geçtikçe daha önemli hizmetlerinizi bekliyorum. Bugünden çok yarınların şükran ve beğenisine aday olan sizi bugünden tanıyabilmekle memnunum.”
Ruşen Eşref de Mustafa Kemal Paşa’yı tanımaktan ve onun çevresinde yer almaktan büyük bir mutluluk duymuş; bütün yaşamı boyunca Atatürk’e, Atatürk ilkelerine, Cumhuriyete ve onun getirdiklerine bağlı kalmıştır. Bu tutum, Ruşen Eşref’in kuşağı için de geçerlidir. Yakup Kadri “Bizim gençliğimiz bir milli kahramana hasretle geçti” derken Mustafa Kemal’e bağlanmanın anahtarını da veriyordu. Daha Anadolu’ya geçmesinin söz konusu olmadığı bir zamanda bile M. Zekeriya (Sertel), Büyük Mecmua’da Mustafa Kemal Paşa’yı büyüklerimiz arasında sayıyor ve onu halaskârlarımızdan (kurtarıcılarımızdan) biri olarak selamlıyordu.
Ruşen Eşref, Tevfik Fikret’ten sonra artık Mustafa Kemal Paşa’ya da büyük hayranlık duyuyordu. Tevfik Fikret’e hayranlık konusunda ise her ikisi ortak bir paydada birleşiyordu. Çünkü Tevfik Fikret’i en çok beğenen ve takdir edenlerden biri de Mustafa Kemal Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa ve Ruşen Eşref, Fikret’in ölümünün üçüncü yıl dönümünde (Ağustos 1918) Rumelihisarı’nda Aşiyan’da yapılan anma töreni sırasında yeniden bir araya geldiler. 1918 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın Aşiyan’ı ziyaret etmesi önemli bir olay olarak görülmektedir. Ancak bu konuda kimi yanlışlıkları düzeltmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Şöyle ki: Filozof Rıza Tevfik, 19 Ağustos 1916’da Aşiyan’da yapılan anma törenine Mustafa Kemal Paşa’yı çağırdığını ve onun da bu çağnya uyarak geldiğini belirtmekte ve Paşa’yı kapıda karşıladığını da eklemektedir. Böylece Rıza Tevfik, 1903 yılında, erkânıharp namzetlerinden mülazımıevvel Mustafa Kemal’in kendisine göndermiş olduğu kartviziti yanıtsız bırakmış olmanın üzüntüsünü ve sıkıntısını gidermiş olduğunu dile getirmektedir. (Bu kartvizitin bir fotoğrafı Canan Yücel Eronat arşivinde bulunmaktadır.) Ancak bu ilk anma töreni ne Mustafa Kemal Paşa’nın katılmasına olanak yoktu. Çünkü kendisi 1916 yılında Şark cephesinde bulunuyordu. Yine bu bağlamda İbrahim Alaettin (Gövsa), Mustafa Kemal Paşa’yı 1917 yılındaki Aşiyan ziyaretinde yakından tanımak fırsatını bulduğunu yazmaktadır ki bu da doğru olamaz. Çünkü o tarihte Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinde idi. Kaldı ki İkdam gazetesinin verdiği 1917 yılına ait ziyaretçiler listesinde Mustafa Kemal Paşa’nın adı bulunmamaktadır. 1918 ziyaretine gelince… O yılın başında Mustafa Kemal Paşa, Veliaht Vahdettin ile birlikte gittiği Almanya gezisinden dönmüş, ancak bir süre Karlsbad’da dinlenmek zorunda kalmıştı. 4 Temmuz’da Sultan Reşat’ın ölümü üzerine yerine VI. Mehmet Vahdettin, Osmanlı tahtına geçmişti. Yeni padişah, Almanya ziyareti şuasında yakından tanıdığı bu genç generalin İstanbul’da kalmasından çekindiği için Enver Paşa’nın da desteğini alarak Mustafa Kemal Paşa’nın yeniden Suriye’deki VII. Ordu’nun başına getirilmesine karar verdi. Oysa ortada ne ordu kalmıştı ne de cephe… Mustafa Kemal Paşa’nın Aşiyan’ı ziyaret etmesi, işte onun Suriye’deki bu görevinin başına gitmesinden bir süre öncesine rastlar. 19 Ağustos 1918 Aşiyan ziyareti çok geniş bir katılımla yapılmıştır. Gazeteler günlerce önce bu ziyaretten söz etmişlerdir. O gün Aşiyan’a gelen Fikret dostlarının sayısı 70-80 olarak verilmektedir. Bunlar arasında Rıza Tevfik, Ruşen Eşref, Süleyman Nazif, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Adnan Adıvar Halide Edip’le birlikte pek çok yazar, sanatçı, gazeteci ve Maarif Nezareti temsilcileri de vardı. Bu ziyarette Mustafa Kemal Paşa büyük bir ilgi odağı olmuş ve Fikret’in eşi Nazime Hanım’a, Anafartalar Kahramanı olarak takdim edilmiştir. O dönemin belli başlı gazeteleri (Tanin, Sabah, ikdam vb.), ziyaretçiler arasında Mustafa Kemal Paşa’nın adına özellikle yer vermişlerdir. Burada düzeltmek istediğimiz ikinci bir nokta, Mustafa Kemal Paşa’nın, Aşiyan yokuşunu tırmanırken yanında bulunan harbiyeden hocası Emin Bey’e söylediği ileri sürülen “Yakında Anadolu’ya gidiyorum , ne diyorsun?” sözleridir. Fakat böyle bir sözün o tarihte Mustafa Kemal Paşa tarafından söylenmiş olduğu düşünülemez. Çünkü savaş devam ediyordu. Mütareke henüz imza edilmemişti. Dahası Atatürk’ün Samsun’a gitmesini zorunlu kılan koşullar da henüz oluşmamıştı. Olsa olsa Atatürk hocasına yakında Suriye’ye gideceğini söylemiş olmalıdır. Ortada gerçek olan bir şey varsa o da Mustafa Kemal Paşa’nın inkılap ruhunu aldığı büyük şairin evini gezerken Fikret’e yürekten bağlılığını gösteren ziyaret defterindeki yazıyı imzalamış olmasıdır. Bu yazı şudur:
“Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübahi perestişkâran-ı Fikret”
Bu sözlerin günümüz Türkçesiyle anlamı şudur: Anma ziyaretinde bulunmakla kıvanç duyan Fikret hayranları. Fikret’e hayranlık duyan bir dönemin gençliği içinde Mustafa Kemal de vardı ve o büyük şairin düşüncelerini eyleme geçirecek yüksek bir dehaya sahipti. Fikret’in o zaman en çok yankı uyandıran; Sis, Tarih-i Kadim, Ferda (Yarın) vb. şiirlerini Atatürk ezberlemiş ve yutmuştu. Konuşmalarında Atatürk’ün sık sık Fikret’ten alıntılar yaptığına ve onun şiirlerini okuduğuna şüphe yoktur. Fikret’in yaşadığı dönemin eksiksiz bir tablosunu çizen Sis, Türk edebiyatının önde gelen başyapıtlarından biridir. Yahya Kemal’in bu şiirden “Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis’i” diye söz etmesi bir rastlantı değildir. İstanbul’un ufuklarını gittikçe artan bir beyaz karanlık içinde bırakan inatçı bir sis kaplamıştır:
Sarmış yine afakını bir dud-ı muannid
Bir zulmet-i beyzâ ki peyapey mütezayid.
Bu inatçı sisin baskısı altında ne varsa yok olmaktadır. Kentin insanları riya, kıskançlık, ahlaksızlık ve çıkar ilişkileriyle kirlenmiştir, içinde barınan milyonla insandan alnı açık çıkabilecek kaç kişi vardır? Debdebeler, tantanalar, şanlı alaylar, katil kuleler, kaleli-zindanlı saraylar, dişleri düşmüş yıkık surlar vb. Sis’in temel malzemesini oluşturmakta ve sonunda İstanbul, bin kocadan arta kalan bir dula benzetilmektedir. Öyle ki o, örtünmesi ve sonsuzluğa kadar uyuması gereken bir kötü kadındır. Fikret ancak, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra söylediklerinden pişmanlık duydu ve “O melanet gecesinden” uzakta olduğumuz için İstanbul’u “Sen şereflisin ulusun” diyerek yüceltmekten geri kalmadı. Ama ne var ki Fikret umduğunu bulamadı. Çünkü şimdi de İstanbul, efendilerin doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yedikleri, yağma sofralarının kurulduğu bir mekâna dönüşmüştü. Atatürk’ün, “Dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin anası” olarak gördüğü Tarih-i Kadim’de Fikret; insanı ezen, tutsak eden, savaş, zulüm, baskı, taassup ve haksızlık gibi her şeye başkaldırmıştır. O, tarihi “Beşerin köhne sergüzeşti” olarak niteler. Fikret’e göre insanlığın köhnemiş serüvenini anlatan tarih, biraz filozofa, biraz sırtlana, biraz hortlağa benzemektedir, insanlığın bu korkunç ve kanlı serüveninde din, inanç, gelenek ve mitler de belirleyici bir rol oynamaktadır. Ancak insanlık gerçek özgürlüğe savaşsız, baskısız ve sultansız bir dünyada ulaşacaktır. Gençliğe verilen değer konusunda Fikret ve Atatürk tam bir uyum içindedirler. Fikret’in Ferda’sıyla Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’si arasındaki koşutluk, tarihimizin bu iki büyük insanının nasıl ortak bir paydada buluştuklarını somut olarak ortaya koymaktadır. Her iki insanımız da gençliğe büyük değer vermekte, güven duymakta ve onun ağır sorumluluklarını dile getirmektedirler. Fikret de, Atatürk de gençliği geleceğin büyük umudu olarak görmektedir. Fikret ülkenin geleceğini, Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni gençliğin sorumluluğuna bırakmıştır. Fikret: Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; Durmak zamanı geçti; çalışmak zamanıdır. Derken Atatürk de her fırsatta gençliğin görev ve sorumluluklarını dile getirmiş, elde edilen sonucu “rejimin ve inkılapların bekçisi” olan gençlere emanet etmiştir.
Fikret’in ruhu ve felsefesinde özgürlük kavramı, vatan-millet sevgisi, insanlık değerleri iç içe girmiştir. Özgürlük sözünün anlamı Fikret’te çok derindir. Ona göre özgürlük, vicdanın her çeşit baskıdan kurtulması anlamına geliyordu. Atatürk ise daha 1906 yılında özgürlüğü “her terakkinin ve kurtuluşun anası” olarak tanımlıyor, vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal’in dizelerini TBMM kürsüsünden haykırıyordu. Fikret’in yaşam felsefesinin özünü oluşturan “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” dizesi Atatürk tarafından “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” biçimine sokularak Cumhuriyet dönemi eğitim anlayışının temel bir ilkesi haline getirilmiştir. Bugün 19 Ağustos… Fikret’in sonsuzluğa göçüşünün 85. yıl dönümü. Bugün İstanbul’da olacak Zeynep ve Ezgi’yle, bizden önce bu yokuşu tırmanan nice insanımızı düşünerek, anarak Aşiyan’a tırmanacağız. Elbette Dr. Rıza Tevfik’in dizelerini de unutmadan:
Dediler ki ıssız kalan türbende,
Vahşi güller açmış!.. Görmeye geldim;
O hücra cennetin hakine ben de
Hasretle yüzümü sürmeye geldim.
Prof. Dr. Zeki ARIKAN, 19 Ağustos 2000, Cumhuriyet Gazetesi