Safiye Ayla’nın Atatürk’le İlk Karşılaşması Ve İkinci İmtihanının Notu
Safiye Ayla hâtıralarını anlatıyor:
Yazan: Cemaleddin Bildik, 1948
Atatürk’ün Türk musikisi severliği hakkındaki hâtıralarını tespit etmek üzere, Sıraserviler’deki apartmanında ziyaret ettiğim Safiye Ayla, bana salonda yer gösterirken:
– Size, dedi, hâtıralarımı anlatacağımı vadederken Atatürk bir Türk musikisi severi idi, demiştim. Her şeyden evvel tashih etmek isterim ki Atatürk yalnız bir Türk musikisi severi değil, hayranı idi… Üstün bir bestekâr kadar ve belki de onlardan daha fazla makamdan anlar, falsoları yakalar, çok haklı tenkitlerde bulunurdu. Bu böyle olduğu gibi son derece içli ve duygulu bir şair kadar da güftelerin hatalarını işaret ederdi.
Gazi cesurları sever
Safiye Ayla’ya sordum: Atatürk’le ilk defa nerede ve nasıl karşılaştınız?
– Unutmama imkân olmayan bir gündür o, dedi. Sanat hayatımın ikinci senesiydi… O zaman Küçük Çiftlik parkında okuyordum. Kara kuru bir kızdım… Şimdi sanat hayatımın 18’nci yılı içinde olduğuma göre şöyle böyle 16 sene evvel… Atatürk’ün seryaveri Rusuhi bey Küçük Çiftlik parkına gelerek beni yanına çağırttı. Gittim. Gazi hazretlerinin beni dinlemek istediklerini söyleyerek işimin bitip bitmediğini sordu ve: «Hemen gidebilir miyiz?» dedi. Ben de son şarkımı okumuş, evime dönmek üzere idim. Düşündüm: Gazi hazretleri ve ben… Ben, kara kuru Safiye… Gazi hazretlerinin huzuruna çıkacak ve şarkı söyleyecek… Kör olası şeytan sanki gırtlağıma bir düğüm atıp savuşmuştu. O saniyeden itibaren bir imtihan korkusu titremesi içinde kaldım. Ne «gidebiliriz efendim» diyebildim, ne de «gidemem»…
Dedim ya, gırtlağımda bir düğüm peyda oldu, cevap veremedim. Rusuhi bey halimi anlamıştı. Önüme eğik duran başımı, çeneme dokundurduğu şehadet parmağıyla kaldırarak: «Yüzüme bak!» dedi. Baktım. Tebessüm ediyor ve bana cesaret veriyordu: «Üzme kendini, diyordu. Cesur ol… Gazi cesurları sever…» İşte bu «Gazi cesurları sever» kelimesi bende tereddüdün ve korkaklığın zerresini bırakmamıştı.
İlk karşılaşma
Nereye götürülmüştünüz?
– Rusuhi bey beni otomobiline alarak Şişli’ye götürdü. Sonradan öğrendim ki o gece gittiğimiz ev, o zamanki belediye reisi muavini Nuri Bey’in evi imiş… Kılıç Ali beyle Atatürk’ün yakınlarından bir çokları orada idiler. Saz arkadaşlarımdan bir kaçını orada görmekliğim cesaretimi arttırdı. Şimdi hangileri olduğunu hatırlayamadığım bir kaç şarkı okudum. Atatürk dikkatle dinliyordu. Bir falsomu yakalayacak diye de ödüm kopuyordu. O gece sabahın saat sekizine kadar oturuldu, çalındı, okundu… Bu, Atatürk’le ilk karşılaşmamdı. O geceyi hem bu bakımdan, hem de sanat hayatımın ilk sabahlaması olduğundan katiyen unutamam…
Tenkit mi edildiniz, takdir mi?
(Safiye Ayla, tarihe mal olacak bu satırlar arasında yalana veya mübalağaya katiyen tahammül edemeyeceğini söyleyerek):
– Doğrusu, dedi, o gece ben ne takdir gördüm, ne de tenkit… Tenkit veya ihtarla karşılaşmamaklığım, benim için bir takdir demekti. Toplantının sonlarına doğru Atatürk’ün «Güzel sesi var bu kara kızın» dediğini yakınlarından öğrendim.
Dört sene sonra
Safiye Ayla, o geceden sonra tam dört sene Atatürk’ü bir daha göremediğini söyleyerek:
– Ankarada bir konser vermeye davet edilmiştim, dedi. Şunu da işaret edeyim ki bu dört sene zarfında ben, mütemadiyen ders almış, çalışmış ve sanatımı bir hayli ilerletmiştim. Ankara’da bulunduğumu haber alan Atatürk, konserlerimin ertesi günü beni Çankaya’daki köşküne çağırttı. Şüphesiz ki bu, benim için dört sene sonra vereceğim ikinci bir imtihan olacaktı. Gittim, bir kaç şarkı okudum. Yanına çağırdı, sırtımı okşadı ve artık olgunlaşmaya başladığı mı söyledi. Bu dört sene sonraki ikinci karşılaşmamdan sonra, son hastalığına kadar Atatürk’ün huzuruna sık sık çıkarıldım ve şarkı okudum.
Atatürk’ün sazcılara kârşı alâkasını öğrenmek isteyerek: Kimleri takdir eder veya severdi? dedim. Safiye Ayla:
– Mühimdir, dedi, onları da söyeyeyim. Saz takımında kemanı Nobar ile Sadî Işılay bulunmazsa tatmin olunmaz, onları behemahal isterdi. Tamburi Selahaddin Pınar’ı, udi Nevres’i, Yorgo’yu, kemani Necati Tokyay’ı, kemençe Aeko’yu de pek severdi. Hele Hafız Yaşar’ın sesine hayrandı..
Müzisyenlere karşı muamelesi
Dünün kara kuru kızı olan Safiye Ayla, şimdi şişmanlamaya doğru bir yol tutmuştur. Bu halinden memnun değildir. Her kadın gibi o da şişmanlıktan korkuyor ve şikâyet ediyor:
– Görüyorsunuz, diyor, apartmanın en üst katında oturuyorum. Spor olur, şişmanlamam diye boyuna merdiven çıkıp iniyorum amma… Ne dersiniz, şişman mıyım ben?…
Size şişman denmez, balık etindesiniz, diye cevap verdim. Hakikaten de öyledir. Fakat nedense kendisini şişmanlamaya doğru gider durumda görmektedir. Bu bahis üzerinde konuşurken aklına gelmişti.
– Atatürk’ün, dedi, müzisyenlere karşı muamelesi tam demokratik idi. Bir çok sosyetelerde müzisyenler için ayrı sofra kurulur. Fakat Atatürk, bizlere tam bir arkadaş muamelesi yapar, sofrasında yer verir, içtimai mevkii yüksek davetlilerden katiyen ayırt etmezdi. Çok defa şarkılara iştirak eder, tek başına saza refakat ettiği de görülürdü. Hangi şarkı idi bilmiyorum, hâtırımda kalmamış, bir gün bir şarkı okuyordum. Eli ile işaret ederek: – Dur! dedi, yanlış okuyorsun… Durdum. O şarkıyı Atatürk, baştan alarak okudu. Sazda bulunan bestekâr arkadaşlarım göz ucu ile işaret ederek hayranlıklarını belirtiyorlar ve Atatürk’e hak vererek «doğrusu budur» demek istiyorlardı. Evet Atatürk şarkının güftesinde ve bestesinde falso yapılmasına katiyen tahammül edemezdi. İşte Atatürk’ten yalnız bir o gün ihtar gördüm. Beni daima beğenmiş ve ileride yüksek bir okuyucu olacağımı söylemiştir.
Sana ne yapayım?
Atatürk’ün Yemen türküsünü çok sevdiğinden bahsetmiştim. Safiye Ayla diyor ki:
– Dolmabahçe’de bir gün yine bu şarkıyı okutmuştu. Son derece mütehassis olan Atatürk «Söyle, dedi, sana ne yapayım?» düşündüm. İstenilecek herşeyi yapabilecek bir büyük adamdı o… Peri padişahının masallarındaki gibi «Sağlığınızı Paşam» demekten kendimi alamadım. İtiraf ederim ki bu arada içimde bir arzunun düğümlenip kaldığını da açıklamaktan geri kalamadım. Usulcacık «Beynelmilel bir sanatkâr olmak isterdim amma» dedim. Fakat bu, Atatürk’ün yapabileceği işlerin en müşkülü idi. Çünkü sanatım, Türk hudutlarını aşamayan bir işti.

Bu noktadan yüreğinin pek yanık okluğunu söyleyen Safiye Ayla, sözlerine şöyle devam etti:
– Alaturka musikiyi müdafaa için namütenahi konuşanlarımız pek çoktur. Bunlar gelişi güzel söylüyorlar. Eminim ki bu mevzuun ne hazin neticeleri olduğunu benim gibi düşünmedikleri için öyle konuşuyorlar. Bir ecnebi muhitinde -Türk ses yıldızı- diye takdim edildiğim zaman, tahmin edemeyeceğiniz derecede büyük bir sıkıntı içinde kıvranıyordum. Çünkü bu ecnebilerin anlayabilecekleri bir şarkı okumama imkân yoktu. Hangi şarkıyı okursam okuyayım «çok güzel ses, maşallah» demekten öteye gidemeyeceklerdi. Nitekim bu, böyle olmuştur. Gönlümün en büyük arzusu, alaturka demiyorum, sözüme dikkat ediniz. Bir Türk musikisinin doğmuş ve bütün dünyaya kendini dinletebildiğini görmüş olmaktır. Adnan Saygun’un oratoryosunu, Türk musikisi üzerinde atılmış bir adım olarak sayabiliriz. Fakat sarahaten söyleyeyim ki bu günkü alaturka, bir Türk musikisi değildir, olmaktan da çok uzaktır. Yüreğimin acı ile burkulduğu diğer nokta da beynelmilel şöhret yapmak imkânlarının bizden uzaklaştığını müşahade etmekliğimdir. Bu şöhreti yapacak Türk artistlerini görmek inşallah nasip olur…
Safiye Ayla’yı bu mevzu üzerinde biraz daha deşebilmek için: O halde, dedim, alaturka mademki bir Türk musikisi değildir. Onu kaldırıp atalım. Telâşla yerinden hopladı:
– Aman! dedi. Sözlerim yanlış anlaşılmasın… Dünyaya hitap etmiyor diye alaturkayı kaldırıp atalım demek istemiyorum. Alaturka sadece bizim ruhumuza hitap eden bir musikidir ve bu böylece devam edecektir. Atatürk beynelmilel bir Türk musikisi yaratılmasını belki isterdi. Fakat olmadı… Oluncaya kadar da Atatürk, bugünkü alaturkayı dinleyerek gözlerini yumdu…