Sarı Leke
Ben yaştakiler eminim çok iyi hatırlarlar. Orta öğrenim devremizde bazı yıl dönümleri, sınıflarda ve okulda çok kapsamlı programlarla gündeme yerleşirdi. Pozitif bilgi yüklü derslerimizin yanında tarih; özellikle ” Cumhuriyet Tarihi ” – “İnkîlâp Tarihi ” miz, her zaman gündemde dururdu.
1919′ la başlayan “VAR OLMAK-YOK OLMAK ” mücadelemizin süreci içinde yer alan ve bizleri heyecanlandıran özel günlerin gelmesini âdeta iple çekerdik.
Genç cumhuriyetimizi bizlere kazandıran Yüce ATATÜRK ve arkadaşlarının bu muhteşem armağanını, zaman süreci içinde yer alan bu efsane günleri; coşkulu bir şekilde anıp kutlayarak , vefâmızı ve devrimlere bağlılığımızı haykırırdık. Ama , bazan çok farklı bir neden, koca bir okulu ya hüzünle, ya da sevinçle ayağa kaldırabilirdi.
O günün ilk dersinde sınıfa giren öğretmenimiz durgun ve sessizdi. Sıralar arasında bir müddet gidip geldikten sonra kara tahtanın önünde durarak :
– ” Çocuklar; bu gün ders yapamayacağız. Öğretmeniniz …. nin subay olan oğlu …….nun, geçen geçen haftaki çarpışmalarda Kunuri’de (Kore) şehit düştüğü haberini bu sabah aldık. Şehit olmak ne demektir, belki bilmeyeniniz vardır. ” diyerek , bizlere İstiklâl Savaşımızdan örnekler vererek bunun mânâ ve önemini anlattı.
Etkilenmiştim.,.hem de çok..
Bu ağabeyimiz, 8-10 yıl önce bizden mezun olduktan sonra; sırasıyla ” Işıklar Askerî Lisesi ve Harp okulunu ” bitirip subay olmuş. Yarın okulda yapılacak anma törenine, tek oğlunun “gidişi” ile evlâtsız kalan ” ANNE” de katılacaktı. O Anne; kahraman ” KADIN “larımızdan olup; Bursa’nın Yunan işgalinde Kuvay-ı Milliye’ ci olarak bilinenlerdendi.
Okul dönüşü Anneme farklı görünmüş olmalıyım ki;
– Söyle bakalım neyin var? Pek sessizsin. Yoksa kırık mı aldın ? sorusuna , olayı anlatmaya başlayarak cevap verdim. Anlattıkça, O’nun gözlerinde her zaman yanıp sönen ışıltılar; yağı biten kandil gibi birer birer yavaşladı, azaldı.
Anne’min, bir ” KADIN ” olarak ilk gençlik yıllarının dopdolu yaşantılarını o yaşlarda henüz bilemiyordum.Bazı ufak tefek anı kırıntılarına, yaşıtlarıyla ( ki 1953’te 53 yaşındaydı ) sohbetlerinde kulak misafiri olmuşluğum vardı.
Avlunun gerilerindeki kuyunun başındaki beraberliğimizde; Anne’mi bir ” KADIN ” olarak ta içimde yüceltiyor; yaratıldığı kişiliğinin ne kadar büyük bir “mertebe ” olduğunu , her zaman olduğundan daha iyi kavramaya başlıyordum. Bu ayrıcalıklı duygum; O’nun bir “KADIN ” olarak gerçekleştirdiklerini daha iyi yorumladıkça, devamlı artarak gelişecekti.
Elimden tuttu.
– Gel benimle … dedi
Birlikte, orta kattaki küçük sandık odasına gelmiştik.
Cilâsı pek kalmamış ceviz sandığını açtı ve dip taraflarından küçük bir bohçayı dışarı aldı.Ne olduğunu merak etmekteydim. Sarı sim tellerle çiçek desenleri bezenmiş bu mor kadife bohçada bana göstereceği bir şey olmalıydı.
Sonraki yıllarda daha da geniş detaylarını duyacağım hayat sayfalarını bana kazandırdıkça; ” ANNE” liğinin yanında , ” KADIN” lığının da mücessem bir olgu ve yaratıcılığının ne büyük bir veri olduğunu görecektim.
Oturduğumuz sedirde ikimizin arasında duran bohçayı açmadan önce ; İstiklâl Savaşımızda henüz yirmi yaşındayken Ankara’da bulunduğunu, ne yapıp ettiğini usul usul anlatmaya başladı. Bir yandan kilitli iğneyi çözüp, bohçayı açarak; beyaz keten bezinden elde dikilmiş yakasız kısa kol bir giysiyi ortaya koydu.
İstiklâl Savaşımızın cephelerinde olan mücadelemizin isimsiz kahramanları yaralandıkça getirildikleri Ankara’da sahra hastanesinde tedavi edilmekte, ağırları ise ” ŞEHİT” liğe ulaşmaktaydılar.
O , bu sahra hastanesinde ” gönüllü” bir ” AĞIR BAKIM HEMŞİRESİ”ydi. Giysisinin ön bölümünde görülen “sarı leke” nin ne olduğunu sordum. Gözleri çok uzaklara , bir yerlere uçup gitti sanki.
– ” Başından şarapnelle yaralanmış bir Mehmetçik; sargıdan taşan kanına bulaşmış yüzünü göğsümde tutarken can verdi. Gece yarılarına kadar o lekeyle kaldım.Yıkadım ama, onun lekesinin bir madalya gibi kalmasını istedim sanki.Kendi diktiğim bu elbiseyi hatıra olarak saklamaktayım.” dedi.
Bohçanın diğer konuğu; yağmur ve güneşten rengi solmuş, elde yapıldığı belli bir bayraktı. Onu, hastane çadırlarının birinin önündeki kısa direkten alıp koynuna sokmuştu.
Aşağıda; “ONLAR’ ın HİKÂYESİ ” manzum anı-romanımdan O’ nun anlattıklarını; hece ölçüleriyle biçimlendirdiğim bir sayfada bulacaksınız. Çok sonraları ; “O KADIN ” ın yaşam sayfalarından ilham alarak yazdım.
” KADIN ” mefhumunun anlatılması çok zor olan kudsiyeti ve büyüklüğü önünde saygı ile eğilirim.
“ Size bir şey anlatayım, bende olan çok şey gibi;
Hâfızamda hep yaşıyor, yaşayacak O gün gibi.
Eski adı namazgâhtır bir tepenin, Ankara’ da:
Yüksek yerde kalır biraz, ondan yüksek Çankaya’da.
Şimdi artık hastane var. İsmi belli: Numûne’dir;
O tepenin nâmı büyük, gördüğü iş dillerdedir.
Cephe kurup Türk Ordusu savaşırken Sakarya’da;
Geri gelen yaralılar orda yattı, çadırlarda..
Koşturacak insan lâzım, hekim azdı, ilâç eksik;
Mehmetçiğin kolu kopmuş, bir bacak yok, kafa delik.
Ben de orda hemşireydim, ağır bakım gerekiyor;
Çaresizdi bütün herkes; çoğu, yerde can veriyor..
Ne yatak var ne karyola, ne de yeter gazlı bezi;
Kimi “top “tan parçalanmış, kiminin hiç yoktu yüzü..
Bir Mehmetçik ölüyorken bana şöyle fısıldadı;
Ellerimi tutuyorken son gücüyle mırıldadı:
– Bölük yedi, takım on üç; Osman çavuş benim adım .
İyi sakla, almasınlar; sakanındır çarıklarım.. –
Vurulup da düşünce ben, o getirdi can suyunu;
Hergelenin biri ama, pek severim o huyunu..
– Fâtihayı hep o okur, son nefeste yanındaysa;
Sözüm vardır O’na benim, gözü hâlâ çarıktaysa…
– Pâre pâre ayaklarla suyu bize O taşıdı.
Nişan almış bekliyorken, sırtımı da o kaşıdı ..
– Emaneti veriyorum, gidiyorum ben Allah’a;
Adı Ali. Nallıhan’lı. Selâm ilet o sakaya..
Kucağımda başı düştü, gülüyordu kanlı yüzü;
Birisinde bir damla yaş, zaten yoktu öbür gözü.
Kefen mefen hak getire; poturuyla gömülüyor;
Sırta alıp her mevtâyı, yine asker götürüyor.
Çamur çökek dolu ayak, çorabı hiç düşünme sen;
Sakarya’nın tozu dolu; o ne kutsal, hele bilsen…
Bismillâhla çekip aldım çarıkları ayağından;
Hâlâ bile kan sızıyor tabandaki yarıklardan.
Yanda yatan bir yaralı, aynı bölük zâbitiymiş;
Şehidimin sözlerine dikkat etmiş, kulak vermiş;
-Hemşirânım, dedi bana: beş on günde ayaktayım.
Yaram ağır değil benim, yine yola bakmaktayım.
– Osman takım çavuşumdu, biz beraber yaralandık.
Mitralyözü O susturdu; topu topu beş adamdık.
Fırlayarak koştu gitti, Allah Allah diyerekten;
Süngüsüyle hep mahvetti, ses çıkmadı mitralyözden.
– Nallıhan’dan, Karaköy’den hemşehrisi saka Ali;
Cesareti çoktur ama, nerden baksan biraz deli..
-Elindeki eski mavzer hâtıradır babasından;
Ayıramaz Onu kimse mavzeriyle katırından..
Hiç olmadık yerde bile bulup sana su getirir;
Görülmedik yerde durur, nişancıyı o bitirir.
-Biraz evvel duydum sizi, nedir Onun son isteği;
Bir de saat taşıyordu bak, cebindedir kösteği.
-Babasının yâdigarı; öyle deyip konuşurdu;
Hicaz harbi ganimeti, bir İngiliz çavuşuydu.
-Matra, saat değişmişler; yaralılar toplanırken;
İngilizi tanımışmış, parçalanmış süngü ilen.
Saat sizde kalsın e mi? Yollarsınız anasına;
Çarıkları ben veririm, bizim bölük sakasına..”
Sahradaki bu hastane şimdikine nüve oldu;
Can pazarı oradaydı, işte şimdi örnek oldu..
Hep dirildik , yaşıyoruz; çıkıp geldik ne günlerden..
Gâzi Paşa önümüzde, O sıyırdı gecelerden.
O’ndan gelir, hiç tükenmez; kuvvetlidir nefesimiz;
O’ndan doğdu âsârımız; O’ndan aldık gücü hep biz…
BİZLERİ DERİNDEN ETKİLEYEN BU YAZI İÇİN HUZURLARINIZDA SAYIN YÜCEL AKTAŞ BEYE SONSUZ SAYGILARIMIZI SUNUYORUZ.