’Tanığın’ Adı, Falih Rıfkı…

Ulus gazetesini, ben İnönü Cumhuriyeti’nin resmî organı olarak tanıdım: istersen tanı­ma: Peder, Ilgın kaymakamı; gazete eve ister iste­mez giriyor; Fâlih Rıfkı Bey, gazetenin başmuhar­ririydi, imâlarla yüklü, çetrefil, fakat okuması insa­nı saran bir üslûbu var. Gazetenin, daha önceki adının ‘Hâkimiyet-i Milliye’ olduğunu babamdan; Sivas’daki ilk çıkışında ‘İrâde-i Milliye’ olduğunu ise sonraki yıllardaki araştırmalarımdan öğrene­cektim. Acı ama gerçek, ‘Hâkimiyet-i Milliye’ ismi­nin -ki ulusal egemenlik demektir- ‘Ulus’a çevril­mesi bile, Müdafaa-ı Hukuk Doktorini’nin, za­manla nasıl aşındırıldığını pek güzel gösterir. ‘Hâkimiyet-i Milliye’ bir devrimin anlamıdır, uğruna savaşılan bir ideal; ‘Ulus’ dediniz mi, o, sadece sos­yolojik bir ‘gerçek’tir.

O yıllar, İnönü Cumhuriyeti yılları!.. o düzenin na­sıl bir ‘totaliterlik’ olduğunu (1938/1950), İsmet Paşa’yı ‘muhalefet lideri’ olarak tanımış kimsele­re anlatmak ne kadar zor! O buğulu yeşil gözlü kız, ‘dönemi’ anlatan bir romanımı (O Karanlıkta Biz) oku­muştu, okuduklarına inanamıyordu. Ona ne yap­tım biliyor musunuz? Aynı Ilgın yıllarında, ilkokul ço­cuklarına ezberletilen, törenlerde okutulan bir şiirin ilk dörtlüğünü okudum, aynen şudur:

“İnönü’nde komutan / tarihe andaç Lozan / Hem bilgin, hem kahraman / İsmet İnönü!”

Totaliter rejim, na­sıl Gâzi Mustafa Kemal’i, inkılâpçı hüviyetinden soymuş, onu Ebedi Şef olarak putlaştırmışsa; İs­met Paşa’yı da, ‘hem bilgin, hem kahraman’ diye öyle ‘putlaştırıyor’, onu bir Millî Şef görüntüsü ha­linde, ilkokul çocuklarının hafızasına nakşediyordu.

‘Hem bilgin, hem kahraman’ öyle mi?

Bunun gerçeğini saptamak için, Paşa’nın DP’li ya da AP’li karşıtlarına başvurmamız gerekmez; onun son de­rece yakınında yaşamış, Anadolu İhtilâli’nın ‘sol­cu Kemalist’ iki ünlü yazarını, şöyle biraz karıştırıvermeniz kâfidir demiştim ya, bunların ilki Fâlih Rıfkı Atay’dır.

‘İleri bir Tanzimatçı…’

Fâlih Rıfkı, ‘Zeytindağı’ndan velinimeti sayılan Cemâl Paşa’yı, hangi ısırıcı objektiflikle anla­tıyorsa: ‘Çankaya’da Gâzi’yi de, -ve sırası geldik­çe- İsmet Paşa’yı da aynı ısırıcı objektiflikle anla­tır; önce hakkını teslim ederek, der ki meselâ:

“… demiryolu politikası onundur. Bütçe denk­liği onundur. Yabancı şirketleri millileştirmek ve yabancı imtiyazları tasfiye etmek, sonra dev­letleştirme gayretlerine girişmek gibi, hatıra gelebilecek birçok teşebbüsler onundur.”

Öyledir ama, Fâlih Rıfkı’ya göre:

“… Kuva-yı Milliye Devri, İnönü’nün ilk ordunun kuruluşun­daki müstesna kumanda hizmetleri ve kuman­da faaliyetleri dışında, Atatürk’ündür, İsmet Bey, hiçbir zaman bir ihtilâlci olmamıştır. (…) Atatürk onu arayıp bulmasaydı, onun kendi normal mes­lek hayatı içinde ne olacaksa onu olup, ömrü­nü öyle tamamlayacağına hükmetmek doğru olur”, çünkü, “ … o bir nizam adamıdır, bir hiye­rarşi adamıdır, ileri bir tanzimatçıdır. Pek ça­lışkandır. Binbir incelemeden geçirmedikçe, hiçbir mesele üzerinde karar vermez”: neden mi, bakın neden:

“… Atatürk’le farklarından biri de, birincisinin (yâni Gâzi’nin) hiç bürokrat olmama­sı; İkincisinin, (yâni İsmet Paşa’nın) fazlaca bü­rokrat olmasıdır.” (Fâlih Rıfkı Atay, Çankaya II. Cilt, s. 471/472).

Şu birkaç satır içinde, üç belirgin vasıf derhal dikkati çekmiyor mu? ‘İleri’ bir ‘Tanzimatçı’, ‘faz­laca bürokrat’, üstelik ‘hiçbir zaman ihtilâlci olma­mış!’

Böyle bir kişiliğin, Anadolu İhtilâli’ni ve İnkılâbı’nı ‘dondurmasına’, onu ‘totaliter bir bürok­rasi egemenliği’ haline sokmasına, şaşmalı mı?

Cevabı aranan soru hangisidir?

30’lu yılların ikinci yarısında, ikisi de birbirinden şikâyetçidir. Gâzi ve çevresi, İsmet Paşa’nın kılı kırk yaran ‘müvesvisliğinden’, devleti daima halkın üstünde tutmasından; kamu yönetimini, devlet kapitalistliğine, giderek ‘totaliterliğe ’ dönüştürmek istemesin­den; İnönü ve çevresi ise, Gâzi’nin ‘etrafındaki zevat’tan, İş Bankası Grubu’nun ekonomiyi ele alış tarzından, vs!.. İsmet Paşa, ‘nüfuz ticareti’nin alıp yürüdüğünü ileri sürüyor; dolaylı olarak, Gâzi ve çev­resini ‘affairisme’le (nüfuz ticareti) suçluyordu; gerçekte, hiyerarşiye bağlı bürokrat kafasıyla gö­remediği oydu ki, Anadolu İhtilâli eğer gerçekten demokrasiye açılacaksa, bu hem ‘sivil’ hem ‘libe­ral’ olacak demekti; ‘nüfuz ticareti’ ve benzeri re­zilliklerse, ‘sivil ve liberal’ toplumların, neredeyse olmazsa olmaz bir koşulu!..

Bundan ne mi çıkar?

İki şey:

1/ Gâzi, İsmet Paşa’yı, onun bürokratik oligarşisini, ‘Anadolu İhti­lâli ve İnkılâbı’nın başlangıçtaki gayelerine uyamadığı için değiştirmek ihtiyacını duymuştur; yeni Tür­kiye burjuvazisini oluşturmaya yönelen İş Banka­sı Grubu’nun ‘halkçı’ (demokrat liberal) bir ‘idare­yi’ gerçekleştirmeye daha yatkın olacağını düşü­nüyordu.

2/ İnönü, ‘sivil ve demokrat’ değil, ‘bü­rokratik’ bir ‘seçkinler oligarşisi‘nden yanaydı; ni­tekim, ordunun gizli müdahalesi, ‘Mareşal Fevzi Çakmak’ın ‘ağırlığı’ ile ‘Millî Şef’ olduğu andan iti­baren, ‘İhtilâl ve İnkılâbı’ kendi anlayışına göre don­durmuş; daha da dehşet verici olanı, gerçekleştir­diği modele, ‘Atatürkçülük’ adını vermiştir. Acaba Gâzi Mustafa Kemal Paşa onun gibi bi­risi, yâni ‘ileri bir Tanzimatçı’, ‘fazlaca bürokrat’ bir Osmanlı Paşası olsaydı; acaba bütün idarenin halkın eline verileceği, lâik ve demokratik, en önem­lisi anti/emperyalist bir ihtilâle ve inkılâba kalkışır mıydı? Cevabı bulunması gereken, asıl soru bence budur!


ATTİLÂ İLHAN, 30 Haziran 1997