Tam Bağımsız, Alnı Açık, Başı Dik Bir Millet Olmanın Onurunu Taşıdığımız Dönem
Sevgili Okurlar,
Dünya savaşına girildiği yıllarda Anadolu ve Rumelinde bu günkü sınırlar içerisinde kalan – yaşayan nüfusumuz 12 milyon civarındaydı. Birinci dünya savaşı sonunda bu rakam 8 milyona indi. Bu nüfusu da meydana getirenler genelde yaşlılar, çocuklar, kadınlar ve sakatlardı. Nitekim 10. Yıl marşında “10 Yılda 10 Milyon genç yarattık her yaştan” sözleri bu nüfus eksikliğinin genç nüfusla giderilmesi sonucu Türk milletinde duyulan büyük bir mutluluğun çığlığı gibiydi.
1905-1918 yılları arasında sadece Yemen’de kaybedilen asker sayımız resmi rakamlarla 1,5 Milyonun üzerindeydi. Bu rakama Arap yarımadasında Suriye’de Irak’ta ve diğer Arap topraklarında Arap çeteleri tarafından kalleşçe arkadan hançerlenerek şehit edilen ve karınlarında altın aranan Mehmetçikler dahil değildir.
Atatürk’ü eleştiren yazılarıyla tanınan “Bozkurt” yazarı H.C. Armstrong “Türkiye Nasıl Doğdu” isimli kitabının esaret yıllarında geçen bölümünde Arapların Türklere karşı takınılan tavırları ve yapılan eylemleri şöyle anlatır:
“Ara sıra Türk askerleri geçiyor ve Bağdat’a gidiyorlardı. Araplar bunlara dikkat ediyor ve fırsatı buldukça onları öldürüyor veya soyuyorlardı. Bunun için yolda bir çok Türk askerinin cesedine rast gelmiştik. Bunlar yol üzerinde boğazı kesik bırakılmışlardı. Bu zavallıları Anadolu’daki karıları hevesle bekliyor, onlardan bir haber almak için çırpınıyorlardı. Kendilerine az yemek verilen, kötü yönetilen, perişan elbiseler giydirilen bu Türk askerlerinin serbestliği, bizim esaretimiz derecesinde kötüydü”
İşte Türk nüfusu bir de böyle eridi gitti. Kırk yılda yetiştirebildiğimiz eğitimli bir neslin bir bölümünü de bu savaşlarda kaybettik.
Sevgili Okurlar,
Devşirme Sadrazamların, vezirlerin ve devletin her kademesine yerleştirilmiş diğer devşirmelerin idaresinde Türkler yüzlerce yıl zulüm yaşamışlardı. Şeriat yasalarının gereğine bağlı Osmanlı yönetim anlayışının çarpıklığından doğan, vatandaş ayrımcılığında ki uygulamaların bir sonucu olarak Türkler fakirleştiler. Türkler asker, memur ve köylüyken; gayrimüslimlerin tarım dışında kalan kentlileri, özellikle 19. yy’dan itibaren Batıyla uyum sağlamışlar; ticaret ve çeşitli zanaatlarla Batıyla ticaretlerini geliştirmişler, daha da zenginleşmişlerdir.
Bunun doğal sonucu olarak toplam sanayi kuruluşlarının %75.3’lük çoğunluğu gayrimüslim veya yabancı uyruklu özel sektöre ait bulunmakta, geri kalan %24.7’sini Devlete ait, çoğu askeri fabrikaları teşkil etmektedir. Bunların önemli bir bölümü ise İstanbul ve çevresinde toplanmıştır. Askeri fabrikaların üretimi dokuma, elbise, teçhizat ve cephaneye yönelmişti. Top, makineli tüfek, tüfek imal edilemediği gibi deniz kuvvetleri için büyük tersane de mevcut değildi.
Mustafa Kemal 9 Eylül’de İzmir’e girerken “Esas mücadele bundan sonra başlıyor” derken, girişilecek işin zorluğunu ve eldeki olanakların yetersizliğini düşünerek böyle söylüyordu. Yapılacak işler ve gerçekleştirilecek dönüşümler, ulusal birlik temelinde yükselecek yurtsever bir toplumsal iradeyi ve süreklilik gösteren devrimci bir kararlılığı gerekli kılıyordu. Söylenen buydu. Türk ulusu, hemen herkesin hayal olarak gördüğü hedefler için mücadeleye çağrılıyordu.
“Bir ulus varlığını ve haklarını korumak yolunda bütün gücü ile, bütün görünür görünmez güçleriyle ayaklanmış ve karara varmış olamazsa, bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz” Mustafa Kemal’in bu sözlerle ifade ettiği anlayış, yapacağı işlerin ve varacağı hedefin temel eksenidir.
Sevgili Okurlar,
Atatürk İzmir de Halkla yaptığı bir açık oturumunda nüfusumuzun azlığından yakınıyor ve şöyle diyordu:
“Bir kere insan bulmak lazımdır. Biliyorsunuz ki bizim memleketimiz Almanya’dan iki kere büyüktür. Almanya’nın iki mislidir. Halbuki Almanya’nın belki, 70-80 milyon nüfusu vardır. Bizim 8 milyon nüfusumuz vardır. 80 milyon nüfusa malik olan bir memleketin iki mislinde 8 milyon nüfus vardır (yaklaşık). O halde bu koskoca memleketi bu 8 milyon işleyemez, işletemez..”
Atatürk, devamla memleketin yolu olmadığından bu nedenle Konya’daki Köylünün buğdayını İzmir’e satamadığından ve İzmir’deki vatandaşın da yılda 1,5 Milyon lira vererek ihtiyacı olan buğdayı Amerika’dan aldığından bahseder.
Cumhuriyet kurulduğunda nüfusun %90’a yakını köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde yaşayan, ürettiğini tüketen ve yoksulluk sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle durumundaydı.
Mustafa Kemal 19 Ocak 1923 de İzmit’te yaptığı konuşmada ülkenin yoksulluğunu şu sözlerle açıklıyordu; “Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin Kuzey’den Güney’e kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir; baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiç bir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; Memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıplaktır.”
Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri oluşmamıştı. Petrol sadece gaz lambalarında kullanılıyordu. Makineli tarım, motor, enerji santralleri, fabrikalar, atölyeler, para piyasaları, bankalar, ticari kurumlar Türk toplum yaşamına henüz girmemişti. Tren Eskişehir’den Ankara’ya ancak 22 saatte gidebiliyordu.
Şehirler birbirleriyle doğru dürüst bağlantısı olmayan büyük köyler durumundaydı. Isınma; tandır, mangal ya da kürsü denilen bir tür sobayla yapılıyordu. Evlerde sıhhi tesisat yoktu. İçme suyu ilkel su kuyularından karşılanıyordu. Çamaşırlar, şehre yakın çay adı verilen küçük dere kıyılarında, çamaşır kazanlarının kaynadığı söğüt diplerinde, sabun yerine kil kullanılarak ve tokaçla dövülerek yıkanıyordu. Otomobil, kamyon, tramvay gibi araçlarla, toplu taşımacılık gibi kavramlar Anadolu’da bilinmiyordu. İnsanlar ulaşım aracı olarak at, eşek başta olmak üzere, şehirler arasında kağnı, şehir içinde ise yaylı, körük ve london denilen at arabalarını kullanıyorlardı. Vali ya da Jandarma komutanının manyetolu telefonundan başka hiç bir kişi ve kuruluşta telefon yoktu.
Sevgili Okurlar,
Düşmanlarımız da bu durumu biliyor Türk Milletinin bu durumun içinden çıkmasının mümkün olamayacağına inanıyordu. Nitekim Lozan dönüşü İsmet Paşa şunları anlatıyordu:
– Lozan Üniversitesinin merasim salonunu terk ediyorduk. Bize Lozan’ı belki bir kat daha çetinleştirmiş olan Lord Curzon tam kapının ağzında koluma girdi ve bana “Genç Türkiye Devletinin genç kumandanını ve genç diplomatını her iki zafer için de tebrik ederim” dedi. Sonra şöyle devam etti:
“Generalim, kapitülasyonlardan tutunuz da akla gelen veya gelmeyen ve sizce engel sayılan birçok şeylerden memleketinizi kendi tabirinizle kurtardınız. Ben de nihayet görüyorsunuz ki bütün bunlara evet dedim. Fakat hiç düşündünüz mü ki, “BUNDAN SONRA NE YAPMAK İSTERSENİZ YİNE BİZLERE MUHTAÇ OLACAKSINIZ” Burada Lord Gürzon sağ elinin başparmağıyla işaret parmağını birkaç defa birbirine sürttükten sonra: “İŞTE O ZAMAN PARAYI VERİRKEN ŞİMDİ KAZANDIKLARINIZI BİZLERE İADEYE MECBUR KALACAKSINIZ”
Lord Curzon’nun güvendiği yoksulluk böyle bir yoksulluktu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu yoksulluğa ve hızla kalkınma isteğine karşın Batı’dan, Curzon’nun, düşündüğü anlamda hiç bir şey istemedi. 1938’e dek, bağımlılık doğuracak hiçbir ilişkiye girilmedi. Ancak bu tarihten özellikle de 1945’den sonra, Türkiye’yi yönetenler, ülkeyi adım adım Emperyalizmin uydusu haline getirdiler.
Sevgili Okurlar,
Cumhuriyetin ilk yıllarının ekonomik verileri ise şöyle idi: Adam başına gayrisafi milli hasıla 65 dolar, yani 108 Türk lirasından ibaretti; gayrisafi milli hasılanın %67 sini tarımsal gelirler, %23 ünü hizmet sektörü gelirleri, %10’unu ise sanayi sektörü gelirleri teşkil ediyordu.
Aç perişan, yaşlılardan, kadınlardan ve çocuklardan ibaret bir nüfus.. Yüksek öğretimden mezun olan gençler 1. Dünya savaşında kırılmış… Bir ocağa 5-7 11 ateş düşmüş 3,5 milyon genç şehit veya kayıp olmuş, sakat kalmış.. Yarısı yıkılmış, yüzyıllardır dönmelerin devşirmelerin elinde inim inim inlemiş fakir kalmış topraklar üzerinde yeni bir Cumhuriyet kurmuşuz..
Kaba bir hesapla bitmiş ve tükenmiş bir millet iken Topraklarımızı tesislerimizi bankalarımız geri satın almışız.
(Bu gün satanlar acaba bu satırları okurken mahcup olurlar mı?)
1919-1939 uygulamalarıyla; kendi kararını kendi alan, kendine yeten, sorunları ve başarıları eşit olarak paylaşmayı amaçlayan, bağımsız ve özgür olarak barış içinde yaşayan ve geleceğe umutla bakan bir toplum yaratılmıştı. Atatürk’ün yarattığı gerçek, Tanzimat ya da AB – IMF batıcılığından çok başka bir şeydi. Atatürk bu gerçeği 1935 yılında şöyle açıklıyordu:
“Akdeniz’i Karadeniz’e demirle bağladık. Anadolu’da özel şirketler elindeki bütün demiryollarını satın aldık. Birçok ülke dünya ekonomik bunalımı karşısında sarsılmış ve umutsuzluğa düşmüşken, biz bu kapsamlı yıkım karşısında asla irkilmedik. Yurdun ekonomisini yeni bir düzene yöneltmiş bulunuyoruz. Ulusal ticareti düzenleyerek iç pazarı hareket geçirip, kendimizi korumayı başardık. Asıl önde tuttuğumuz iş, geniş bir endüstri programını gerçekleştirmeye başlamak oldu. Görüyorsunuz ki yepyeni bir planlı ekonomi düzeni kurmakla uğraşıyoruz.”
“Batılılaşma” ve “yenileşme” adına sürdürülen Tanzimat uygulamaları, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamaya götürürken, tam bağımsızlığı hedefleyen tam bağımsızlıkçı dönem yoksunluklar içinden ulusal egemenliğine “kıskanç” bir biçimde bağlı yeni bir ulus yaratmıştı. Türk Ulusu, Tanzimat döneminin ustalıklı kopyaları olan günümüz uygulamalarıyla yeniden yoksulluk ve “çaresizlik” içine düşmüştür. Ulusal kaynaklar bugün, halkın değil yabancıların kullanımına bırakılıyor; halkın gereksinimlerine yanıt verecek hiçbir uygulama yapılmazken, yapılmış olanlar teker teker ortadan kaldırılıyor. 15 yıllık Atatürk iktidarı döneminde yapılanlar yalnızca başlıklar olarak sayılsa bile uzun bir liste ile karşılaşılır.
Sevgili Okurlar,
1923-1938 arasında şu işler gerçekleştirilmiştir:
Demokratik bir anayasayla halk egemenliği üzerinde yükselen, yeni bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet yönetimine geçildi
– Saltanat ve hilafet kaldırıldı
– Kapitülasyonlara son verildi
– Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, laiklik ilkesi yerleştirildi
– Köylüye toprak, makine tohumluk v.b. dağıtıldı, tarım okulları, tohum ıslah istasyonları, örnek devlet tarım çiftlikleri kuruldu, Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı, Ziraat Bankası aracılığıyla köylüye kredi olanakları arttırıldı
–Duyun-u Umumiye’nin elindeki petrol, tuz, şeker, kibrit, tütün tekelleri devlet tekeli haline getirildi
– Üretim ve tüketim kooperatifleri kuruldu, kooperatifçilik teşvik edildi
– Dış ticaret devletleştirildi
– Ülkenin sanayileşmesi için KİT ler kuruldu (Sümerbank, Etibank, TKİ, M.T.A. v.b.)
– Milli nitelikli özel girişimci teşvik edildi
– Özellikle liman şehirlerinde, çok büyük bölümü azınlıklardan oluşan tüccarlara ağır vergiler getirildi
– 5 yıllık kalkınma planları yapıldı ve uygulandı
– ÖŞÜR vergisi kaldırıldı
– Tekke ve tarikatlar kapatıldı
– Eğitim birliği temelinde eğitim parasız hale getirildi ve yaygınlaştırıldı
– Halkın kültürel gelişimi ve örgütlenmesi için Halkevleri kuruldu
– Köy aydınlanması ve toprak sorununu çözme amacıyla köy enstitüleri planlandı ve sonra uygulandı
– Millet mektepleri açıldı, okuma – yazma seferberliği ülkenin her yanına yayıldı
– Fikir ve Sanat Eserlerini Koruma Yasası çıkarılarak, tarihsel ve kültürel değerler koruma altına alındı
– Medeni Kanun kabul edilerek vatandaşlık hakları yerleştirildi
– Yeni ticaret yasası çıkarıldı çağdaş ticari kurumlar kuruldu
– Soyadı Yasası çıkarıldı
– Ulusal bankacılık geliştirildi, İş Bankası, Emlak Bankası kuruldu
– Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları kurularak, ulusal tarihe ve Türkçe’ye sahip çıkıldı
– Uluslararası takvim ve saat kabul edildi
– Kabotaj hakkı millileştirildi, yerli üretim gümrük korunmasına alındı
– Arapça yazıdan vazgeçildi, latin alfabesi getirildi
– Toprak Yasası çıkarılarak aşiretlerin bir kısım arazileri kamulaştırılıp, yoksul köylülere dağıtıldı
– Kılık Kıyafet Yasasıyla peçe çarşaf, sarık, fes v.b. kaldırıldı
– Ağırlık ve mesafe ölçüleri uluslararası standartlara getirildi, okka, dirhem, arşın v.b. yerine kg., gr., metre v.b. kabul edildi
– Enerji santralleri, barajlar, şeker, çimento ve tekstil fabrikaları kuruldu
– Hafta tatili Cuma’dan Pazar’a alındı
– Ordu modernleştirildi
– Kadın hakları geliştirildi, seçme seçilme ve çalışma hakları getirildi
– Kültürel gelişme devlet desteğine alındı, Devlet Tiyatro Bale ve Operası kuruldu
– Yeni üniversiteler açıldı
– Büyük adli reformlar yapıldı, mahkeme çeşitliliğine son verildi, çağdaş hukuk kurumları getirildi, mecelle kaldırıldı
– Defin ve mezarlık işleyişi düzene sokuldu
– Madenler devletleştirildi
– Ormanlar ve göller kamulaştırıldı ve korumaya alındı
– Gerici ve ayrılıkçı isyanlar bastırıldı
– Barışçı dış politika egemen kılındı, özellikle komşu ülkelerle dostça ilişkiler geliştirildi
– Duyun-u Umumiye borçları düzenli olarak ödendi
– Karşılıksız para basılmadan, denk bütçe her yıl gerçekleştirildi
– Halk sağlığı ve kitle sporu geliştirildi, hastaneler, hemşire okulları ve spor tesisleri yapıldı
– Türk tarihinin ilk nüfus sayımı yapıldı
– Toprak envanteri çıkarıldı, kadastro örgütü kuruldu
– Sivil havacılık geliştirildi, uçak sanayi yatırımlarına özel önem verildi
– iletişim yatırımları yapıldı, radyo, telgraf ve telefon işletmeleri kuruldu, devlet posta örgütü yeniden yapılandırıldı.
Sevgili Okurlar,
Bu yapılanlardan sadece ikisini açıklayalım
1-Osmanlı Borçların Harp tazminatı ödetememişler ancak Osmanlıyı yıkılışa götüren borçları yok ve yoksul halimize rağmen ödemeyi kabul etmişiz. Çünkü biz onurlu bir milletiz. Lozan’a bağlı olarak Milletler Cemiyetinin aracılığıyla 13 Haziran 1928’de Paris’te yapılan anlaşmaya göre Türkiye, 82.456.337 lirası ana para olmak üzere toplam 107.528.461 altın lira tutarında Osmanlı borcu devralmıştır. Yine anlaşmaya göre, 1920 da başlayan ilk 7 yılda her yıl 2 milyon, 1936-42 döneminde 2.880.000, 1943-47 arasında 2.780.000, 1948-52 döneminde 3.180.000, 1952 de sonra da 3.400.000 altın lira yıllık borç taksidi olarak ödenmişti.Memlekette bir yerden bir yere ulaşım neredeyse bulunmamaktayken 15 yılda Türkiye Demir yolları ve Kara yolları ile birbirine bağlanmıştır. 1925-33 sonuna kadar 2048 kilometre demiryolu yapılmış, Sivas, Malatya, Samsun ve Kütahya’dan, Balıkesir’e ulaşılmıştır. 1933-38 yılları arasında da yapılan demiryolları 963 kilometredir. Cumhuriyetin XV. yılında devletin işletmekte olduğu demiryolu uzunluğu 6719 kilometredir. Osmanlı devletinden kalanlar, yabancı şirketler tarafından yapılmış 3350 kilometre idi. Bunlar tamamen Cumhuriyet hükümeti tarafından satın alınmıştır.
Aynı zamanda köprü işleri ve karayollarına da mali imkanlar nispetinde önem verilmiştir. 15 yıllık Cumhuriyet devrinde yeni yapılan 84 köprünün uzunluğu 6.465 metredir.
Bütün mali güçlüklere rağmen, ecnebi şirketler (1928-1938 yılları arasında) satın alınarak millileştirilmişlerdir.
Bunlardan demiryolları şunlardır:
Anadolu Demiryolları işletmesi (1928)
Mersin, Tarsus, Adana işletmesi (1929)
Bursa, Mudanya (1931)
İzmir, Afyon ve Manisa, Bandırma işletmesi (1934)
Aydın demiryolu işletmesi (1935)
Şark demiryolları işletmeleri (1937),
Diğerleri de tarih sırasına göre şunlardır:
Haydarpaşa liman işletmesi (1928)
İstanbul rıhtım işletmesi (1933)
İstanbul telefon işletmesi (1936)
İstanbul Elektrik işletmesi (1938)
İstanbul Üsküdar-Kadıköy tramvay işletmeleri (1938)
Ereğli Liman, Zonguldak Çatalağızı demiryolu ve kömür madeni işletmeleri (1937)
İzmir Telefon işletmesi (1938).
Bu satın almalar 1938 den sonra da devam etmiştir.
Sevgili Okurlar,
1923-1938 arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti gümrüklerinin sahibiydi; deniz ve limanlarına egemendi; gümrük rejimini, vergilerini ve resmlerini ulusal çıkarlara göre saptayabiliyordu; yatırımlarını kendi ekonomik çıkarlarına göre özgürce belirleyebiliyordu; iç ve dış siyasette hiçbir ülkeye bağımlılığı yoktu; yabancı devlet uyrukluları Türk yargısına bağlı olarak yargılanıyordu; ülke yabancılar için açık bir sömürge pazarı olmaktan kurtarılmış Türkiye itibar kazanmış. Uluslar arası arenada dünyanın en saygı duyulan devletlerinden birisi haline gelmişti.
İngilizlerin ünlü gazetesi The Times’ın 1938’deki, yani 77 yıl önceki bir Pazar ilavesinde çıkan “Yeni Türkiye” başlıklı yazısında şunları yazıyordu:
“Avrupa’nın Hasta Adamı’nı birkaç yılda ilerici, modern bir ülkeye ve Balkan Yarımadası’nda, Doğu Akdeniz’de ve Batı Asya’da bir barış ve istikrar abidesine dönüştüren ihtilal (Anadolu İhtilali) gibi sürpriz değişimlere tarihte çok az rastlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin zayıflığı, uluslar arası politikada duyulan rahatsızlıkların verimli bir kaynağını teşkil ediyordu. Ülkenin içindeki ayaklanmalar ve baskı olayları, her zaman iştihası kabarık olan dış güçlere müdahale fırsatı vermiş oluyordu. Komşuları, Türkiye’nin sonunu beklerken, çöküntüden pay kapmayı ve zengin mirasını paylaşmayı umuyorlardı.
Finansal rakipler arasında şiddetli siyasi kıskançlıklar vardı. İstanbul, ülkenin doğal kaynaklarını istismar etmek için rüşvet ve siyasi baskılar kullanan ve Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayan yabancı imtiyaz aracıları arasında adeta bir savaş arenasına dönmüştü.
Bugün Türkiye herkesin saygısını kazanmıştır. Artık hiçbir yabancı, Türkiye’nin içişlerine karışmayı aklının ucuna bile getirmiyor. Komşular, bırakın Türkiye’ye kötülük yapmayı, onunla iyi geçinmek ve ortak çıkarlar doğrultusunda Türkiye ile işbirliği yapabilmek istiyorlar.
Yabancı finans çevreleri; yeni Türkiye’nin herhangi bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda olduğu taktirde görüşebileceğini artık öğrenmiş bulunuyor.
Kemal Atatürk’ün zaferleri, Lozan Antlaşması ile 1923’te tescil edilmiş ve tanınmış oldu. O tarihten beri onun kurduğu Cumhuriyet, bir diplomatik başarıdan bir yenisine uzandı. Balkan Paktı’nın oluşumu, Bir Asya Paktı olan Sadabat Paktı, Montreaux Konferansı, İngiltere ile finansal anlaşma ve Fransa ile İskenderun Sancağı ile ilgili barışçıl anlaşma. Bu değişimi herkes bilmektedir”
Nitekim Fransız tarihçi Jean – Poul Roux, Atatürk dönemindeki Türk Devleti için şu belirlemeyi yapmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk budununa (boy, kavim, millet) dayanan, Türk kalmak isteyen, kendini Türk hisseden, Türkler tarafından Türkler için yönetilen bir devletti” (sf. 29-34)
Bu gerçeği görmek için 1919-1938 dönemiyle diğer dönemlerde yapılanların karşılaştırılması gerekir.
Sevgili Okurlar,
Görüldüğü gibi Atatürkçü bakış açısının temel ilkesi tam bağımsızlık ve ulusal egemenliğe dayanan bir milli devlettir. Halbuki Kapitalizm ve küreselleşmenin hedefi dünyadaki “Milli devletleri” yok ederek yerine kaos ve karmaşanın hakim olduğu, farklı dillerin, farklı kültürlerin türetildiği Kaos içerisine sokulmuş bir yapı oluşturmaktır.
“Filhakika mazide ve bilhassa Tanzimat devrinden sonra, ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir mevkie malik oldu. Ve ilmi manasiyle denebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye dahi buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.”
Atatürk bu sözleri ile Batı emperyalizmine karşı savaş ilan ediyor ve ...“Biz memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız.” Diyor. İşbirlikçiler ise Türkiyeyi esirler ülkesi yaptırmak için elinden gelen gayreti gösteriyor. Türkiye cumhuriyeti Türk Milletinin bin beş yüz yıl sonra Türk adıyla kurduğu ikinci devlettir.
Türk Cumhuriyeti Batı’ya karşı şerefli bir duruşun neticesinde kurulmuş emperyalizmi 100 yıl geriye atmıştır.
Denize döktüğümüz gemilere bindirerek kahkaha marşıyla uğurladığımız düşmanın hazmedemediği şey budur.
Bu gün taşıt garantili köprüler, tüneller, yollar yapanlar Şeker Fabrikalarını haraç mezat satmaya hazırlananlar, Türkiye’nin milyonlarca şehit vererek kurduğu devletlerinin onun için her an ölmeye hazır en az 70 milyonun geleceğini sattıklarını acaba düşünüyorlar mı?
İstanbul’da Ankara’da işlek yerlerdeki büyük arsalar 1,2 Milyar TL, 1,7 Milyar TL gibi bedellerle satılıyor. Bu satılanlardan sadece ikisinden elde edilenler yatırıma dönüştürülse 35 Şeker fabrikası modernize edileceği gibi 35 şeker fabrikası daha inşa edilir. Milletimiz GDO’lu kanserojen glikoz yerine sağlıklı bir şekilde şeker yemiş olur. En az üç milyon çiftçimiz refaha kavuşur. Bir yanda bir müteahhit millete küfür ediyor, 500 milyon TL borcu siliniyor diğer tarafta en az bir milyon köylüyü ilgilendiren 35 fabrika 30-40 milyon zarar ediyor diye satılıyor!
2002 yılında ABD’nin talepleri doğrultusunda çıkarılan yasalar ve ABD’nin sözcüsü Kemal Derviş’in öngörüleri ile – Lozan’da ödün vermediğimiz-kapitülasyon benzeri bir karar alınmış pancar ve tütün ekimi ABD’nin isteğine uygun şekilde kısıtlanmak suretiyle hem Türk tarımına hem de Türk ekonomisine ağır bir darbe vurulmuştu. Şimdi ise şeker fabrikaları artırılarak, eskileri de günün koşullarına göre modernize edilerek Türk milletinin şeker ihtiyacının kendi ürettiği pancardan sağlanması yerine ithal GDO’lu kanserojen maddelerle oluşturulmuş glikoz türü yarı sentetik maddelerin Şeker diye kullanacağı bir döneme geçiliyor.
Eski bir DSİ’li olarak rahatça söyleyebilirim ki -yaptığımız etütlerde- 300 milyon insanı dışa muhtaç olmadan rahat rahat besleyecek bir vatan toprağında yaşıyoruz. Bu büyük imkandan istifade yerine Türk tarım ve Hayvancılığı öldürülüyor. Türk çiftçisinin beli kırılıyor. Milletimiz nasıl üretildiği belli olmayan ürünlere muhtaç hale getiriliyor. Türk Milleti bu katkılı ürünlerle yavaş yavaş zehirleniyor neticede hastaneleri dolduruyor.
Son söz yönetenlere :
Ne olur biraz da, hiç bir çıkar gözetmeden sadece vatanı ve milleti için sosyal medyada mücadele veren arkadaşlarımızı okuyunuz. Rant ekonomisi yerine milletimizin refahını esas alacak projeler üreterek sizleri bu makamlara taşıyan aziz milletimizi düşününüz!
Değerli arkadaşlarıma en içten sevgi ve saygılarımı sunarım.
TANER ÜNAL