‘Tek Adam’ı Yeniden Okurken

Son günlerde hazırladığım bir yazıyla ilgili olarak Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’ının ciltlerini bir kez daha karıştırıyorum. Bu ülkenin milli eği­tim politikasında yetki kullanabilecek biri olsaydım, Tek Adam’ı bütün liseler için zorunlu ders kitabı di­ye öngörürdüm. Bugünkü tarih dersi kitaplarında yer alan ve daha ilk sınavın ardından hemen unu­tulmaya yargılı bir sürü Orta Asya hanlığının adları­nı ezberletmek yerine ‘Tek Adam’ı kaynak göster­mek, yeni yetişmekte olan kuşaklarımıza ulus ve Türklük bilincini kazandırma bağlamında hiç kuşku­suz çok daha etkili olurdu. Kimi zaman bazı yazılarımı ‘fazla Atatürkçü’ya da ‘Kemalist’ bulanlar var. Öylelerine yanıt olarak Ata­türkçülüğü ya da Kemalizmi ‘fazla’ kaçırmayalım derken nerelere gelmiş olduğumuzu anımsatmak, sanırım yeterli olacaktır… Yolumuz, Atatürk döneminin bütün dünyaya say­gınlık aşılayan gencecik cumhuriyetinden, düzme­ce çöl fatihlerinden neredeyse azar işitenlerin yönetimindeki bir ülkeye uzanmışsa eğer, bu ancak Atatürk’ten ve Kemalizm’den çok fazla değil, tam aksine, artık çok az söz eder olduğumuz anlamına gelir. Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’ı düşünü­lebilecek en zavallı, en haysiyetsiz bir biçimde çö­ken bir imparatorluğun, mütareke döneminde na­zırları bile düşman subaylarının ayağına çağrılıp azarlanabilecek kadar onurunu yitirmiş bir sözde devletin yıkıntılarından dört beş yıl gibi inanılmaz kı­sa bir sürede yepyeni ve güçlü bir cumhuriyetin ha­murunu yoğurabilmiş bir yalnız dâhinin yine inanıl­maz gelen, fakat her satırı gerçekten yaşanmış des­tanıdır.

Milli Mücadele öncesinin Mustafa Kemal’i, tam anlamıyla yalnız bir dâhidir, bir tek adamdır; çünkü ülkenin o günkü koşullarında gerçekten bir şeyler yapılabileceğine, ulusun onurunun kurtarılabileceğine inanan tek insan odur. Öyle ki o günlerde ya­kın çevresinde bulunan, sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk kadrolarında çok değerli hizmetleri gö­rülecek, yurtsever ve iyi niyetli arkadaşlarının ara­sında bile karamsar olmayanı, Mustafa Kemal’in düşüncelerinin başarı şansını kuşkuyla karşılama­yan yok gibidir. Son günlerini yaşayan İttihat ve Terakki iktidarı, Enver’i, Talat’ı ve Cemal’iyle, yalnız kısır görüşlü­lüğün temeline dayanmış, serüvencilerin egemen­liğinde bir gaflet yönetiminden başka bir şey değil­dir.

İttihat ve Terakki’den sonra ise devir, artık ‘‘Ordu tamamen terhis edilse geride yalnızca jandarma gücü kalsa, çok rahat ederiz” diyebilecek kadar benliğini yitirmiş harbiye nazırlarının devridir. Devir artık “Londra’ya gidip tanıdıklarıma söyler ve mütareke şartlarını yumuşatırım” diyebilecek kadar siyasal gerçeklerin uzağına düşmüş Damat Ferit’lerin devridir. Ve böyle bir devirde, koca bir imparatorluk yıkın­tısının orta yerinde, gerçekleri görebilen, düşünen ve sonunda içine hiçbir serüven kokusunun karış­madığı gerçekçi düşünceleri doğrultusunda eyleme geçen tek adam Mustafa Kemal’dir. Ona göre yapılması gereken, daha baştan belli­dir: Anadolu’da bir milli hareketi başlatmak; savaş­lardan ve savaşlarla birlikte gelen yıkımlardan artık ölesiye bezmiş bir ulusu, onurunu kurtarabilecek tek gücün yine kendi içinde yattığına inandırıp şahlan­dırmak.

Yaman bir girişimdir bu. Ve Mustafa Kemal, da­ha kısmen İngilizlerin, kısmen de Pontus çeteleri­nin egemenliğindeki Samsun’a ayak bastığı anda ne çetin bir sınavla karşı karşıya olduğunun bilinci­ne varır. Samsun-Havza yolunda çift süren bir köy­lüden aldığı yanıt, hiç iç açıcı değildir: “Şimdi benim vatanım da yurdum da aha şu tarlanın ucu. Düşman ora gelinceye dek benden hayır bekleme…“

Mustafa Kemal, bu ulusu şahlandırır, bu ulustan çıkardığı ordularla İstiklal Harbi’ne girer ve inanılma­zı başararak yeni bir devletin, daha ilk baştan say­gınlığına herkesin parmak ısıracağı bir devletin ku­rucusu olur. Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’ı işte bu inanılmaz iradenin yol öyküsüdür ve o öy­kü, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde bugünü yaşamakta olan herkesin de ya­kın geçmişidir.

Tarih bize, yüzyılların akışı boyunca ancak kendi geçmişlerine layık olabilmiş, o geçmişi hakkını vererek değerlendirebilmiş toplumların bir geleceği olabildiğini gösteriyor. Enver Paşa’nın cenazesi devlet törenleriyle Tür­kiye’ye getirilip toprağa verildiğinde bu olay, en yük­sek ağızlardan bile: “Tarihimizle barışmak” diye yo­rumlanmıştı. Bundan böyle tarihimizi önce yeterince anlayıp, ondan sonra barışmayı denesek nasıl olur?


Ahmet Cemal, 17 Kasım 1997