Pek Gülmemişti Atatürk
Atatürk’ü yakından tanımak fırsatını bulmuş olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, O’nun insan tarafını anlatırken: «Atatürk mesut bir adam değildi» der ve bu düşüncesini şöyle tamamlar:
«Beşeriyetin makûs mukadderatını değiştirmek, imkân dünyasının hudutlarını kendi hudutsuz hülyalarına göre genişletmek isteyen bütün ideal fedaileri, bütün gerçek kahramanlar ve gerçek evliyalar gibi bedbaht ve mustaripti. Zira hakikat’la hayal’in, irade ile imkânın dinmek bilmeyen ezeli muharebesi bütün şiddetiyle onun ruhunda cereyan ediyor, onun ruhunu kasıp kavuruyordu…»

Bundan yirmi küsur yıl kadar önce, Atatürk’ün resimlerini toplamaya karar verdiğim zaman, elimde yüz kadar resim birikince bir şey dikkatimi çekti: Atatürk gülmüyordu bu resimlerde!
Hep bilirsiniz: Atatürk güzel adamdı, yakışıklı adamdı. Resimleri de hep güzel çıkardı. Arasanız onun bir tek çirkin çıkmış resmini bulamazsınız. Hiç bir resmi için: «Aman, ne fena bakmış!» veya «Ne kadar somurtkan bu resim!» diyemezsiniz. Ona karşıdan bakış da, yandan bakış da daima güzeldir. Ama bir tek resmi de yoktur ki: «Ne kadar güzel gülmüş!» diyebilesiniz. Belki mecbur olduğu için güldüğü, belki de nezaket icabı, protokol gereği güler gibi yaptığı, ara sıra «zoraki» denilen cinsten bir tebessümü hemen kaybolmaya hazır bir halde, iğreti olarak dudağına iliştirdiği anlar olmuştur…
Ben böyle resimlerini, çok olmamakla beraber, gördüm. Ama onun yüreğinin ta içinden gelen bir neşeyle güldüğünü, hele kahkahalarla güldüğünü gösteren bir resmi yok! Kaldı ki ben, Atatürk’ü hayatta iken görmüşümdür. Onunla konuşmuş olmamakla beraber, türlü vesilelerle hayli yanına yaklaşarak onu seyretmek talihine erişmiş fanilerdenim ben.

1934-1935 yıllarında, iki yıl Akşam gazetesinin Ankara muhabirliğini yaptığım sırada Atatürk’ü sık görürdüm. O zaman yirmi bir, yirmi iki yaşlarındaydım. Atatürk’ün Çankaya’dan ayrılıp şehri dolaşmaya çıktığını haber alır almaz otomobillere atlayıp onu aramaya koyulur, bulursak uzaktan peşine takılırdık.
Bazen tiyatroya, bazen sergi evine, bilhassa Cumhuriyet balolarında sergi evine gelirdi. Büyük Millet Meclisine geldiği zaman veya tiyatroda locasında iken onu uzaktan, fakat sergi evinde, Ankara palasta, Halk evinde, istasyonda çok yakından görmüşümdür: Atatürk hep konuşur, hep etrafındakilere bir şeyler anlatır, hep mübahase ederdi. Yani daima açacağı bir bahis bulunur, o bahis etrafında konuşurdu. Hep ders vermekle vazifeli bir hoca hali vardı Atatürk’ün.
Etrafındakiler de sanki onun öğrencileri idiler. Ama iyi bir öğretmen ders verirken nasıl anlattığı bahse kendisini kaptırırsa, Atatürk de öyle, açtığı bahiste söyleyecek çok sözü olan bir hoca gibi daima anlatırdı. Neler söylediğini tabii duyamazdık. Ama bir lâhza olsun güldüğünü hiç görmedim.

Atatürk’ün meşhur sofralarında bulunmak talihine erişmiş olanlardan hiç biri, o sofralarda olup bitenleri anlatırken «güldüğünden» bahsetmemişlerdir. Ki bu sofralarda Atatürk misafirleriyle içki içer ve tabiatile, keyiflenirdi de. Ama güldüğü söylenmemiştir.
1934-1935 yıllarında Atatürk daha çok dil ve tarih meseleleriyle uğraşıyordu. Zihni o meselelerin çıkmazlarıyla dolu bir öğretmen halinde olduğu için yakınları Atatürk’ün yanına yaklaşmaktan, hele sofrasına çağırılmaktan adeta korkarlardı; çünkü, bilindiği gibi, Atatürk masaya oturur oturmaz kafasını kurcalayan bahsi açar; etrafındakilere sualler sormaya, onları imtihan etmeye başlardı. Yanlış cevap veren, bu son derece ciddi hoca önünde mahçup düşebilirdi. Ben böyle bir imtihana, İş Bankasının Onuncu yıl vesilesiyle bir ağustos gecesi Çankaya’da, bir köşkün bahçesindeki tenis kortunun içinde verilen ziyafette şahit olmuştum. İmtihan yalnız Atatürk’ün masasındakiler arasında değil, davetliler de birer birer masaya çağırılarak bütün bir gece sürmüştü, Atatürk herkese çeşitli sualler soruyor, ama hiç mi hiç gülmüyordu…
Şüphe yok ki, pek çok şey biliyordu Atatürk; ama acaba gülmeyi bilmiyor mu idi? diye düşünüyorum. İnsan az yaptığı şeyi pek bilmeyebilir. Nitekim hayatına şöyle bir bakacak olursanız Atatürk’ün ömrü boyunca ciddi, çok ciddi işlerle uğraştığını ve bu yüzden gülmeye vakit bulamadığını görürsünüz:
Atatürk henüz bir veya iki yaşında bir bebekken babasını kaybetmiştir. Bu ufacık çocuk dul bir annenin elinde bir yetim olarak büyüdü, türlü sıkıntılar çekti. Hayatın zorluklarıyla daha güçlü olarak savaşabilmek için asker mektebini seçtiğini sanıyorum. Sürekli bir çalışma onu Harp Akademisine kadar götürmüştür. Bir gencin yirmi dört yaşında Kurmay Yüzbaşı olabilmesi için yıllarını nasıl bir ciddiyet içinde geçirdiğini tahmin edebilirsiniz…
Bu genç adam Yüzbaşı olur olmaz Şam’da Beşinci orduya gönderilir. Mustafa Kemal orada memleketin iyi idare edilmediğini, ortalıkta bir takım kötülüklerin dolaştığını görür ve giriştiği ilk iş kendisiyle aynı fikirde olanlarla birlikte «Vatan ve Hürriyet Cemiyeti» kurmaktır…
Fakat Suriye’de bu işler pek istediği gibi yürümüyordu. O sıralarda Makedonya daha uyanık, daha canlı idi. Bir fırsatını bulup Selânik’e gitti. «Vatan ve Hürriyet» Cemiyetinin bir şubesini orada kurdu ama bu şubenin orada faaliyete başlayan İttihat ve Terakki içinde eridiğini gördü. Tekrar Şam’a döndü. Fakat Makedonya’nın havası onu sarmıştı. Yolunu bulup kendisini Manastır’daki Üçüncü Orduya naklettirdi. Şimdi, Selânik’te bulunan ordu müşirliğinde vazifeli idi… Derken Meşrutiyet ilân edildi… Arkasından İstanbul’da 31 mart vakası patladı. 31 mart bir gericilik hareketiydi. Mustafa Kemal bu isyanı bastırmak üzere hazırlanan ve adına «Hareket ordusu» dediği ordunun Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a geldi. İsyan bastırıldıktan sonra tekrar Selânik’e döndü. Adamlar öldürülmüş, padişah tahtından indirilmiş, insanlar asılmıştı bu arada… Mustafa Kemal henüz yirmi sekiz yaşında bir gençtir ve ağır sorumluluklar altındadır. Selânik’te tam biraz nefes alacağı sırada Arnavutluk Harekâtı başlamıştır. Kendisi Mahmut Şevket Paşa’nın Kurmay başkanıdır, yani bu harekâtın bütün yükü omuzlarındadır…
Aradan bir sene geçer, Mustafa Kemal İstanbul Genel Kurmayına nakledilir. Artık binbaşı olmuştur. Fakat rahat etmek ne mümkün… Bu sefer Trablusgarp karışmıştır. Tobruk taarruzunu başariyle yürütmek ona düşmüştür… Mustafa Kemal 1913’te Sofya’da ataşemiliter oldu. Az sonra Yarbay rütbesini aldı. Fakat sağına soluna bakmaya vakit kalmadan Çanakkale savaşı baş gösterdi…
Top mermileri altında siperlerde kan, ateş ve ölüm ortasında canını esirgemeden savaşmaktadır Mustafa Kemal. Albay olmuştur ve Anafartalar Grubu Kumandanı olarak düşmanı denize dökmüştür… Haydi, artık biraz eğlenip gülse ya bu cefakâr adam! Ne gezer! Osmanlı İmparatorluğu sallanmaya başlamıştır. Mustafa Kemal Tuğgeneraldir ve Edirne’deki 16. Kolordunun kumandanlığını yürütmektedir. Derken yedinci orduyu eline almış, bu dağınık orduyu ıslaha girişmiştir. Az sonra buradan da ayrılıp İstanbul’a gelmiş, Mustafa Kemal, Veliaht Vahdettin’in Almanya seyahatine katılmış, dönüşünde Filistin’de bulunan yedinci ordunun kumandanlığına ikinci defa tayin edilerek düşmanla çetin savaşlara tutuşmuştur…
Aradan az bir vakit geçtiğinde Yıldırım Orduları kumandanıdır artık. Ama yıl da 1919 olmuş, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Cihan Harbinden yenilerek çıkmış, müttefikler el birliği ederek Türkleri yeryüzünden silmek üzere harekete geçmişlerdir… Şimdi bunu önlemek lâzımdır. İşler yine Mustafa Kemal’in omuzundadır. 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal, bu sefer Anadolu’yu istilacı düşmanlara karşı ayaklandırmak üzere Bandırma vapuruna binmiş, Samsun’a gitmektedir. Tekrar her tarafta kan, ateş, ölüm vardır ve Mustafa Kemal milletle beraber düşmanı memleketten kovmak için hayatının en çetin mücadelesini zafere doğru götürmeye çalışmaktadır… Ama yıl da 1922 olmuştur! Mustafa Kemal kırk bir yaşına gelmiştir. Sonunda zafer kazanılmıştır; düşman denize dökülmüştür ama elde harap ve perişan bir vatan vardır. Düşmanla işbirliği etmiş olan Padişah düşmanla beraber çekip gitmiştir…
Şimdi Cumhuriyeti kurmak milleti uyandırıp yeniden gayrete getirmek, memleketi kalkındırmak, medeniyete doğru yol almak lâzımdır… Mustafa Kemal ömrünün on yılını da bu yolda harcamış, nihayet 1934’de Atatürk olmuştur… Olmuştur ama yaşamak için de hayatta ancak dört yılı kalmıştır… Uğraşarak, savaşarak, didinerek, eğlenmeye gülmeye, hatta rahat bir nefes almaya vakit bulamadan geçmiş bir ömür! Neşenin pek ziyaret edemediği bir çehre ve gülmenin iki ucunu tutup geremediği ince dudaklar…
Atatürk herşeyi görmüştü, herşeyi öğrenmişti ama ne yazık ki, gülmeyi öğrenememişti. Bir aralık vakit bulup evlenmiş olduğu halde, evlilik de onun yüzünü güldürememiştir.
Şimdi, elimdeki yüzlerce Atatürk resmine dikkatle bakıyorum: Çok ciddi, ara sıra kasları çatık, çoğu zaman düşünceli, bazen kaygılı Atatürk!
Etrafında koşuşan yüzlerce fotoğrafçı, binlerce resim çekmişler, onu rahatça gülerken yakalayamamışlardır. Yalnız elimde iki resmi var ki, bu resimlerde Atatürk sevgi karşısında olduğu için rahat gülüyor. Bunlardan biri 1 Temmuz 1927 günü, Cumhurbaşkanı sıfatiyle ilk defa İstanbul’a geldiği zaman. İstanbul halkının kendisini yürekten bir sevgi ile karşıladığı sırada yaptığı coşkun hareketlere ellerini çırparak mukabele ederken…
Öbürü ise, bir çocuğa sahip olamamanın hasreti içinde çocuk Ülkü’nün çocukluklarıyla oyalanırken. Ama gene de biraz mahzun, değil mi?
Az, evet pek az gülmüştür Atatürk. Yakup Kadri’ye hak vermek lâzım: zaferlerin en büyüklerine ulaştığı halde mesut bir adam değildi Atatürk. Hayatının her devrinde, sadece milletinin yüzünü güldürmekle kalmış, kendisi ise, ne yazık ki, pek gülememiştir.
ŞEVKET RADO