Şevket Süreyya Aydemir’le Son Konuşma

Atatürk hayatında, bir sandığın içine bazı belgeler konmuş ve «devlet sırları» denmiştir. Atatürk öldükten sonra bir heyet kuruluyor. Fakat heyet, açmaya yetkili olmadığı kanaatine varıyor ve sandık açılmıyor. Harp Tarihi Teşkilâtı’na veriliyor. Belgeler yeterince değerlendirilmemiştir. Şartlar ele alınmamıştır, olaylar ele alınmamıştır. Şimdi artık aydına düşen vazife, bilhassa biyografi yazarlarına düşen vazife, daha doğrusu hem kahramanlarımızı yazan, hem Millî Kurtuluş hareketimizi yazanlara düşen vazife, yeni bir açıdan işi ele almaktır. Atatürk kendi aksiyonunun, kendi eyleminin hesabını Büyük Nutuk’ta verir. Ama bu Büyük Nutuk da ancak siyasî bir vesikadır. Gerçi bunun ikinci cildi vesikalar kısmı, bu Nutukta temas edilen konuların da belgelerini derlemiş, toplamıştır. Zamanın icap ve zaruretlerine göre, bu Nutuk’ta yer almış şeyler vardır ki, bunların üzerinde tartışılabilir. Meselâ Atatürk’ün silâh arkadaşlarından ayrıldığı kısımlar. Eğer Atatürk hayatta olsaydı, bugün Nutuk’tan çıkartır. İstiklâl Harbi’nde her biri ayrı formasyonlarda olan insanlar birleşmişlerdi.


Abdi İpekçi, Şevket Süreyya Aydemir’le, Kasım 1975’de son bir konuşma yapmıştır. İşte, büyük düşünür, tarihçi ve yazar Şevket Süreyya’nın bu son ko­nuşmasından bazı bölümler:


İPEKÇİ – Efendim, Atatürk’le ilgili bi­yografilerin, kitapların en ünlüsünü, en po­pülerini yazmış bir yazar olmanız dolayısıyla sormak istediğim bir soru var. Atatürk hakkında kitap yazmak isteyen, araştırma yapmak isteyen bir yazarın kaynak bakımın­dan karşılaştığı durum nedir? Yerli ve ya­bancı kaynaklar Atatürk konusunda yeterli midir, değil midir?

AYDEMİR – Bu sorunuza müsaade ederseniz, biraz başka bir mebdeden hareket ederek cevap vereceğim. Evvelâ, biyografi ne demektir ve biyografi yazarının tarih ve konu karşısında mesuliyetleri nelerdir? Bunu, şöy­le ifade edebiliriz: Atatürk de dahil olduğu halde, herhangi bir tarihi şahsiyetin hayatı ele alındığı zamanı, evvelâ aslolan kaynaklar­dan başka görüş açısı var. Bu görüş açısı ya­zara bir kültür vazifesi tahmil eder. Yazar haddizâtında, bu konuya sadece hâkim olmakla kalmamalı, aynı zamanda değerlen­dirmelerini, sonuçlarını ve eleştirilerini birbiriyle çelişmeyecek şekilde sistematik bir dün­ya ve insan görüşüne bağlayabilmelidir. Yoksa, çıkacak eser sübjektif kalır. Bunu şöyle canlandırmak mümkündür: Çok olaylı bir yüzyılda yaşıyoruz. Ve bu yüzyıl, hayat­ları hepsinin ayrı ayrı ve başka başka açı­lardan enteresan olan büyük tarihi şahsiyetler yetiştirmiştir. Bunlar ihtilâlcilerdir, devlet adamlarıdır. Harp ve asker adamlarıdır, vs… Fakat, hepsine hâkim olan şey, evvelâ hangi vasat içinde bu şahsiyetler belirmişler­dir, hangi şartlar onları ön plâna atıyor. Çün­kü, bakıyoruz yıllarca sessiz, sedasız kendi köşesinde adı duyulmayan bir adam, bir gün dünya ölçüsünde bir faktör oluyor. Meselâ Hitler… Yahut da buna benzer Çin’de, Rus­ya’da olduğu gibi. Tamamen kendi devrinin dışında kalmış, fakat bir ihtilâlle ön plâna çıkmış birçok insanlar var. Geliyor, kendi memleketlerinin kaderinde ve kendi kaderle­rinde ayrıca müessir oluyorlar.

Bunun sebep­leri neler? Bunun sebeplerini ben, şöyle ele alınırsa doğru olacağına kaniim: Şu bir gerçektir ki, aslolan, olaylardır. Fakat, bu olaylar birta­kım şartların neticesinde hasıl olur. Binaenaleyh, aslolan olaylar derken bir eksik ifade olur bu. Aslolan şartlardır dememiz lâ­zım. Şartlar olayları doğurur. Şu halde, bi­yografi yazarının birinci vazifesi, önce şartla­rı incelemektir. Hangi şartlar, bu tarihi şahsiyeti ortaya atmıştır? Şartların doğurduğu olaylar, şartların hasılası olan olaylar bizatihi; şartlara da, ayrıca etki yaparlar mı? Elbette yaparlar. Şu halde, eski tâbirle münasebet-i mütekabile dediğimiz, karşılıklı ilgiler var şartlar ve olaylar arasında. Aslolan, şu halde şartlar, ama olaylara müessir oluyor. Olay­lar, bizatihi sonra şartları etkiliyor ve bu karşılıklı etkiler ve mübadeleler neticesinde toplum içinde hem şahsın kaderi, hem toplu­mun kaderi oluşup gidiyor.. Bu bir görüş açısıdır. Şu halde biyografi yazan birincisi, çağının kanunlarını bilecek, ikincisi ele aldığı toplumun tarihini ve tarihî mekanizmasını bilecek. Tarihi içinde hangi büyük faktörler bu topluma o günün rengini vermiştir. Üçüncüsü, bu tarihî şahsiyet, nasıl oluyor bu toplumun içinden sivriliyor? Sivriliyor ve toplu­ma müessir oluyor. O halde tarihî şahsiyetin rolü nedir? Meselâ şöyle diyelim: Tarihî şahsiyet, toplumu yeniden kendi yaratacağı, yahut kendi düşüneceği istikamette şekilleştirebilir mi, yoksa onun müdahalesi ancak toplum hareketini hızlandırmak veya yavaşlandırmaktan mı ibarettir? Bu konuda idea­list ve materyalist görüşler arasında farklar vardır. Fakat materyalist görüşe göre, tarihî şahsiyet bizatihi toplumun mahsulü olduğu için, toplumun içinden çıktığı için, o toplu­mun da yine birtakım kanuniyetleriyle kayd- ü şart altındadır, bağlıdır. Binaenaleyh, top­lumun gidişatını tarihî şahsiyet hızlandırabi­lir, yahut yavaşlandırabilir. Ama, yeniden yaratamaz denir. Ben de bu kanaatteyim. Çünkü zemin, malzeme vs. mevcut toplum­dur. Gelelim sualinizin diğer cephesine: Kay­naklar bahsine. Kaynaklar, elbette müessir­dir ve kaynaklar olacaktır ki, tevsik edebile­lim şartların tesirini. Fakat, bu kaynaklardan evvel yine tarihî görüş ön plânda gelir. Kaynaklar, çünkü bizatihi bir değildir. Kay­nakları değerlendirmek bir unsurdur. Yazarın vazifesi, kaynakları değerlendirebilmek­tir. Eh, kaynakları dilediği gibi değerlendirebilir. Herkes kendi kültür seviyesi, kendi dünya görüşüne kendi tarihî felsefesine göre, dilediği gibi değerlendirebilir. Binaenaleyh, şu halde yazarın, ayrıca bir de kaynakları değerlendirmek bakımından bilimsel diyebileceğim bir kültür seviyesine ve bir kültür hazırlığına, aynca bir kültür yetişkenliğine ihtiyacı vardır. Aksi takdirde, bu kaynaklar, şunun bunun elinde olduğu gi­bi bugün bizde bilhassa, gelişigüzel birtakım mübalâğalarla yahut yanlış değerlendirmelerle ortaya serilir ama, bu serilen eser ömürlü olmaz. Şu halde kaynaklardan evvel, kaynakları değerlendirme niteliği ve yeteneği geliyor. Bununla iş bitiyor mu? Hayır. Kaynakları seçmek lâzım. Bu da değerlendirmenin yine bir cephesidir. Çünkü her kaynak, kaynak değildir. Her kaynak muhakkak olayı ve bu olayların kahramanlarını bize aksettiremez. Şimdi Emil Ludwig’i alalım, Napolyon’un hayatını yazmıştır. Yahut Aleksi alalım. Bu korkunç romanını, daha doğrusu serüvenini yazmıştır ve diğerlerini de yazmıştır. Bütün bunları yazarken, gerek Emil Ludwig, gerekse Aleksi ve bunlara benzeyen yetenekli biyograflar, evvelâ o ülkenin tarihî yapısı, jeopolitiği, jeopolitiklikten gelen sosyal faktörler, jeopolitiğin toplum üzerindeki tesiri üstünde derin derin düşünürler ve bulurlar. Ve burada bir efradını cami ağyarını manî dediğimiz eski deyimde bir ameliye cereyan eder. Gerekli olan unsurlar derlenecek, gerekli olmayanlar bir kenara itilecek. Bu kadar mı? Hayır. Şimdi bu gerekli unsurların bir de inşası lâzım. Meselâ, Müthiş İvan’ı, Korkunç İvan’ı ele alalım. Korkunç İvan, Rusya’nın kurucusu. Rusya, Batı medeniyetine en son intibak eden bir ülke ve bunun halkı da en son Batı medeniyetine karşı kapılarını açan bir halktır. Hattâ daha doğrusu denilebilir ki, Rusya nihayet 19. yüzyılın mühsulüdür aslında. Fakat Müthiş İvan, 19. asrın adamı değildir. Müthiş İvan, bir Rusya yaratmıştır. Tam mütecanis olmayan bir toplumdan mütecanis bir devletin kurucusu olmuştur. Aynı şey, Deli Petro veyahut Büyük Petro’da da var. Napolyon’a gelince; Napolyon bir ülkenin yabancısıdır, Korsikalıdır. Fransa başka bir ülkedir. Halbuki Emil Ludwig, Napolyon’u alır, Fransız toplumu için aktif kılar ve onun harekâtını değerlendirir, meknuz olan bunun yani içinden yaşayan fa­kat, hayat sahası bulamayan ihtirasları ya­vaş yavaş ortaya dökülür ve nihayet impara­torluğa kadar gelir. Buraya kadar olan bu temaslarım, şunu ifade ediyor ki, kaynaktan evvel, kaynakları değerlendirme. Toplumu, toplumun tarihi içinde değerlendirme. Toplu­mu, toplumun vatanı içinde değerlendirme. Yani jeopolitik, coğrafi ve tarihi şartlar etüd edilmedikçe ve bunlar üzerinde derinliğine durulmadıkça, kaynakları ele alarak yalnız bu toplumun hasılası olan bir kahramana rengini vermek ve onu gerçek hüviyetiyle aksettirebilmek mümkün olmuyor…

İPEKÇİ – Evet kaynak sorununun yal­nız başına kaynak olarak alınmaması ge­rektiğini böylece gayet güzel belirtmiş oldu­nuz. Bu özellikleri dikkate alarak, Atatürk’le ilgili biyografileri ve araştırmaları hazırlanışı bakımından, mevcut kaynakların değerlendi­rilişi bakımından nasıl açıklarsınız?

AYDEMİR – Şöyle ifade etmek yerinde olur; Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun son devrinin bir çocuğudur. İmparatorluğun dağılış devrinin çocuğudur. Bu imparatorluk dünya tarihi içinde bir zaman büyük değerler getiren, yeni değerler katan bir büyük top­lumdu. Fakat hali harekette bir toplum ol­duğu için Türk ırkı, evvelâ Çin sınırında idi, Çin kültürünün tesiri altındaydı. Orta As­ya’ya geldi, Orta Asya kültürünün tesiri al­tında kaldı. Arabistan’a, Bağdat’a indi, Arap kültürünün tesiri altında kaldı. Bizans’a geldi, Bizans kültürünün bize mirası, Bizans mimarisidir. Ondan sonra Batı’ya yayıldı. Batı tesiri altında kaldı. Binaenaleyh biz bir imparatorluktuk ki, sentetik bir mahiyet arz ediyorduk dememeyim, ama haddizâtında dâima ve baştan sona kendini arayan bir toplum olduk. Buna mukabil meselâ Çin beş bin senedir aynı yerde oturur. Gelen gelir burayı istilâ eder, Moğollar gibi, Mançurlar gibi, filân gibi. Bu gelenlerin kılıcı vardır, mızrağı vardır. Ama Çin’in de alfabesi var­dır, kültürü vardır. Ve alfabe, mızrağı ve kılı­cıyla Moğollar Çinlileşir. Ve yine o toplum için devam ederler, en az 5000 yıl. Amma bizse Asya’nın en dinamik ırkıyız, bu imparatorlukları kurarız. Ama bu imparatorluklar dur­madan batar ve çıkarlar. Çin imparatorluğu ise yalnız olduğu yerde tahammül eder, yeni­den yoğrulur, yeni yeni hanedanlar gelir. Ama yine Çin kalır. Şimdi Atatürk’e gelince; Atatürk yine böyle bir imparatorluğun, yani Osmanlı imparatorluğunun yıkılış ve dağılış devrinde gelmiştir. Aile hayatını ve aile menşeini biliyorsunuz. Bir aralık Atatürk’ün akıbeti tamamiyle karardı. 7 yaşında iken babası öldü, anası evlendi. Hatta annesinin evlendiğinden kendisinin dahi haberi yoktu ve bunu öğrendiği zaman anasına karşı büyük bir kin, bir kırıldık duydu. Yakın akra­baları da pek yoktu. Bunu işte çırak yapalım, şunu yapalım, ne yapalım. Ama bu kendi yolunu kendi açtı. Nihayet Askerî Rüştiye.. Askerî Rüştiye’de ondan sonra biliyorsunuz askerlik hayatı başladı. Ve böyle bir yok­sulluk ve müphemiyet içinde gelişişi, Ata­türk’ün lehine olmuştur. Çünkü anasına da da dediği gibi. “Bak ben yarın neler olacağım.” Ve hakikaten ve bir gün neler olmuş­tur.. Şimdi Atatürk bu vasattan, bu çevre­den gelen bir insan. Şimdi bu imparatorluğun hâli, problemleri kendisi için bir problem. Bunlara karşı kültürü belki zayıf, fakat ha­yali realist, büyük hayallere kendini veriyor ama sonunda daima realitelerle karşılaşma­yı ve bağdaşmayı biliyor. Bu alandaki kay­naklara gelince; Atatürk’ün bu alandaki kaynaklar bakımından evvelâ kendi ülkemiz­ de hâzinesi zayıftır, yani Türkiye hakikatte Atatürk hâdisesini lâyıkiyle değerlendirecek eserleri henüz vermiş değildir tamamen. Se­bebi de gayet basit. Baştaki faktöre bağlıyo­rum. Çünkü bizde olayları incelerler ve olay­ları şartlara bağlamazlar. Halbuki aslolan şartlardır, demiştik. Olaylara müessir olur, o da olur amma aslolan şartlardır. Binaenaleyh Türkiye’de Türkçe olarak Atatürk hâdisesini anlatacak kaynakları ararken çok dikkatli olmak gerekiyor. Büyük Millet Meclisinin za­bıtları eldeki vesikalardır. Ama Büyük Millet Meclisi’nin zabıtları da, mütecanis bir Meclis olmadığı için, bu Meclis, yani birbirini anla­yan, ama bir gayede birleşmişler başka. Fa­kat mütecanis birşeyde, hocalar, hacılar, işte entellektüeller, yarım entellektüeller, asker­ler vs. olmadığı için bu Meclis de her günkü toplantılarında, olayları bir başka türlü ve her ağızdan bir başka değerlendiriyor. Ama bunlar Meclis’in zabıtlarını teşkil ediyor.

İPEKÇİ – Kaçıncı Meclisten bahsedi­yorsunuz efendim?

AYDEMİR – Birinci Meclisten…

İPEKÇİ – Aslında o Meclisin zabıtları el’an açıklanmadı…

AYDEMİR – Açıklanması lâzım, fakat açıklanmadı. Hele kapalı celseler hiç açıklan­madı. Boyuna açıklayacağız derler, açıkla­mazlar, bu bir ihmaldir. Başka hiç bir şey de­ği.

İPEKÇİ – Herhangi haklı sayılabilecek bir gerekçesi var mı?

AYDEMİR – Yoktur, tembellik… Siya­sî tembellik deyin, ne derseniz deyin. Çünkü Meclisin içinden bunlara eğilecek eleman, günlük politikalar içinde vakit bulup kendini bu işe veremiyor. Ve nitekim Atatürk’ün za­manında bunlar zaten bir tabu gibi, kimse dokunmazdı. Çünkü Atatürk herşeye hâkim­di. Atatürk’ün çevresinden herhangi birinin Meclis zabıtlarına eğilip birbirine mütezat fıkirleri ki Atatürk’ün de aleyhinde söylenen­ler var, lehinde söylenenler var, karıştırma­sı, bunları tetkik etmesi, telfik etmesi filân pek hoş gelmiyordu kendilerine, ondan çeki­niyorlardı. Atatürk öldükten sonra ise harp başladı. Gerçi harple Atatürk’ün ölümü arasında ha­kikaten pek az bir mesafe vardı. Biliyorsunuz Eylül’de harp başladı, İkinci Dünya Harbi. Ondan sonra memleketin harpten mütevellit dâvaları vs. Yine münevverleri Meclis’e yö­nelmekten alıkoydu. Nadir bazı yazarlar bu vesikalardan istifade etmek istemiştir. Ama bu vesikaların hey’eti umumiyesi gizliler de dahil olduğu halde önümüzde olmalıdır ki, biz Birinci Millet Meclisi’nin faaliyetini ve bu Meclis içinde Atatürk’ün müdahale veya yol göstericilik rollerini lâyıkiyle değerlendire­lim. Bu yoktur, olmadı. Harplerin bile tarihi yazılmadı. Hâlâ Trablus Harbi yazılmamış­tır. Balkan Harbi yeni yazılıyor… Millî Mü­cadele de ancak şimdi Sivas Kongrelerine fi­lân gelmiştir. Harp Tarihi Teşkilâtı da bu suretle biraz arkada yürüyor, iç isyanlar ya­zılmıştır… Bütün bunlar Atatürk edebiyatı içinde, Atatürk devrini anlamak üzere acaba kâfi midir? Değildir. İkincisi, Atatürk devri, İttihat Terakki devrini takip eden bir devir­dir. Ve biz İttihat Terakki devrinin malzeme­sini, edebiyatını, kaynaklarını evvelâ incele­meliyiz ki, İmparatorluğun son devrini, bunu Millî Mücadelenin problemleriyle birleştire­bilelim. Halbuki bu vesaik ortada yok. Nite­kim İttihat Terakki Merkez-i Umumiyesi’nin şimdiye kadar hiç bir vesikası bulunmamış­tır. Yıllardan beri ben ve benim gibi çalışmak isteyen arkadaşlar bu işin üzerindeyiz. Celâl Bayar’la vs. ile hayatta olanlarla konuşmuşumdur ve İttihat Terakki Merkez Komitesi’nin ve Merkez Teşkilâtı’nın harbe müteallik olan raporları vs. yok. Yalnız İttihat Terak­ki kabinesi içinde şayanı dikkat bir insan olan Maliye Nazırı Cavit Bey Selâniklidir bi­liyorsunuz. Ve orada bir hoca idi geldi. Cavit Bey’in evvelâ bir kısmı Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit tarafından yayınlanan, fakat ihmalkâr bir şekilde yayınlanan ve -o zaman da Tanin’in pek okuyucusu yoktu- yayın içinde kaybolan bazı Cavit Bey’in hatıraları. Şimdi o Tarih Kurumu’na maledildi. Bulduk, oğlundan rica ettik, uzun araştırmalardan sonra şimdi 24 defter, hepsi Cavit Bey’in el yazısıyle yazılmış, ikişer günlük, üçer gün­lük notlar halinde. Ve biz ilk defa bu sayede gerçek olarak ve Cavit Bey’in el yazısıyle har­be nasıl girdik ve niçin girdik ve harp içinde durumumuz ne idi? Yabancılarla münasebet­ler ne idi? Şimdi ilk defa bunu Cavit Bey’in el yazısı hatıralarından okuyabiliyoruz, bu Ta­rih Kurumu’na maledildi.

Yalnız Cavit Bey’in bu hatıralariyle İttihat Terakki devrini tevsik etmiş bulunuyoruz ki, bu çok hazindir. Tabii fakirliktir, bu azdır. Ama Cavit şahsiyetli bir adammış, onu, İttihatçıların, hemen önde gelenlerin hepsini -ki bilâhare bunlar Türkiye’den ayrılınca Mos­kova’ya geldiler, Enver Paşa dahil. Talât Pa­şa’dan gayrileri hepsi geldiler. Ve bunlarla uzun uzun konuşmuşumdur– tanımışımdır. İçlerinde bunların bir tek satır yazı yazanı yoktur. Talât Paşa hatıra yazmış değildir. Câvit’in Talât Paşa’nın hatıraları diye neş­rettiği şey gayet noksan, önemsiz bir halde kalmaktadır. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin zabıtları vs. gibi Atatürk’ün de bir zaman kendisinin de men­subu olduğu İttihat Terakki devrinin şartları üzerinde Büyük Millet Meclisi hükümeti devrini ve cumhuriyeti o şartlara bağlayacak kaynaklardan haddizâtında bir mahrumuz. Yabancı kaynaklardan Morgentaw, Ameri­kan sefiridir. Mengenheim’in bazı şeyleri var, Von Liman Paşa’nın hatıraları var, ama o daha çok askerî alandadır. Bu hatıraları neş­redildi Türkiye’de. Fakat İttihat Terakki’nin iç problemlerini vermez. Bunları yetersiz bu­luyorum, tabii. Binaeneleyh cumhuriyeti kendinden evvelki devre bağlamak bugün çok zordur. Çok yetersizlik karşısındayız. Hattâ bu bakımdan Abdülhamid devri daha zengin hatıralar bırakmıştır. Meselâ Abdülhamid’in işte 7-8 defa Sadrazam olan Sait Paşa’sı, yani Küçük Sait Paşa’nın hatıraları üç cilttir. Bunlar eski Osmanlıca’nın bir defa bir abide kadar güçlü ve kuvvetli üslubu ile meydana getirilmiş. Hakikaten şayanı dik­kat ve hakikaten herşeyi açıklayan, Abdül­hamid devrinin bütün problemlerini açıkla­yan ciddî eserlerdir. Bunları daima teşvik et­mişimdir, yeniden basılsın diye ama yeniden yeni harflerle basılmadı. Ama geriye baktığı­mız zaman, Abdülhamid devrine, iki abide eser buluruz: Bunun biri Sait Paşa’nın hatı­ralarıdır. Biri de Mithat Paşa’nın hatıraları­dır. Mithat Paşa da bildiğiniz gibi son Os­manlı devrinin en büyük siyasî bir devlet ada­mıdır. Bu bir gerçektir. Abdülhamid’in de galiba en büyük suçu Mithat Paşa’yı boğ­durmasıdır, birtakım şeylerden sonra. Bu­nun dışında Kâmil Paşa’nın hatıraları vardır. Cevat Paşa’nın kısa hatıraları vardır. Ahmet Celâlettin Paşa’nın hatıraları vardır… Alnı Yanık Ferit Paşa’nın yanındaki bir zatın keza o devre ait hatıraları vardır. Ve bunlar bizi Abdülhamid devri hakkında oldukça tenvir ederler ve yabancıların ise çok yazıları var Abdülhamid devri hakkında…

İPEKÇİ – Atatürk’ün geldiği şartları yeterince tesbit etmeye izin verecek belgeler, kaynak yetersizliği var değil mi?

AYDEMİR – Vardır.

İPEKÇİ – Bunun dışında öyle zannedi­yorum ki, Atatürk’le doğrudan doğruya ilgili olan belgelerin de tamamı açıklanmış, ortaya çıkarılmış değil…

AYDEMİR – Ha şimdi Abdi Beyefendi nedense bir şey ifade edeyim. Atatürk kendi aksiyonunun, kendi eyleminin hesabını Bü­yük Nutkunda verir. Ama bu Büyük Nutuk da ancak siyasî bir vesikadır. Gerçi bunun ikinci cildi vesikalar kısmı, bu Nutuk’ta temas edilen konuların da belgelerini derlemiş, top­lamıştır. Fakat bunun yanında hakikatta es­ki tâbirle konuşacağım, kusura bakmayın, Türkçe’ye tercüme ederiz müştereken. İcaatı zaman ile. Yani zamanın icap ve zaruretlerine göre, bu Nutuk’ta yer almış şeyler vardır ki, bunlar üzerinde tartışılabilir. Meselâ Atatürk’ün eski silâh arkadaşlarından ayrıldığı kısımlar. Farzedelim Kâzım Karabekir, Ali Fuad Paşa’nın, Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın vs.’nin kendisine karşı bir komplo tertip et­tikleri, Ordu’yu ele almak istedikleri vs. üze­rinde söyledikleri sözler bu nutkunda yer verdiği kayıtlar, eğer Atatürk hayatta olsa bugün Nutuk’tan çıkartır. Ama o günkü 1927’de bu Nutuk biliyorsunuz söylenmiştir. Bu ayrılanların hicranı diyelim, yahut bunlar üzerinde bunlar birer kurbandır kanaati Bü­yük Millet Meclisi’nde de hele bir kısım çev­relerce çok yayınlandığı için, çünkü bunlar hem o vakit ekarte edildiler, hem Cumhuriyet Terakki Perver Fırkası’nı kurduktan sonra da fırkaları birkaç ay sonra kapatılıp yine büs­bütün ikinci bir sürgüne mahkûm oldular ve üçüncüsünde hepsi Atatürk’e suikast mese­lelerine karıştırıldı. Bunların doğru olmaya­cağı, bu adamların Atatürk’e suikast tertip etmeyeceği bedihi idi. O halde bu hassasiyete karşı Atatürk’ün hayır biraz ağır oluyor ama, onlar birer haindi mânasını ifade eden şekil­deki bu beyanları, bu nutka sadece siyasî ve­sika şeyini verir, gerçek vesika şeyini vermez. Ben bu konuda durdum. Çünkü bir ye­rinde, Atatürk nutkunda da der ki bunu keşfettikten sonra, bunların bize karşı hare­ketlerini tesbit ettikten sonra, bu kısım be­nim kitabımda var ama, galiba geniş ölçüde başka yerlerde söylenmedi, yazılmadı, İs­met Paşa’yı, Kâzım Özalp’i, ayrı bir odaya çağırdım, ne yapacağız dedim. Karar verdik. Çünkü o gün muttali olduk ki, bunlar bize karşı şudur, budur, işte karar verdik ya me­bus olacaksınız, ya kumandanlıktan istifa edeceksiniz.. Şu olacak, bu olacak… Bunu İsmet Paşa ile konuştuk. Hoş bir sahne oldu, Paşa’ya son yıllarda biraz yakınlığım fazla idi. Dedim ki, Paşam işte nihayet sizi çağırmış Atatürk ve bunların suçlarını size anlat­mış, siz de ya öyle mi demişsiniz. Kovalım bunları, yahut şunu yapalım, bunu yapalım.. Ya asker, ya mebus olsunlar, daha doğrusu ekarte edilsinler demişiniz. Atatürk böyle di­yor. Siz ne dersiniz, dediğim zaman, hafifçe güldü. Valla Şevket Süreyya ben o geceyi hiç hatırlamıyorum dedi, İsmet Paşa’nın hatırla­mayacağı birşey yoktur. Sonra Kâzım Özalp’la konuştum. Atatürk’ü tekzip etmek için söylemiyorum bunları, icaatı zamanı söylüyorum. Yani zamanın icabı dolayısıyla müracaat edilmiş olan bu beyanları ve şeyleri söylüyorum. Onu anlattım. Kâzım Özalp, saf, temiz bir adamdı. Biraz da gerçi İsmet Paşa ile filân arası pek iyi değildi ama, dedim ki, Paşam Atatürk böyle diyor nutkunda, si­zi çağırmış bir odaya, şu olmuş ve o gece ka­rar vermişiniz ki bunlar ya mebus olur, ya kumandanlıktan istifa eder. Şu olur, bu olur. Daha doğrusu bunları ekarte edelim. Yok ca­nım dört ay evvel karar verdik biz o işe de­di… Sanıyorum Kâzım Özalp’inki, daha doğru idi… Atatürk’ün böyle bir hareket tar­zı acaba doğru mudur? Evet ihtilâlin mantığı bakımından doğrudur. Nitekim Tek Adam isimli eserimde, Atatürk’ün bunlardan ayrılı­şını, malûm biliyorsunuz ifadesi de gayet gü­zel ve şairanedir. İşte etrafındaki bu arka­daşlar, görüş ufuklarının sonuna gelerek bi­rer birer beni terkettiler der. Hakikaten dik­kat uyandırıcı insandır. Fakat aslında ihtilâ­lin mantığı bakımından doğrudur. Yoksa olay doğru ifade edilmemiştir. Ve doğru ifa­de edilmemiş bazı noktalar da vardır, icaatı zamaniye…

İPEKÇİ – Bunların şimdi doğru olarak ifade edilmeleri mümkün müdür, zamanı gel­miş midir?

AYDEMİR – Mümkündür ve zamanı gelmiştir. Ben zaten kitabımda bunların icaatı zaman ile söylendiğini yazdım…

İPEKÇİ – Efendim dilerseniz, biraz sonra cevaplandıracağım dediğiniz noktaya gelelim. Yani Atatürk, Atatürk olduktan sonraki dönemle ilgili belgeler, kaynaklar, objektif bir değerlendirme için yeterince kullanılmış mıdır, değerlendirilmiş midir?

AYDEMİR – Hayır değerlendirilmemiş­tir, benim kanaatime göre. Sebep de yine basittir, bunu şöyle bir misalle canlandıra­lım. Harp Tarihi Teşkilâtı vesika kullanır. Vesikayı değerlendirme sistemi doğru olmak şartiyle görevidir.. Atatürk’ün şahsiyeti, inkılâbımızın akışı, büyük millî kurtuluş hareketinin problemleri vs. vesikaların değerlendirilmesine gelince; iş değişir. Çünkü burda bu vesikaları değerlendirecek olanların dünya görüşleri, kültürleri, formasyonları, objektif ve sübjektif cepheleri ve eğilimleri ayrı ayrı rol oynar. Ayrı ayrı rol oynadığı için de, bu vesika her cepheden başka türlü değerlendirilebilir. Ve nitekim niçin Birinci Meclis kendi içinde boyuna cidal halinde idi. Hattâ Atatürk’e kürsüde reislik ederken, muhalif gruptan, yani ikinci gruptan Şükrü Bey çıkıp “bu serseriyane gidiş nereye” diye sorabilmiştir. Hem de Büyük Taaruzdan az önce. Ağır bir sözdür ama Atatürk pek memnun olmuştur. Çünkü düşmanları nasıl değerlendirecek? Demek ki bunların yapacağı hiç birşey yok. Ve kendileri de her ne pahasına olursa olsun, ne alırsak kurtaralım diyorlar. Atatürk memnun. Matlup olan gizlemek bu faaliyetleri.. Şimdi bunun gibi yine o demin ta baştan beri söylediğime göre, vesika vesikadır, ama asıl olan vesikanın değerlendirme ölçüleridir. Meselâ Atatürk’e sorsak, yahut şu problemi şöyle koyalım: Acaba bu mücadele­si esnasında yıldığı dakikalar olmuş mudur? Bıktığı, yürütemeyeceğim bu işi dediği dakikalar olmuş mudur? Evet olmuştur. Nitekim “Tek Adam”a alınmış bir parça vardır; o da zaferden sonra Atatürk. Ulus, o zaman Hakimiyet-i Milliye adı. Muhabirini ve muharirlerini çağırıyor, kendisinin böyle bir ânını kendisi hikâye ediyor. Tek Adam’da mevcut. Ulus’un tarih ve numarası da verilmek şartıyla. Diyor ki:

“Çok müşkül şartlar ve bütün müşkülâtın da mesulü de ben telâkki ediliyorum. Demek ki, ben olmasam milletle padişah koyun koyuna pek güzel yaşayacaklar. Eh düşmanlar? Düşman­lar da, bu Meclisi istilâ etmeyecek, benim yüzümden istilâ ediyorlar. Eşkıyalar da dağa çıkmayacak, benim yüzümden çıkıyorlar. İşte millet de şu olacak, açlık, sefalet v.s. harp de olmayacak… Bunu düşündüm diyor, karar verdim çekilmeye. Topladım arkadaş­larımı diyor, anlattım. Buyurun içinizden birisini seçin, o gelsin ben çekiliyorum, dedim diyor. Tabii arkadaşları herhangi vaziyet göstermiyorlar. Teklifi kabul etmiyorlar. Zaten ben de kitabımda derim: Acaba çekilir miydi? Hayır çekilmezdi. Ama sondajını yapıyor.“

İPEKÇİ – Efendim, bu açıklamalarınız­dan çıkan iki önemli sonuç var: Bir kere belgelerin yeterli olarak bulunup ortaya konması, sonra o belgelerin yeterli olarak değerlendirilmesi.. Birinci nokta ile ilgili olarak tekrar birşey sormak istiyorum izin verirseniz. Belgelerin belirli bir dönem için, özellikle çok yetersiz olduğunu açıkladınız. Ben öyle zannediyorum ki, varolup da henüz açıklanmamış bazı belgeler var. Birinci Meclis zabıtlarına da değindiniz. Ama, onun dışında, meselâ bir Karlsbad Hatıratı var zannediyorum Atatürk’ün. Bu ve buna benzer açıklanmamış belgeler var mı daha?

AYDEMİR – Var tabii. Çünkü Atatürk’­ün hayatında bir sandığın içine bazı belgeler konmuş ve “devlet sırları” denmiştir. Bu sandığın içinde devlet sırları vardır. Atatürk öldükten sonra bir heyet kuruluyor, meselâ dostum Profesör Enver Ziya Karal da içindedir. Fakat sandık ortaya geldiği zaman Enver Ziya diyor ki, bunu bizim açmaya yetkimiz yoktur. Bunu ilerde kanun ister açılmak için belki, yahut başka birşey. Binaenaleyh biz bunu olduğu gibi bırakırız. Şimdi bu Harp Tarihi Teşkilâtına verilmiştir. Açıldı mı? Benim bildiğime göre açılmadı. Acaba ne çıkacak içinden? Onu da bilmiyo­ruz.

İPEKÇİ – Bilen yok mu?

AYDEMİR – Kapalı kutu.. Bunun gibi daha bazı şeyler de vardır. Her gün yeni şeyler çıkıyor. Meselâ bu Enver Paşa’nın ailesinde derlenmiş, toplanmış olan dört beş bin yaprak belgeyi Tarih Kurumu’na teberru ettirdik.

İPEKÇİ – Ben Atatürk’le ilgili olarak sormak istiyordum.

AYDEMİR – Atatürk’le ilgili belgeler var bunun içinde, onun devri ile.. Meselâ en son orada bu Atatürk’ün teşkil ettiği Komünist Partisi’ne ait bir belge var. Başına Kubeyiş diye eski bir mutasarrıf geçiriliyor, işte Meclis’teki Atatürk’ün yalanlarından şeyler, fazla olarak da Atatürk, ordu kumandanlarına, işte Kumandan Yoldaş Hazretleri diye filân mektup yazıp, işte siz Meclis idaresindesiniz falan filân… Bunlar var. Bu neden? Ben bu ânı Batum’da yaşadım. Enver Paşa da gelmişti. Ve Türkiye’ye girmek istiyordu. Hattâ bunun vesikalarını buldum. Onları da Tarih Kurumu’na verdirdim. Diyor ki, eski yaveri Şükrü Bey’e yazdığı bir mektupta, geleceğiz ayak altında ezeceğiz, şöyle yapacağız, filân fişmekan. Türkiye’ye gelecek. Hacı Sami diye bir avantüriye var.. Bu vesikalar hep bulundu. Sonra Liman Paşa’nın meselâ yine Atatürk’le ilgili, onu neşrettim Tek Adam’ın ikinci cildinde.. Liman Paşa’nın Çanakkale’­de Enver Paşa’ya yazdığı bir belge, bir buçuk sayfa kadar Almanca. Türkçesi de var yanında, beraber gönderilmiş. Enver Paşa Çanakkale’ye geliyor, herkesi ziyaret ediyor, Atatürk’ü etmiyor. O vakit Albay Mustafa Kemal. Halbuki Atatürk 100 bin kişiye aşağı yukarı kumanda ediyordu. En büyük cephe de Arıburnu ve Anafartalar cephesi. Harp patladığı zaman büyük hücumlarda meselâ 20 bin kişiye kadar aynı gün adam ölüyordu. Karşı taraftan da, tabii bizden de. Atatürk anlıyor ve gidiyor Liman Paşa’ya, ben istifa ediyorum diyor, istifayı kabul etmiyor 5. Ordu Kumandanı olan o vakit Liman Von Sander. Ve Enver Paşa’ya yazdığı bir mektup var. Liman Paşa’nın hatıratında da yok. Yani onun kitabında da yok. Halbuki bu mektubu bulduk Almancasını da el yazısıyla. Ben bu vesikayı İsmet Paşa’ya da gösterdim, çok ilgilendi. Nasıl buldunuz filân… Efendim bir an geliyor bu nev’i biyografi yazarları eğer biraz itimat telkin ederse çevrede, yani eserleri ciddî olarak karşılanırsa, herkes ben­ de şu var diye ona mektuplar yazıyor. Ve teberru etmek istiyor. Meselâ en son Talât Paşa’nın Edirne Hapishanesindeki üç yıllık, Hürriyet ilânından evvelki hayatına ait olmak üzere ittihat Terakki’nin ilk kurucu­larından İpekli Hafız İbrahim’in elinde kalan vesikalar ve yazılar var. Gani Bey diye birisi yazmış, Talât Paşa’nın günlük hayatı, hapishane hayatı daha doğrusu baştan başa. Mektup yazdı, bende böyle birşeyler var, buyurun size vereyim. Tarih Kurumu’na dedim ki, bir para verelim kendisine. Para da almadılar teberru ettiler. Bunun gibi çok mektuplara muhatap olduk ve bunların hepsi Türk Tarih Kurumu’na girer. Bunların içinde bugün neşredilecekler var, edilmeyecek olan­lar da var. Bence henüz edilmemesi lâzım olanlar da var.

İPEKÇİ – Bu Karlsbad’tan yazdığı not­lar da yayınlanmaması gereken belgelerden midir?

AYDEMİR – Hayır değil, o yayınlanabi­lir. Fakat onu Atatürk öldükten sonra hükü­met aldı, fakat Afet Hanım’ın Köşk’teki bü­rosundan aldı. Onun üzerine işte nihayet iade ettiler kendisine. O da, biz çok çatarız Afet Hanım’a ve öyle derim. “Bir gün seni polise şikâyet ederim.. Şunları neşret.” Etmez. Halbuki edilmelidir. Çok şayanı dikkattir. Atatürk’ün macera adamı değil, fakat ihtiras adamı olduğunu anlatan, lehinde olan çok güzel şeyler de var. İçinde günlük teferruat da var tabiî, genç adam bir parça eğlenmiş olabilir. Bu olmalı zaten…

İPEKÇİ – Efendim, son olarak izin ve­rirseniz şunu sormak istiyorum: Belgeler ve belgelerin değerlendirilmesi.. Değerlendirme bakımından bugüne kadar Atatürk gereğin­ce, yeterince ve doğru olarak değerlendirilmiş midir?

AYDEMİR – Hayır değildir. Şartlar ele alınmamıştır, olaylar ele alınmıştır. Elbette büyük eserler çıktı, şunlar oldu, bunlar oldu. Meselâ, Lord Kinros’un bir kitabı vardır. Ta­rih Kurumu’nda bir gün, ben üye değilim, fa­kat arkadaşlarımızdır, orada daima bulunu­ruz. Kinros da geldi toplanıldı. Afet Hanım da toplantıyı idare etti. Kinros’un kitabında bazı hatâlar var. Buna işaret ettik. Kinros işin içinden sıyrılmayı gayet iyi bildi. Ben ya­zar değil gazeteciyim dedi. Zaten Kinros değil yazan, daha çok Halide Edip’in kitabı ve Falih Rıfkı’nın kızı çalışmıştır bu ko­nularda.. Hatalar vardır… Lâyikiyle ifade edilmeyen taraflar vardır.. Şimdi Tarih Kurumu’nu yeni bir neşriyat üzerindeki bu güzel, bu ilk defa yabancı kaynaklardan, şahıs kaynağı değil, devlet kaynağından bir eser neşredildi. Mustafa Kemal ve Millî Mü­cadele ötesinde Atatürk, İngiltere Harici­ye Nezareti’nin belgeleri. Büyük, kalın bir cilt halinde. Birinci cilt çıktı. Ama uzundur, yedi sekiz cilt çıkacak. Burada çok aydınlanı­yoruz. O zamanki İngiltere hükümetinin ve Erkan-ı Harbiyesi’nin nokta-i nazarları, düştükleri tezatlar, mücadeleler vs.. Burdan verilen raporlar, bu Amiral Vesbek ki, ilk de­fa ve bizim en zayıf zamanımızda Anado­lu’nun, Türkiye bir cumhuriyete gidiyor diye Hâriciye’ye yazabilmiştir. ilk anlayanlardan biridir. Türkiye’de Atatürk yeni bir hükü­metten bahsetmiştir ama, Cumhuriyet’ten etmemiştir. Yalnız Sakarya Harbi’nden sonra Sivrihisar’da Yakup Kadri, İsmet Paşa’ya, “Bu işin sonu ne olacak Paşam?” deyince, “Ne olacak Cumhuriyet olucak ..” Bu demek ki, arada takarrür etmiş bir ama, bir sır olarak… Şimdi bu İngiliz vesika­ları çok enteresan, sefirlerin kitapları var. Sonra kadın gazetecilerin, polisin var. Bunlar vesika teşkil etmiyor, bunlar na­killer… Bu nakiller o yazarın görüşüne, telâkkisine vs.’ne göre bir mâna ifade edi­yor. Bundan faydalanıyor muyuz? Faydala­nıyoruz tabiî. Faydalanıyoruz ama, seçerek ve sübjektif olmayan, tamamen efradını cem ederek, ağyarını methederek, işe yarayanı alarak, işe yaramayanı almayarak, tamamen indî olanları bir tarafa atarak şey ediyoruz. Fakat bunu bir vesika olarak telâkki edebilir miyiz, edemeyiz. Vesika, imzalı, tarihli vs.li belgedir, öbürleri de bir vesika teşkil eder mi? Eder. Bunların eski İslâm mantığında dereceleri vardır, kimisi beyyînedir, kimisi karinedir.. İslâm Hukuku’nda da vardır. De­rece derece ayrılır. Bunların kimisi beyyînedir, kimisi karinedir, kimisi delildir veya delâildir. Bu itibarla benim görüşüm, şimdi artık Atatürk’ün ölümü üstünden 37 yıl geçmiştir ve 57 yaş da Atatürk’ün yaşları ama, bu 37 yıl geçmiştir. Aynı suretle cumhu­riyetin ilânı üzerinden de bu kadar geçmiştir. Yazara, mütefekkire vs. ve Türkiye’de kendini inkilâba vakfetmiş olan kalem ve fikir erbabına düşen, evvelâ bu ihtilâli, bu inkilâbı -ihtilâl değildi tabiî, Atatürk hareketi inkilâptı, ihtilâl başka bir şeydir- Anadolu inkilâbı demek olabilir. Daha doğrusu Türk Millî Kurtuluş inkilâbı. Buna ait Rusça’da Aralov’un hatıraları vs. vs. Bunları oku­dum.. Bunlar geçmiştir. Şimdi bu müddet zarfında yazarın vazifesi, Türkiye’de, ya­hut konuşanın, nutuk verenin, fikir edinenin törenlerde demeçler haykıran, hepsinin konuşmalarına, yazılarına duygusallık hakim olmuştur. Yani, hissî unsur hakim olmuştur. Lâzım mıdır? Lâzımdır. Çünkü, tenkid için zaman tarih içinde gelecek. Tenkid daha son­ra. Evvelâ bu olanı yerleştirelim. Kaldı ki, onu da yerleştiremediğimiz için bugün tarikatlar da ayakta, mezhepler de ayakta ve bir tarafta lâiklik var, bir tarafta malûm işte imam-ha- tip okulları, şunlar bunlar filân.. Bunlardan da pek ürkmüyorum. Çünkü, bu din ticareti yapanların zaafı, gerçek ve aydın hareket karşısında aşikârdır. Çünkü, bunlar yeni hiç bir şey vâdetmez. Ve hiç bir müessese getir­mez. Herhangi bir kitapçının vitrinine gidin bugün, çağdaş konular üzerinde vitrinler doludur. Ama, İmam-ı Taftazzane bunu dedi diye eserler ya yoktur, ya azdır, İmam-ı Taftazzane’nin dediği de, bizim bugünkü Türk toplumuna yol gösterecek ve yeni bir müessese vâdedecek hiç bir şey değildir. Onun için onların bu hareketleri, taşkınlıkları zararlı olur mu? Olur. Ama, cehalet muzaffer olmaz. Olsa da geçişilir, ondan korkmuyo­rum.

İPEKÇİ – Duygusallık döneminden bahsediyordunuz…

AYDEMİR – Evet, onun için diyorum konumuza gelelim. Benim görüşüme göre, şimdi artık Atatürk’ü ele alırken bence üç noktadan hareket etmek lâzım. Bunun biri, Atatürk’ün sezileridir. Sezmiştir, söylemiştir ama, yapamamıştır. Bir insan herşeyi bitire­mez, yapamamıştır. Misal, Atatürk, 1922 Meclisi açış nutkunda, köylü efendimizdir demiştir, huzurunda eğilelim demiştir. Top­raksız köylü kalmamalıdır demiştir. 1922, 32, 42, 52, 62, 72, yapılmış mıdır bu? Yapılma­mıştır. Hele bugün spekülâsyonlar içinde öyle bir çıkmaza sokulmuştur ki, Toprak Reformu, yeniden 75 sene sonra sürse yine yapılmaz.

İPEKÇİ – Affedersiniz, Atatürk’ün se­zileri dediniz. Galiba, özlemleri…

AYDEMİR – Sezileri ve özlemleri. Sezi­yor, özlüyor, ifade ediyor. Ama yapamıyor.. Bunları 10-15 tane sıralayabilirim. Ve yapıla­mamıştır. Niçin yapılamamıştır? Konumuz mahdut, kitaplarımda bunları verdim. Fırsat varsa, dâha ilerde genişletebiliriz… İkincisi, Türkiye bir inkılâp yaşamıştır. Ama inkılâ­bın bir manası vardır. İnkılâp başka şeydir, reform yahut ıslâhat yine başka şeydir. İnkı­lâbın yan hamleleri yine başka bir şeydir. Şimdi İkincisi, Atatürk’ün devrinde, bugün bizim inkılâp adını verdiğimiz, hakikatte anpassan. Yani inkılâba geçerken, kendiliğin­den yapılması zaruri olan şeyler vardır ki, bunlar inkılâplar değildir. Ve Atatürk gelme­seydi, bu ıslahat yine olacaktı. Meselâ kadın hukuku. Bugün dünyada kadın hukukuna el atmamış bir ülke var mıdır? Binaenaleyh bunlar, kadın inkılâbı. Hayır kadın inkı­lâbı değil. Kadın hukukunda ıslahât. inkı­lâp değil. İnkılâbın kavramı pressisyona va­rır. Bir keyfiyetin yerine yeni bir niteliğin konulması, meselâ padişahlığın ilgası, cum­huriyetin konulması. Ha bu bir inkılâptır. Hattâ bu gelişi güzel değil de, geçerken yapı­lan ıslahâta Şapka inkılâbını bile dahil edebi­liriz. Ben Şapka İnkılâbına kitabımda çok değer vermişimdir. Atatürk’ün en cüretli hareketi sayarım. Öyledir. Ama bir inkılâp mıdır? Hayır. Gelmeseydi Atatürk, günün birinde nasıl olsa yine şapka giyecektik. Ama ne oldu, önder oldu. Başka ülkelere de bir mi­sal verdik. Mısır’da da şapka giyiliyor şimdi. İran Şahı da şapka giyiyor, kraliçesi de.. Bunları ikincisini ayırmalı. Yeni Atatürkçü­lük diyelim. Atatürkçülük lâfını ben kullanmam ya. Yani Atatürk’ü inceleme işinde Atatürkçülük bir Atatürk ticareti gibi birşey veriyor bana. Geçerken yapılan inkılâbın yan hamlelerini ayırmalı ve bu, Atatürk denilen olayın ikinci kategorisidir. Ondan sonra bir de gerçek inkılâplar vardır. Biz bu Atatürk hareketini yeniden incelerken ve yeni bir dünya görüşüne Atatürk üzerinde giderken, basite irca ettim. Bu tasniflere artık girmeli­yiz. Eh hissiyatımızı körletelim mi? Yok ca­nım körletmeyelim. Çocuklara heyecan verelim. Törenlerde nutuk söyleyelim, bilmem ne edelim. Ama, yazar çığırtkan demek değildir. Yazar, tören adamı demek değildir. Yazar, hisleri tahrik eden adam demek değildir. His­ler sübjektiftir, indîdir.

Aslolan objektif olandır. Yaptığım tasnif: Ha bu revizyonizm midir? O da değildir. Çünkü Rusya’da, Çin’de şimdi pek çok kullanılan bu revizyonizm tarifi, Marksist teori ile pratiği üzerinde bilhassa biliyorsu­nuz kullanılan kelimelerdir. Onun bununla ilgisi yok. O ayrı birşey. Bu sosyalist revizyonizmi, “Kırmızı Mektuplar” kitabında vereceğim. Ayrı şey onlar…

İPEKÇİ – Çok teşekkür ederim.