Sadri Ertem, Bütün Ölüler Ve Atatürk

Günler var ki, yanında faciaların gülünç bir tebessüm gibi kaldıkları hakikat bizi sardı: Atatürk öldü.

Bir milletin gözyaşına, bir dünyanın feryadına rağmen, ben buna hâlâ inanmıyorum. Günler var ki, bütün ısrarlarıma karşı kalbim isyan ediyor ve O’nun ölümünü kaydetmek cinayetinden korkuyor.

Tabiat, kendisiyle yaptığımız büyük ve şevkli cidalde bizi pusuya düşürdü. Bizi kalbimizden vurdu.

Yaramız, her ölümün ruhlarda açtığı gedikten daha başkadır. Onun için, Atatürk’ün ölümü de hayatı gibi müstesna bir hüviyetin, kudretin azametin ifadesi olmuştur. Onun için bütün ölüler bir yana. Atatürk bir yanadır.

Oscar Wilde der ki:

“Ne kadar çok hayat yaşarsak, o kadar çok ölümle ölürüz.”

Gerçekten, ne kadar çeşitli hatıralara sahipsek, bu hatıraların sahiplerini kaybettikçe, ölüm, bir buhran gibi, bir gece gibi, bir deniz gibi etrafımızı kaplar. Ve nihayet bizi boğar, hatıralarını içinde taşıdığımız insanların birer birer sizden uzaklaştıkları, yahut bu hatıralarınızı bir servi gölgesi ve mezar taşı ile tahattura başladığınız zaman, gözünüzün yıldızları görmesine, burnunuzun bir bahar havasını teneffüs etmesine, vücudunuzun yumuşak ve ılık bir bedenin hareketini nakletmesine rağmen, siz, bir yarı ölüden başka bir şey değilsinizdir. Çünkü, birikmiş, ağdalaşmış hatıralar yekünu olan şahsiyetlerinizle böylece yavaş yavaş bir başka aleme intikal etmiş oluyoruz. Böylece hayatla ölüm belirsiz bir şekilde birbiriyle düğümleniyor. Hem yaşıyor, hem ölüyoruz. Dostlarımın ve en güzel hatıralarının en güzelini kaybeden bir insan, yeni bir hatıralar yekünu halkedinceye kadar fizik bakımından muhakkak yaşar, fakat bu yaşayış, burnunu otlara sokarak dünyayı bir demek ottan ibaret sanan bir öküzün hayatı tadışından başka bir şey değildir.

Hafızanın kendini bulabilmek için, maden arar gibi mütemadiyen toprak kazmaya mecbur kaldığı zamanlarda insan, kendini kendi üstüne kapanmış bir mezar taşı sansa revadır. Çünkü zihnimize gelecek bir sualin cevabını bir mezar taşı verecektir.

Ne kadar çok tanıyorsak, ne kadar çok seviyorsak, o kadar çok öleceğiz. Her ölü, biraz da bizi öldürüyor.

Fakat bu düşünceler sadece bir insanın ruhunda izler bırakan dostluk, akrabalık ve sevgi hislerinin birdenbire maverai bir hal alıvermesinin ifadesidir.

Atatürk’ten başkaları için dökülen gözyaşlarının ruhunu Oscar Wilde gibi tahlil edebiliriz:

Atatürk bir millet halketmedi. O, bizzat bir milletti, milletten geldi, millete döndü. O, milletten gelip millete dönerken bir büyük istihalenin, bir büyük oluşun hamIelerini taşıdı. Bunun için bir daha mavi denizi, bu güzel ufukları seyredemeyecek gözler, bir daha milletin sesini duymayacak kulaklar, bir daha söz söylemek için açılmayacak ağız önünde bir gözyaşı kütlesi halini alıyoruz. Atatürk’ün milletten alıp millete, beşeriyetten alıp beşeriyete ilave ettiği kıymetler yalnız hisleri değil, yalnız gözyaşlarının anlatacağı ılık bir mevzu değildir. Onun sert, keskin hatları vardır. O, bir fikir kâinatıdır.

Atatürk asker olarak, devlet adamı olarak, fikir adamı olarak hayatında tek bir şeyi tahakkuk ettirmeye çalıştı; Türk Rönesansı!

Asker Atatürk, bir milleti tecavüzden korumak, milleti istildale kavuşturmakla hulasa edilebilir. Devlet adamı Atatürk, modern manasıyla (Millet-Devlet) muadelesini halletmiş, milletini yüzde yüz modern bir devlet cihazına kavuşturmuştur. Asker Atatürk’ün eserini modern devlet tamamlamıştı. Fikir adamı Atatürk, müsbete kıymet veren, müsbet ilmi hayatının rehberi yapan, Türk milletini muasır milletler seviyesine çıkarmak isteyen ve bunun prensiplerini, sistemlerini tamamen orijinal bir artist gibi halkeden insandır.

O’nun asker, devlet adamı ve fikir adamı olarak tahakkuk ettirmek istediği hayatın kıymetini ölçmek için Avrupa’nın 16’ncı asırdan evvelki halini, yahut cumhuriyetten evvelki Türk fikriyatını ve devlet organizasyonunu hatırlamak lazımdır.

O, yalnız hudutların organizasyonu ile değil, ruhiyle, kültürüyle, tefekkürüyle yaşayan feodalitenin ve imparatorluğun dekorunu değiştirdi. 

Bu ruh hamlesinde büyük bir mimar halinde hem ruhlara, hem maddeye şekil verdi.

O’nun eseri meydandadır. Yarattığı ruh içimizde yaşıyor. Şekillendirdiği maddenin ahengini seyrediyoruz.

Fakat bu harikulade şekil almış ruhların ve maddenin ustası aramızdan ayrılmıştır. Bunun için bir cihan halkeden ustamızın kaybı ile yanıyoruz.


(Kurun, 15 Kasım 1938)

şevkli cidal: istekli kavga, muadele: denklem, hüviyet: nitelik, intikal: geçme, tahattur: anımsama, hafıza: bellek, yekün: tutar, maverai: ötelerden, halketmek: yaratmak, muasır: çağdaş, istihale: dönüşüm, başkalaşım, tahakkuk: gerçekleştirme, tefekkür: düşünme