Ruşen Eşref Ünaydın

“Dünya, Türkleri mihengine vurduğu zaman soyunun ne kıratta bir yetenek olduğunu gösteren güneş saçlı, gök gözlü, ışık yüzlü, yalvaç sözlü, göğsü enli, ince tenli Atatürk’ün, bir gün Ankara’daki atlı heykeline baktım. 

Ve dedim: 

O’nu anlatmaya ne gerek! Güneşi ekin bilir, çiftçi bilir, yolcu, işçi bilir, hasta, sağlam her can bilir. Işığından yoksun körler bile sıcağını sezer!.. 

Şu tunç atın üstünde geleceği görecek O’dur. 

Ölümlülerin içinden ölümsüz kalacak O’dur. 

O’na hayranlığımızı bir daha belirtelim. Çünkü O, bir yeni adamdı: Özgürlüğün, bağımsızlığın aşıkı, savaşçısı, davacısı ve simgesi adama! O, bize yeni bir çığır açmaya gelmişti… Dilediğini başardı.” 

Bu sözler, O’nun çevresindeki inanmışlardan Ruşen Eşref Ünaydın’ındır. 

Mustafa Kemal Paşa, Ruşen Eşref’i ta mütareke yıllarında tanımış ve ona verdiği 24 Mayıs 1918 tarihli fotoğrafına şunları yazmıştı: 

“Her şeye karşın kesinlikle aydınlığa doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan güç, yalnız sevgili memleket ve ulusumun hakkımdaki sonsuz sevgisi değil, bu günün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde salt ve gerçek vatan aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.” 

Yine o tarihlerde Mustafa Kemal Paşa, Ruşen Eşref’le birlikte Aşiyan’ı ziyaret etmiş ve Tevfik Fikret’e bağlılıklarını birlikte dile getirmişlerdir. Tevfik Fikret sevgisi de bu iki arkadaşı birbirine daha çok yaklaştırmıştır. 

Cumhuriyet döneminin tanınmış dilci ve yazarlarından olan Ünaydın, mütareke günlerinde Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılarıyla ün yapmış ve 1920 yılında Anadolu’ya geçerek bu hareketin içinde olmuştur. 

Ruşen Eşref, O’nunla birlikte İzmir’e ilk gidişlerinde o günün heyecanını şöyle anlatır: 

“Hep o bitmeyen tükenmeyen alkışlar ve kutlayışlar arasında evinin önüne vardın. Atlar durdu, araba durdu.

İki yanını sarmış coşkulu halk arasından geçtin. Evin mermer taraçasına çıktın. Seni yerlere eğilerek, seni el çırparak; seni, dualar ederek karşılayan, kadın erkek kalabalığının önünde durdun.

Seni içeriye buyur ediyorlardı. Sen duruyordun. Yerde duran örtüyü sordun. O, ipekten kocaman bir düşman bayrağı idi; üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti.

Kadın, erkek oradaki İzmir’liler:

– Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral, bu evden içeri bizim bayrağımıza basarak geçmişti. Siz, lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin. Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir, diye yalvarıyorlardı.

Sen, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğun noktada kaldın, sana ağlayarak yalvaran kadınlara, erkeklere tatlılıkla baktın:

– O, geçmişte yanılmıştır. Bir milletin geleceğinin simgesi olan bayrak çiğnenemez. Ben, onun yanılgısını yineleyemem, dedin. Onu yerden kaldırttın ve bembeyaz mermerlere basarak içeri girdin.

İşte, sen İzmir’e ilk gün zaferinle böyle girdin.”

Sakarya zaferi dönüşünde Çankaya’da bir söyleşi sırasında Atatürk, Ruşen Eşref’e şunları anlatır:

“Benim, bu savaşta iki buluşum var. Bunlardan biri askerlik tarihinde şimdiye kadar formüle edilmemiştir. O da şudur: Daha iyi atılım yapmak için eğreti çekilmeler yaptırdığım bir sırada sırt sırta vere vere ta Ankara yakınlarına gerilediğimizi göz önünde tutarak:

– Bu hat da elden giderse hangi hattı savunacağız, diye benden üzüntü ile soran bir değerli komutana, Yusuf İzzet Paşa’ya: 

– Vatanı korumakta hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bir baştan bir başa vatanın bütün yüzüdür. Vatanın bütün yüzü, en son kayasına kadar düşmanla boğuşarak savunulacaktır, yanıtını verdim ve bu formülü bir günlük emir ile bütün orduya duyurdum. İşte, bu, ilk benim buluşum, benim savaş tarihine bir ekimdir. 

İkincisi de bana Sakarya’da doğan şu düşüncedir: Hiç bir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir amacı elde etmek için gereken en belli araçtır. Amaç, düşüncedir. Zafer, bir düşüncenin elde edilmesine hizmeti oranında değer anlatır. Bir düşüncenin elde edilmesine dayanmayan bir zafer sürekli olamaz. O, boş bir amaçtır. Her büyük meydan savaşından, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir evren doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir çaba olur.” 

Ruşen Eşref, Hatay davası ile ilgili olarak da bir anısını şöyle anlatır: 

“Kendisinin geldiği en son Cumhuriyet Bayramı balosu idi. Şimdiki Opera o zaman ki Sergievi’nde… Balkan Antlaşması Genelkurmay Başkanlarının; Romanya Başbakanı M. Tatarekcu’nun; Dışişleri Bakanımız Dr. Tefik Rüştü Aras’ın; İngiliz Büyükelçisi Sir Persi Loren’in hazır bulundukları dostane söyleşide Atatürk, (bana çevirterek) Fransız Büyükelçisi M. Ponso’ya 1789 Fransız İhtilali’nin ve “İnsan Hakları Beyannamesi”nin dünyaya yayılmış anlamının ve tepkisinin yüksek değerini açıklayıp bugünkü Türkiye’nin de büyük ve önemli bir devrimi gerçekleştirmiş olduğunu belirttikten sonra dedi ki: 

– Ekselans, bütün bunlara dayanarak ben, sizin ulusunuz, muhterem Fransız ulusunu öteden beri takdir ederim, ona duygum dostanedir… Onun ordusunun kahramanca döğüştüğünü, göz kırpmadan ölüme saldıran süvarisinin yürekliliğini Çanakkale’de görmüşümdür; pek beğenmişimdir. O kadar ki, yeri gelince, o görkemli hareketin bir aynısını da bizim süvari birliklerimizin kahraman komutanı Esat Bey’e ve kahraman askerlerine aynen yineletmişimdir. Demek istiyorum ki muhterem milletinizin ve şerefli ordunuzun değerli, güçlü yeteneklerini beğenerek övebilirim. Bu biçimde ona, ben dostluk elimi uzatmak istiyorum, o da benim dostluğumun değeri olduğunu bilmelidir. Bana aynı karşılığı vermelidir. Bakınız, benim kendi dostluğumun yanında, bütün şu etrafımda gördüğünüz şanlı ve seçkin kişilerin temsil ettikleri şerefli güçlerin, Balkan Paktı ve Sâdabat güçlerinin değerli ve büyük dostluğu var. Bunun önemini devletinizin anlamaması ve benim isteğimi geri çevirmesi olasılığını düşünemiyorum. Ben, toprak büyütme dileklisi değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak, antlaşmaya dayanan hakkımızın istekçisiyim. 

O’nu almasam edemem. Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Milletime söz verdim: Hatay’ı alacağım!.. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun karşısına çıkamam, yerimde kalamam. Ben, şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam!… 

Bunu bilerek ve sözümü kesinlikle yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız Ekselans Ambasadör…” 

Ve yanındaki Sir Persi Loren’in omuzunu okşayarak: 

“- Bakınız, sayın İngiliz Koleginiz benim bütün düşüncelerimi iyi anladı. Benimle tam dost oldu. Sorunuz, öyle değil mi? Ben, sizinle de aynı içtenlikle tamamen dost olmak istiyorum.” 

Şerefinize deyip Fransız Büyükelçisini ve herkesi içmeye davet etti.” 

Trikopis’in tutsak edilişinde de Atatürk’ün yanında bulunan Ünaydın, konuşmaları kendi kaleminden şöyle anlatır: 

“Trikopis sana sordu: 

– Siz, bu savaşı nereden yönetiyordunuz? 

Senin karargahını Afyonkarahisar açıklarında sanıyordu. Sen, düşünceli, gözlerin dalgın: 

– İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde, askerlerin yanında idim, dedin. 

Gerçi tutsak generallerin sırtları bize dönüktü. Fakat bizler başlarımızı, görme isteğiyle sarkıtıp onları iyice tanıyabiliyorduk. Senin, böyle kârşılık verdiğini işitince Trikopis şaşkınlıktan ve saygıdan ayağa kalkıp selamlayacak gibi yarı belinden yukarı doğru davranmış: 

– İşte savaş böyle kazanılır. Yoksa beş yüz elli kilometre uzaktan, durum gözle görülmeden, bir harita üzerinde pergelle ölçüm yapılarak, hüküm verilerek savaş yönetilemez… Yönetilir, ama sonuç böyle olur, dedi. Trikopis, 30 Ağustos savaşını senin önünde, bizim komutanlarımızın önünde, kendi diliyle o gün işte böyle anlattı… 

Sen, yine ona teselli verdin. Bir dileği olup olmadığını sordun. 

Bütün bu konuşma sırasında General Trikopis’in yanında bulunan General Diyenis sadece önüne bakıyor ve susmayı tercih ediyordu.” 

Ruşen Eşref, O’nun duygulu yanını anlatırken şöyle seslenir: 

“Bazı tasalı akşamlarında, sofra başında çeneni avucuna dayayarak, bakışları süzülmüş gözlerini yumarak yalın bir halk türküsünün: 

Ölüm Allahın emri 

Ayrılık olmasaydı. 

dizelerini, hala yankısı kulağımdan gitmeyen dokunaklı sesinle okurdun. Sonra, kendi iç dünyana varmış gibi bir an susardın. Seninle birlikte herkes de susardı. O zaman, sessizlik içinde dalgın, karanlıktan, boşluktan, yalnızlıktan hoşlanmamışsın, o an içinde herşeyin sonunu görmüş ve anlamışsın gibi, iç dünyandan silkinir, çevrenden ayrılırdın.” 

Milletvekilliği, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Büyükelçilik de yapmış olan Ruşen Eşref Ünaydın’ı 21.9.1959 günü toprağa vermiştik.


Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2