Salih Bozok’tan Atatürk’e Ait Canlı Hatıralar
Atatürk Cephede, Derviş Paşaya Şöyle Dedi: ‘Topçularımızın Geride Kalması Olamaz!..’
Derviş Paşa Emri Bizzat Tebliğ İçin Atına Atlamıştı. Bu Tehlikeli Hareketini Önlemek İstedim, Paşa Kaşlarını Çattı ‘Baksana,’ Dedi, ‘Emri Kim Yeriyor?..’
Bundan iki buçuk sene evveldi; Salih Bozok beni evinde kabul etmek lütfünu esirgemedi. Ta, Selanik’ten başlayarak Atatürk’ün en yakını; bütün milli mücadelede yaveri olan ve Atatürk’ün son nefesine kadar refakatinde bulunan Salih Bozok, muhakkak çok kıymetli hatıralarla yüklüydü. Ricalarımı kırmadı, ve:
– Ben, dedi. Atatürk’le Selanik’ten tanışırdım. İkinci ordu kumandanı oldu. O zaman beni de yanına aldırttı. Sonra Halep’e, yedinci ordu kumandanlığına geçince, beni yine beraber götürdü. Orada, Falkenhayn’la aralarında bir ihtilâf hasıl oldu. Atatürk yazdığı lâyihalarda, hükümeti Falkenhayn’in hatalarına iknaa çalıştı. Buna imkân göremeyince istifayı tercih etti. Ricam üzerine Enver Paşa’ya söyleyerek, beni de askerlikten uzaklaştırdı! Ve ben, Bağlarbaşı’nda kömür ticaretine başladım. Onun Anadolu’ya geçişinden az sonra da Ankara’ya gittim. Ve yaverlik vazifeme yeniden başladım.

‘Atatürk’ adının her geçişi, ona bütün yüreği ile, bütün inancı ile, bütün varlığı ile tapan değerli Saylavın gözlerinde, peygamberinden bahseden bir mümin hürmeti, bir mümin sevgisi belirtiyordu. Ondan Atatürk’ün, ileriyi görmekte ki dehasını tebarüz ettiren hikâyelerin en kuvvetlilerini dinledim. Ve hayatının dörtte üçünü Atatürk’ün hizmetinde geçiren bahtiyar Saylavı son kavganın hatıralarını anlatmaya davet ettim. Söze derhal başlayışından, içine sinen bu hatıraları anlatmak zevkini ilk defa tatmadığı belli idi:
– Bir gün, dedi, ‘Biçer’ istasyonundan otomobille Sivrihisar’a gidiyorduk. Oradan da Akşehir’e inecektik. Atatürk, pelerinine sarılmış, gözlerini, akşamın karanlığında alacalaşan ovalara dikmiş, düşünüyordu. Bir aralık:
– Hımm! dedi.
Ben bu hareketin çok mühim bir derunî hâletin tezahürü olduğunu biliyordum. Düşündüğünü anlayabilmek isteğini yenemedim. Ve dolambaçlı bir sorgu yolu tuttum:
– Bir emriniz mi vardı Paşam?
O, gözlerinin eritici bakışlarını gözlerime dikti ve:
– Salih! dedi, eğer düşündüklerimi tatbik edecek zamana malik olursam, yakında cihanın, gözlerini kamaştıracak bir manzarai askeriye husule gelecektir!
Ve işte, bütün zaferlerin kapısını açan büyük Afyon taarruzu, O’nun bu sözleri söyleyişinden tam on beş gün sonra başarıldı!
– Bir gün de, Çankaya civarında bir köylü evine girmiştik. Girdiğimiz kulübede, ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için aksakallı köylüye ilk aklıma gelen suali sordum:
– Sen Gazi’yi tanır mısın baba?
İhtiyar beni, saçma bir sual sormuşum gibi istihfafla süzdü!
– Gazi’yi tanımayan var mı ki? dedi ve ilâve etti:
– Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli camiinde cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi, nurlu yüzlü peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!

Gülmemi güç tutarak Atatürk’ün tamamen matruş ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:
– Varsın, dedi, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mâna var?
Getirilen ikinci kahveyi yudumlarken, Salih Bozok:
– Eğer müverrih olsaydım, dedi, bu iki hatıramı, hiç düşünmeden tarihe geçirirdim, ihtimal, bana çok heyecan verdikleri için böyle düşünüyorum.
İzmir yolunda ilerliyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini seyrediyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, yürekten minnetlerini anlatmak ihtiyacı ile paralanıyorlardı. Evleri yanmış ve dünyada sırtlarındaki donlarından ve gömleklerinden başka bir şeyleri kalmamış insanların, ikram etmek arzusu ile nasıl çırpındıklarını görseydi, yüreksiz ‘Neron’ bile kör oluncaya kadar göz yaşı dökebilirdi. Tam yanlarına vardığımız sırada, bir nakliye kolu geçmemize mâni oldu. Otomobil durdu. Atatürk, istediği bir sigarayı yakmak üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yanına sokulan sakallı bir ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kâğıt çıkardı. Evvelâ kâğıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kâğıda, yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça bile tüylerimi ürperten bir sesler
– Bu sensin! dedi. Ve arkasını dönerek, köylülere Allah’ı yerde görmüş bir mü’min heyecanı ile bağırdı:
– Mustafa Kemal! dedi… Mustafa Kemal….

Bu feryadı duyanların nasıl biribirine karıştığını tasavvur edemezsiniz…
Biz, bütün gayretimize rağmen onların birbirlerini çiğneyerek otomobile dolmalarına mâni olmadık: Çünkü onlar, şuurun dışına taşmış bir sevgiden kuvvet alıyorlardı: Atatürk’ün yüzünü, ellerini, öpüyorlar, çizmesinin tozlarını, sürme gibi gözlerine çekiyorlardı!.
Salih Bozok’un gözleri, o günü yeni yaşıyorcasına yaşarmıştı. Bunu hatırlamaktan duyduğu heyecanı yatıştırmakta zorluk çektiği belli idi:
– Diğer vaka da Eskişehir yolunda geçmişti’ dedi.
– Yolda her uğradığımız yerden bir kılavuz alıyorduk. Bir akşam üzeri, tenha bir köye girmiştik. Çamurlu köy yollarında, bir çeşme başında abdest alan bir ihtiyardan başka kimseye rastlamadık, ona:
– Baba, dedik, bize yol gösterecek birini bulabilir misin?
Sevimli ihtiyar:
– Birini bulmak ne demek, dedi, kendim ne güne duruyorum?
Otomobil dolu idi. Fakat o, çamurlukta gelebileceğini söylüyor, ısrar ediyordu. Çaresiz razı olduk. Yolda Atatürk, ihtiyarla da konuşmamı emretti. Lâf kıtlığında aklıma yine ayni sual geldi. Sordum:
– İhtiyar, sen Mustafa Kemal’i tanır mısın?
– Tabii tanırım!
– Görsen ne yaparsın?
– Ayaklarının altına köprü olurum!
Bu cevabı alınca güldüm ve Atatürk’ü gösterdim:
– İşte Mustafa Kemal.
İhtiyar, bizi peygamberlik iddiasına yeltenmiş iki meczup gibi süzdü, şahadet parmağı ile sağ gözünün alt kapağını aşağıya çekerek güldü:
– Pışşşşşt! dedi.
Fakat az sonra vardığımız kasabada geleceğimizi bildikleri için istikbale hazırlanmışlardı, ihtiyar, bunu görünce, kırdığı potu anlamıştı. Utancından otomobil durur durmaz ortadan kayboldu. Atatürk onu bulmamı emretmişti. Biçare beni görünce, ayağıma kapandı:
– Ne olur, dedi, beni affedip bir defa elini öptürsün. Ömrüm oldukça çizmesinin çamurunu yiyeyim!
Güldüm, ve parmağımla sağ gözümün alt kapağını aşağı çekerek aynı cevabı verdim:
– Pışşşt!
İşte, hayatımın en büyük heyecanlarından birini de, onu Atatürk’ün yanına oturduğum zaman duydum. İhtiyarın Atatürk’ün ayakları altına kurbanlık bir koyun teslimiyetiyle nasıl yıkılverdiğini hatırlıyorum da, o anda, kalbimin nasıl durmadığına hâlâ şaşıyorum!
Çal’da cepheyi dolaşıyorduk. Hiç farkına varmadan, düşmanla çarpışan avcılarımızla, düşmana ateş saçan topçularımız arasına girmişiz. O sırada yanımıza yedeğinde boş bir at getiren bir süvari geldi. Ve Atatürk’e:
– Kumandan Paşa bu atı gönderdi, sizi topçu menzilinde bekliyor! dedi.
Atatürk, nefere:
– Sen, dedi, bu atı ona götür, binsin de o buraya gelsin!
Çok geçmeden. 11’inci fırka kumandanı merhum Derviş paşa yanımıza geldi. Atatürk ondan vaziyet hakkında malumat istedi. Derviş Paşa:
-Düşman dumdarile çarpışıyoruz Paşam! dedi.
Tam o sırada arkamızdan müthiş bir grup ateşi başlamıştı. Toplarımız dağları sarsarcasına gürlüyorlardı. Atatürk, Derviş paşaya:
– Biz burada iken topçularımızın gerimizde kalması olmaz! dedi. Onları bizim önümüze geçirmek lâzım.
Ve Derviş paşa bu emri derhal tatbik ettirip gelişinden sonra, güldü:
– Paşam, şimdi de avcı hattı ile topçu hattı bir araya geldi. Bu oldu mu ya?
Anlaşılıyordu ki Atatürk düşmanın işini bir an önce bitirmek ve kuvvetlerimizi derhal hücuma geçirmek istiyordu. Derviş paşanın zekâsı, onun bu niyetini kavramıştı:
– Paşam, dedi, emrederseniz, avcı hattını da ileri sürelim!
Atatürk, maksadının çabuk anlaşılmasına memnun olmuştu. Güldü:
– Derhal!
Fakat bulunduğumuz mevki ile avcı hattı arasında telefon tesisatı yoktu. Derviş Paşa bu emri bizzat tebliğ için atına atlamıştı. Ben onun, bu çok tehlikeli hareketini önlemek bir başkasını göndertmek istedim. Koca paşanın kaşlarını çatıp ta bana:
– Baksana? Emri kim veriyor? Deyişini, ve hayvanını ateş hattına doğru dörtnala uçuruşunu ömrüm oldukça unutamam! On dakika sonra avcılarımız harekete geçtiler ve bir saat sonra dikiş tutturamayan düşman neferleri Murat dağlarına doğru çil yavruları gibi dağıldılar! Atatürk’ün bu dahiyâne müdahalesi, kim bilir ne kadar uzayacak olan bu işi bir saate sığdırıvermişti. Bu haberi kazanışımızın ertesi günü de Trikopis esir düşürüldü.
Bu hikâyesini tamamlayan Salih Bozok’tan, Atatürk’ün İstiklâl harbinde, büyük bir ölüm tehlikesi atlatıp atlatmadığını sordum:
– Atatürk, dedi, en büyük tehlikeyi İzmir’in istirdadında atlattı. Ve anlattı:
– Düşmanın Afyon’dan bozuluşundan sonra, İzmir’e kavuşmak aşkı ile yanan askerler, yol yürümeye kanmıyorlardı. Omuzlarında silahları, bellerinde üzüm torbaları, bir taraftan yiyorlar, bir taraftan yürüyorlardı. Nif’e vardığımız zaman, İzmir’den geldiğini söyleyen bir arabacıya:
– İzmir’de ne var, ne yok? dedik. Güldü:
– Süvarilerimiz Kordonboyu’nda cirit oynuyorlar! cevabını verdi.
Birden inanmamış, Yalan! diye bağırmışız. O gayet sakin, parmağı ile şoseyi gösterdi:
– İnanmazsanız nah yol!
Ne gariptir ki, askerlerimiz, bu müjdeyi alınca, istiflerini bile bozmadılar. Bir kavga sonunda, bir ordunun kuvvei maneviyesini bu derece muhafaza etmesi, görülmemiş şeydir diyebilirim. Hattâ içlerinden birisi:
– Yazık! dedi, ben İstanbul’a vardılar sanıyordum!
Atatürk bana:
– Git, dedi, bana İzmir’de Kral Kostantin’in oturduğu evi hazırlat!
Ben, bu haberi yerine getirip haber vermeye dönerken süvarilerden Paşa’nın İzmir’e geldiğini duydum. Ve ona Kordonboyu’nda yetiştim. Orası o anda, bir harp sahasından çok tehlikeliydi: Ermeni fedaileri ortalığı ateşe vermişler, rasgeldikleri yere bomba savuruyorlardı. Etrafımız ateş içinde idi. Ve Atatürk, parkta tenezzühe çıkmış kadar sakin, denizi seyrediyordu. Bir aralık bana:
– Güzel memleket! dedi. Ve ilâve etti:
– Bu cennete düşman sokulur mu?
Fakat ne yalan söyleyeyim, ben, O’nu bu ölüm yağmurunun altından uzaklaştırmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Tehlikeyi anlatabilmek için:
– Paşam, dedim, şimdi şu sokağın içinde bomba atan iki fedaiyi yakalayıp vurdular!
O gayet sakin eseflenip:
– Yazık, göremedik, demesin mi?
Fakat eğer o andaki cesaretine şaştığım Atatürk, oradaki tehlikeli molasını uzatsaydı, büyük zaferinin keyfini tadamayacaktı.
Salih Bozok, bu sefer de, Trikopis’le Atatürk arasında geçen enfes bir konuşmayı hatırlamıştı.
– Baş kumandan Trikopis’le, kumandan Siyonis kılıçlarını aynı zamanda teslim etmişlerdi. Atatürk, onları, tarihte hiç bir kumandanın esirlerine göstermediği bir hürmetle karşıladı. Erkânı harp yüzbaşısı Faruk’un tercümanlığı ile görüşmeye başlamışlardı. Atatürk’ün teselli vermek için söylediği sözler, onlara akıbetlerinin bütün acılarını unutturabilecek kadar tatlı idi. Bir aralık, Trikopis’e gayet dostane bir eda ile sordu:
– Neden vaktiyle ricat etmediniz?
– İmkân bulamadık!
– İhtiyatlarınızı niçin vaktiyle kullanmadınız?
Trikopis, dişlerini sıkarak Siyonis’i işaret etti:
– Kendisine sorun!
Atatürk ayni suali ona tevcih etti.
Siyonis; Baş kumandandan emir almadığını söyledi. Atatürk yine Trikopis’e döndü:
– Niçin emir vermemiştiniz?
Trikopis, bir imkânsızlığı ifade isteğİ ile ellerini açarak, cevap verdi:
– Topçularınız telsiz mi bırakmıştı ki?
Sonra, beş dakika evvel, İstanbul’daki zevcesine hayatının emniyette olduğunu müjdelememizi istediğini unuttu ve elini alnına götürerek:
– Ben, dedi, intihar etmeliyim!
Atatürk:
– Orasını siz bilirsiniz! Cevabını verdi, ve istirahatlerinin temini için lâzım gelen emirleri vererek uzaklaştı.
Naci Sadullah, Tan Gazetesi, 13 Kasım 1938