Recep Osman Nevres, Buxton Kardeşleri Bükreş’te Vurmuştu

Bir «Fedai»den bakir destanlar…

Bugün İzmir’de, Konak iskelesinin önünde, yâni, hükümet meydanındaki anıtta, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal günü olan 15 /Mayıs/1919’da, hür bir vatan ve Türk milletinin haysiyeti için ölenlerin baş ismi, HASAN TAHSİN’dir: Fakat Hasan Tahsin, bu kahramanın öz adı değildir. Tak­ma adıdır. Asıl adı NEVRES RECEP’dir. Osmanlı İmparatorlu­ğumuzun Teşkilât-ı Mahsusa’sının en genç fedaîlerinden birisi olan Nevres Recep’in iki bâkir destanını karagünler ve mücadele arkadaşı Hamza Osman Erkan’ın notlarından dinleyeceğiz.

YAZAN: CEMAL KUTAY

«BU ÇOCUK VATANI İÇİN GÖZLERİNİ KIRPMADAN ÖLÜME ATILIR…»

Mülâzım Atıf’ın (rahmetli Çanakka­le mebusu Atıf Kamçıl) Sultan Hamit’in, Ordu’nun Meşrutiyet için kımılda­nışını bastırmak gayesiyle Makedonya’ya gönderdiği Müşir Şemsi Paşa’yı Manastır’da postahaneden çıkarken vurduğu ve ayağından yaralı kaçabilip, Selânik’te daha sonra İpek mebusu olan İbra­him Efendi’nin evinde saklandığı gün­lerden biri idi.

Niyazi, Enver, Eyüp Sabri Beyler «dağa» çıkmışlar, Padişahı, Meşrutiyetin iadesi için zorlama safha­sına geçmişlerdi. İttihat ve Terakki’ye sızmış olan aydın zabitler, Rumelindeki harekâtı bastırmak için memleketin çeşitli yerlerinden gönderilen kuvvetlerin başına geçiyorlar, kardeş kavgasını ön­lemek için yolda, emirlerindeki askerleri uyarıyorlar, inkılâbı kansız ve kin­siz başarmak için didiniyorlardı: Eşref Bey de (daha sonra Osmanlı İmparator­luğu Teşkilât-ı Mahsusa Reisi) İzmir taburunun başında idi. Selânik’e gelince, Müşir İbrahim Paşa’yı (Millî Müca­delede Birinci Ordu Kumandanı rah­metli Nurettin Paşa’nın Babası) hususî olalak ziyaret etmiş, bu vatanperver kumandana hakikati açıkça anlatmış ve Yıldız, Meşrutiyeti iadeden başka çâre olmadığını bildiren telgrafların yaylım ateşi altında kalmıştı.

Bugünlerde idi ki İttihat ve Terakki, Selanik, Manastır, Kosova gibi merkezlerde, her yaş ve başdakilerin katıldığı mitingler tertip etmek hazırlığında idi. İşte, daha sonra adı, bir kahraman ahlâkı isteyen hadiselere karışan ve bugün mübarek ismi, İzmir’de, Yunan işgali karşısında yiğitçe ölenlerin başında olan Hasan Tahsin’in vatan yoluna vakfedilmiş hayatının sis­temli, plânlı, manalı ve gayeli safhaları, bu günlerden başlar:

Kendisini Eşref Bey’e Hacı Adil Bey (daha sonra, Edir­ne Valisi ve Dahiliye Nazırı) bugünler­de tanıtmıştı ve bu sülün gibi, on sekiz yaşındaki delikanlıyı şu cümlelere sıkış­tırmıştı: Bu çocuk, vatanı için gözlerini kırpmadan ölüme atılabilir…

PARİS’TE TAHSİL YILLARI

Hacı Adil Bey’in böylesine tavsiye ettiği gencin ismi Nevres Recep’ti. Selânikli idi. Sülâlesi, Osmanlıların Rumeliye geçişleri sırasında, Evlâd-ı Fatihan olarak gelip, adına RUMELİ denilen toprakları, Türkleştirmek için sınır ön­cülüğü yapan bir soydandı. İlk, Orta, Li­se tahsillerini Selânik’te, Feyziye mekteplerinde yapmıştı. Fransızca, İngiliz­ce, Sırpça, Bulgarca, hatta Rumence bi­liyordu. Ateş gibi bir çocuktu. Çok bü­yük maharetle silâh kullanıyordu. Uzun boylu, sportmen, cana yakın, samimî, aşırı cesur, yorgunluğa tahammüllü idi. Öylesine fikirleri vardı ki, Eşref Bey, kendisiyle konuştuğu zaman hayret et­ti ve Arabistan’da 1900 – 1908 mücadele devresinde ismi ve temeli atılan Teşkilât-ı Mahsusa’nın, memleketin girmek üzere olduğu yeni devirde, emek ve himmetlerine dayanacağı fedakâr, vatanperver, hayatını bağladığı ideal uğruna severek fedâ edebilecek yiğitler topluluğunu örnek olmaya değer bir numunesi karşısında olduğunu anladı. Nevres Recep’e Meşrutiyetin ilânı gerçekleşinciye kadar kaldığı günler içinde başta Gerillacılık olarak bütün bilgileri verdi ve kendisinin, Avrupa’ya giderek hem yüksek tahsilini tamamlamak, hem de Batı’yı daha yakından tanıma yolundaki arzularının gerçekleşmesinde yardım etti.

Nevres Recep, İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile beraber, Avrupa’ya ilk tahsile gidenler arasına böylece girdi, Paris’de, Sorbon Üniversitesine kaydolundu. Hukuk ve Felsefe bölümünde takdir toplıyan bir emekle «yetişmeye» başladı. Bu olup bitenler içinde, 1908, 1909, 1910 geçmiş, 1911 gelmişti:

Bizim derlenip toplanmamıza imkân vermeyen şer kuvvetleri başımıza bin bir dert çıkarma­ya başlamışlar, bu arada, İngiltere ve Fransa’dan sömürge toplamakta geciken İtalya, en kolay av sandığı Osmanlı ülkelerine gözatmış, kuvvetli donanması için elverişli saha saydığı Trablusgarp’a çıkarma yapmıştı. En zayıf devremizde, hiçbir hukukî ve siyasî sebep yokken yapılan bu tecavüz, Sorbon sıralarında tahsilinin son senesini tamamlamakta ola Nevres Recep’i çileden çıkardı, ve…

OLİMPİA SİNEMASININ PAR­ÇALANAN PERDESİ

Nevres Recep, vatanını uğradığı hak­sızlıkların Batı âleminde, nazarî olarak öğrendiği «hak, müsavat, adalet» ve her milletin kendisini dilediği idare altında görmek meşru hakkının kuvvet kulla­narak bozulması karşısında, kuvvetlinin tarafını tutan, lâik’lik iddiası altında en koyu din taassubunu yapan, bir avuç Türk mücahidinin kendi irade ve kah­ramanlıklarıyla giriştikleri Trablus mü­dafaasına sessiz ve alâkasız iken, İtal­yan yaralıları için Fransız evlerinden iane toplayan Kızıl – Haç teşkilâtına ağır bir mektup gönderdi, Matin gazetesinin meşhur fıkra yazarı Stefan Lozan’ı zi­yaret ederek bizim gazetelerin küpür­lerini verdi, Trablusgarp savaşında olan Eşref Bey’den getirttiği döküman­ları neşrettirdi ve bir gün, meşhur Olimpia sinemasının reklâm vitrininde Trab­lusgarp’a ait aktüalite kordelâsının reklâmını görerek içeri girdi…Filim, baştan nihayete kadar Türklük aleyhine iftiralarla dolu idi: Sanki bir vatan toprağına hücum eden İtalyanlar değil de bizdik ve sanki taarruz ettiğimiz topraklarda, medeniyet namına, utanç verici zulümleri ve baskıları biz yapıyorduk. Menfur ve utanmaz bir propogandanın dünyaya yaydığı bu yalan­lar serisi, Nevres Recep’in tahammülünü taşırdı, daima taşıdığı tabancasını çıkardı ve ardı ardına üç el ateşle beyaz perdeyi delik deşik etti.

BİR VEFAKAR DOST HİMME­TİYLE

Sinema karmakarışık olmuştu: Ta­banca sesleri dolu olan salonda dehşet yaratmış, seyirciler çığlıklar atarak çı­kış kapısına hücum etmişlerdi. Zabıta hâdiseye müdahele etmiş, Nevres Re­cep, hemen polise giderek olup bitenle­ri anlatmış ve eğer Fransa Hükümeti, hudutları içinde bu iftira kampanyasına mâni olmazsa, hakikat ve vatanını seven her medenî insânın yapacağını yaptığı­nı ve hareketinden nedamet de duyma­dığını söylemişti.

Hâdise, Fransa basınında derin akis­ler yaptı: Stefan Lozan, kendisini ziya­rete gelmiş olan bu gencin «bir vatan­perver» olduğunu kaydetti ve daha sonra, Balkan Harbi içinde memleketimize gelip, o meşhur «Hastanın baş ucunda» eserinde, Nevres Recep’i «ateşli bir Jön Türk» olarak vasıflandırdı. Fakat Katolik Basın, İtalya’ya tam müzaheret havası içinde idi, bu «anarşist Türk»ün Fransa’dan çıkarılmasını istedi.

Nevres ReceP’in bu mücadele safhası içinde pek samimî, vefakâr, kendisi gi­bi düşünen bir dostu vardı: Hamza Os­man..

Şeyh Şamil’in asîl kanını taşıyan ve daha onaltı yaşında, Nevres Recep gibi Teşkilât-ı Mahsusa saflarına katılan Hamza Osman, arkadaşının yardımına koştu: Ailesinin Fransa’da, nüfuz sahibi dostlarının delâletiyle Nevres Recep’i polisin takibatından kurtardı ve zaten yaz ayları da gelmiş olduğundan tatilini geçirmek için İstanbul’da, kendi ailesinin yanına misafir olarak gönderdi.

BALKAN MUHAREBESİ HAZIRLIĞI VE MÜSECCEL İKİ TÜRK DÜŞMANI

1911 yaz mevsimi, Haçlıların, Türklü­ğü Avrupa topraklarından söküp atma hazırlığının şaha kalktığı yıldır. Nevres Recep İstanbul’da, hükümeti, bu hazırlıklara karşı gaflet ve çâresizlik içinde buldu: İbrahim Hakkı Paşa, Trablusgarp harbinin hazırlık safha­sı içinde, Roma’da sefirdi ve bu komplonun farkına varmamıştı. Mebusan Meclisinde muhalefertin ağır ittihamlarıyla düşmüş, yerine, Sultan Hamit’in yadigârı Said Paşa, sekizinci defa sadrazam (başvekil) olmuştu. Trablusgarp müdafaasını devlet değil, vatan­sever genç zabitler yapıyordu: Enver, Mustafa Kemal, Eşref, Ali Fethi, Fuat, Süleyman Askerî, Reşid, Ali, Cemil, Feh­mi ve bir avuç arkadaşları…

Nevres Recep Paris’te iken, Balkan devletlerinin nasıl çalıştıklarını ve Batılı ülkelerde nasıl korkunç yardımcılar bu­labildiklerini görmüş, öğrenmişti: Uyuyan, en sarih haklarını savunmadan âciz olan sadece bizdik. Milletlerarası gizli bir komite, Türklüğü Asya’ya süre­cek olan Balkan Harbini hazırlıyor, Sırp, Karadağ, Yunan, Bulgar ve Ro­men devletleri arasındaki anlaşmazlık­ları gidererek, Türklüğe karşı tam bir anlaşma peşinde koşuyordu. Bu hazır­lığın başlıca tertipçileri içinde «Balkan Cemiyeti» nin kurucuları (Bukston Biraderler) vardı.

Aziz arkadaşı Nevres Recep’le, Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunun en genç unsurları olduğu günlerde, Hamza Osman Erkan. Kader, aradan elli yıl geçmesinden sonra, bir nisyân perdesine bürünen ve bugünkü Türk neslinin «âmentüsü» olması şart olan ger­çekleri, bugün hayatta kalabilmiş üç beş emektardan birisi olarak, aziz arkadaşa anlattırmayı nasip edecek, hattâ vazifelendirecektir…

O tarihte Romanya’da tarafsızlık polikasını savunan Bratyanu Kabinesi iktidarda idi. Balkan Komitesi, Romanya’yı tarafsızlık politikasından ayırıp, Bul­gar – Sırp – Karadağ – Yunan ittifakına sokmayı tahakkuk vazifesini, Bukston Biraderlere vermişti. Bu müseccel Türk düşmanları, üzerlerine aldıkları vazifeyi gerçekleştirmek üzere Bükreş’e gelmişlerdi. Türk Teşkilât-ı Mahsusa’sı, o günkü hükümetin pasif ve çaresiz siyaseti içinde, yaklaşan tehlikeye karşı kendi mü­tevazı imkânlarıyla mücadeleye kararlı Balkan Başşehirlerindeki haberalma örgütlerini seferber etmişti. Fakat bu yetersiz karşı koyma faciayı durduracak çapta değildi. Nevres Recep, kendisini fedaya karar verdi ve Bukstan Birader­leri öldüreceğini, böylelikle Türklüğe karşı açık mücadelenin hiç olmazsa per­de arkasına çekileceğini söyledi: Bunu dinleyenler, kendileri de, icabında böyle bir şerefli vazifeyi tereddüt etmeden başaracak insanlardı:

– Peki… dedi­ler.

HEDEFİNİ BULAN İKİ ŞEREF KURŞUNU

Nevres Recep, kendisine temin edilen sahte bir ad ve pasaportla Bükreş’e gitti. İki İngiliz, Bratyanu hükümeti ile temas halinde idiler. Balkan Cemiyeti, 1911 sonunda yüzündeki maskeyi çıkar­mış, hedefini açıkça ortaya koymuştu. Her Balkan Başşehrinde, birer şubesi vardı. Gizli açık çok kaynaklardan malî geniş yardımlar gören ihtilâl hareketi, sık sık konferanslar veriyor, Balkanlar­daki «yabancı» tahakkümünün son bul­ma gününün geldiğini, bu gayeye yakın gelecekte savaşsız erişilemezse silâhların konuşacağını bildiriyor, hepsi sahte ve düzenlenmiş zulüm vesikaları, filmler gösteriliyor, bu harekete katılmanın «Medeniyet ve Hıristiyanlık borcu» olduğu ilân ediliyordu. Kesif propoganda, Bükreş’de tesirini göstermeye başlamıştı. Nevres Recep, Balkan Cemiyeti’nin şehrin merkezindeki binasında tertip et­tiği son ve büyük gösteriye girebilme imkânını buldu. Ön sıralarda yer al­mıştı. Konferans ve gösteriler sona erdiği zaman kapıdan geniş hole çıktı ve iki kardeşin gelişini bekledi. Bukston’ların görünmesiyle beraber, ardı ardına iki el ateş etti: Kurşunlar hedefine isabet etmiş, John ve William Boxton’lar üstüste devrilmişti. Garip bir tesadüf, iki kurşun da, iki kardeşin karın­larına saplanmıştı. Ağır yaralı idiler. Nevres Recep’in hemen yanında ve nereden belirdiği anlaşılmayan, Balkan Ce­miyeti’nin Sırbistanlı iki muhafızı bir­den üzerine atılmış, ateşe devamına mâni olmuştu. Etraf karışmış, Bukston’lar hemen hastahaneye kaldırılmışlar, derhal tıbbî müdahale yapılmış, iki ko­miteci kurtarılmış, fakat, fesatlarına ve tahriklerine devam edemeyecek şekilde sakat kalmışlardı. Artık, alıl vücutlarını sürüklemek zorunda idiler. Bir kahramanın elinden çıkan iki kurşun, yapılabilecek en şerefli vazifeyi ye­rine getirmişti.

IZDIRAP YILLARI VE KUR­TULUŞ

Nevres ReceP, gayesine eriştikten sonra, ROmen hâkimlerinin önünde hiç bir şeyi gizlemedi: Asıl hüviyetini, gayesini, bütün «neden»leri aydınlığa çı­kararak anlattı ve ölüme hayır olduğunu söyledi. Bu ferdî cesaret, soğukkan­lılık, hâdisenin aslâ şahsî bir tarafı ol­madığı, milleti için hazırlanmış haksız bir komployu tesirsiz bırakmak yolun­da ifa edilmiş vatan vazifesi olduğunu söylerken, Balkanlarda hazırlanan dra­mın nasıl facialı neticeler getirebileceğini de o geniş kültürü ile izah etme fır­satını buldu: Bütün dünya basınını yakından alâkadar eden heyecanlı safhalar geçiren mahkeme, vak’aya göre adilâne bir karar verdi: Nevres ReceP, on beş sene hapse mahkûm oldu ve Bükreş hapishanesinde hücreye konuldu. O’nu, Osmanlı hükümeti değil, Teşkilât-ı Mahsusacılar, vefakâr bir sevgi ile asla unutmadılar: Zaten ailesinden arayacak çok kimse de yoktu. Bugünkü nesle, belki böylesine bir vatanperverli­ği anlatmak güçtür: Fakat nesillerin yüzünü, ancak, böyle olanlar aklatabiliyor …

Nevres Recep (Hasan Tahsin), o müseccel Türk düşmanı Bukston Biraderleri vurduktan sonra, Romen mahkemesi tarafından onbeş sene hapse mahkûm edilmiş, hücreye konulmuştu. Bu elem ve zulüm günlerinde verem oldu. Beş yıl süren mahbus hayatından onu, Türk – Alman kuvvetlerinin 1916’da Bükreş’e girişi kurtardı. Yukarıdaki klişe, Harp Mecmuası’nda çıkmıştır ve karlar altında Bükreş’e giren Osmanlı kuvvetlerini, asırlarca kendilerini adalet ve eşitlikle idare eden büyük ve efendi bir milletin as­kerlerini, yine saygı ve sevgi ile selâmlayan Romanyalıları göstermektedir.

1911 son baharından, 1916 kışına ka­dar beş senelik hücre hayatı, Nevres Recep’de, tam bir «ruh istifası» yaptı ve hapisanede devamlı olarak okumakla geçen ızdırap seneleri içinde, bakımsız­lık, Balkan Harbinin felâketli netice­lerinin asîl ruhundaki akisleri, Birinci Dünya Harbi’nde Romanya’nın düşman­larımız arasında savaşa girişi ve O’nun bütün hain, insafsız şer kuvvetle­rince «mim»li mahkûm oluşu, gör­düğü tazyikler, ciğerlerinden dertlendirmiş, hastalanmıştı. Romanyalı Türklerin gizli yardımları, bu hasta vücude eski sıhhatini iade edemiyordu. Nihayet, O’nun bile beklemediği bir mucize oldu: Türk kuvvetleri, Almanlarla birlikte Romanya’yı işgal ettikleri zaman, Teşkilât-ı Muhsusa’nın va­zifeli evlâtları, Bükreş Hapisanesinin kapılarını, minnet ve şükranla bu kahraman kardeşlerine açtılar:

Hasta ciğerlerini teda­vi için gittiği İsviçre’de, kendisine gerçek bir dos­tun vefa ve kadirşinas alâkasını esirgemeyen mücadele arkadaşı Hamza Osman’a Hasan Tahsin’in, Kordonboyundaki eşsiz mücadelesi ve şehadetinden önce gönderdiği ithaflı son resmi… O, tak­ma adını öylesine benim­semişti ki, asıl adı Nevres Recep’i kullanmaz olmuş­tu. İzmir’deki anıtın üs­tünde de bu takma isim yazılıdır. Eğer bir kaç ka­dirbilir insan çıkmasaydı, şereflerin ve himmetlerin haksız bölüşülmesinde, bu gerçek kahramanların hissesine bu kadarı bile düşmeyecekti .Hazin, fakat neylersiniz ki gerçek!.

Karşılarında, hasta, zayıflamış ve çökmüş bir beden içinde, ruhu ve azmi dimdik Nevres Recep hasretle onların kollarına atıldı ve macerasını bilen Fırka Kuman­danı miralay Nazmi Bey’in temin ettiği hususî vagonla İstanbul’a geldi. Bir müddet İstanbul’da tedavi edildi. Fakat, başta Enver Paşa olarak O’nun kahramanlığını bilenler, İsviçre’de te­davisini lüzum gördüler. O, artık Nevres Recep adını, yâni öz ismini kulla­namazdı: Çünkü, böylesine siyasî bir suikastı süratle başarabilmiş olan ki­şiyi, tarafsız İsviçre bile korkusuzca ka­bul edemezdi. Kendisine yeni bir ad bulundu: Öyle bir ad ki, bugün, İzmir’de, Konak meydanındaki şehitler anıtında adı bu sonraki isimdir.

HASAN TAHSİN!…