Osmanlı’da Türklerin Durumu
Sevgili Okurlar,
Bu gün yine sarih ve ilk el kaynaklar eşliğinde Türk tarihinde kısa bir gezinti yapıyoruz.
Osmanlı Devletinin sahibi aslileri, devletin kurucuları Türkler olduğu halde Müneccimbaşı, Türkleri “cahil” olarak nitelendirirken ve Hoca Saadettin efendi “Aşağılık türediler” dedikten sonra “Yörgeç Paşa bir Türkmen getirene bir hi’lat adamış, bunu da duyurmuştu. Bu yolla Türkmenler’den pek çok kimseyi temizlemiş oldu” demekteydi Halbuki aynı dönemde Osmanlı nüfusunun ve ekonomisinin en büyük dayanağını Türkmenler oluşturuyordu.
Osmanlı Devletinin yönetici sınıfını teşkil eden dönme devşirme zihniyetin Türklere bakışını Osman Nuri Ergin, Enderuni Koçi Bey’in, 1631’de yazmış ve IV. Murat’a takdim etmiş olduğu meşhur layihada görülen ifadeleri anlatarak izah ediyor:
“Tarihi mezburdan her millet ve mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene, Tatar, Kürt, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, kuttaitarik, yankesici ve sair ecnasi muhtelife mülhak olup ayin ve erkan bozuldu ve kanun ve kaide kalktı”
17. yüzyılın resmi tarihçisi, Endüruni Koçi Bey meşhur risalesinde devletin asıl unsuru olan Türklerin, çingene, oduncu, yankesici, katırcı, deveci, hamal ve ağdacılarla birlikte düşünmesi de gerçekten Enderun bakış açısını göstermesi yönünden dikkat çekicidir. Herşeyden önce, padişahın bunlara sessiz kalması Osmanlı asabiyyesinin ne denli tükendiğini bize göstermektedir.
Sevgili Okurlar,
Karamanoğulları’nın Fatih zamanında Osmanlılarla rekabete girişmesi ise Solakzade’de “Karamanoğlu dedikleri anlayışsız kaltaban yine isyan suretini gösterip kendine uyan na-pak Türkmenlerin sözü ile oğulları namında olan haramzadelerin her birini bir taifeye serdar kıldı” ifadeleri ile anlatılır.
Hoca Sadeddin, Osmanlı ordusu için “Şanlı beyler Müslümanların ırzlarını koruyan zaferler kazanmış padişahın gölgesinde hareket eden askerler” tanımlamasına yer verirken, Akkoyunlu Türkmenler için “Kara elbiselerini karanlık geceler gibi yayıp zaferleri gölge edinen Osmanlı askerlerinin üzerine saldırmak için inlerinden çıktılar” diye tasvir eder. Osmanlı tarihçileri Otlukbeli Savaşı’nın sonucu için Türkmenlerin hezimeti olarak takdim ederler Bu tarihlerde ele geçirilen Türkmen askerlerinin 3000 kadarının ibret için öldürüldüğü övünülerek anlatılır.
Solakzade, Dulkadirlilerle yapılan Turnadağ Savaşını hikaye ederken Dulkadirli Türkmenleri “kötü zanlı Türkmenler”, “kötü niyetli Türkmenler” şeklinde vasıflandırır. Neşri, İnaloğlu ayaklanması için “bi-asıl Türkmen”, “Bidad Türkmen” Köpekoğlu için ise “bir bed-fiil harami Türkmen” ifadelerine yer verir. Solakzade, İnaloğlu için, “bed-fiil” sıfatını yakıştırır. Hoca Saadeddin de İnaloğlu ayaklanması “İnaloğlu adındaki aman bilmez sırtlanın imanları zayıf yirmi bin kadar Türkmen’e baş olup ininden çıkmış…”, Köpekoğlu ayaklanması ile ilgili de “işi gücü eşkıyalık olan Köpekoğlu adındaki Türkmen’in… dağda taşta dolaşan Türkmen ise bazı fesatçı yoldaşları ile köpeklere sokak gerek sözünü gerçekleştirip dağlara düştü…” ifadeleri ile anlatılır. Hoca Saadeddin’e göre bütün Türkmen isyancılar için “Osmanlı soyunun eski düşmanlarıdır” der.
Sevgili Okurlar,
Osmanlı toplumu içinde ekonomik veya dini sebeplerle ortaya çıkan ayaklanmaların, devlet düzenini tehdit eden olaylar olarak değerlendirildiği gözlenmektedir. Şeyh Bedreddin ayaklanmasını destekleyen Türkmenler, Müneccimbaşı tarafından akılları füsun ve efsane ile çelinmiş “Cahil ve beyinsiz” olarak tanımlanır. Solakzade ise bunlara “Bazı saf Türkler” der. Güney Anadolu’da patlak veren ve Osmanlı Devleti’ni bir hayli uğraştıran Şah Kulu ayaklanması Müneccimbaşı tarafından “rafıziliğe ve dinsizliğe eğilimli eşkıya gürubu”nun ayaklanması olarak tasvir edilir. Şah Kulu adı daha çok “Şeytan Kulu” olarak vasıflandırılır. İsyancıları, Hadidi: “kızılbaş-ı evbaş” ve “keçi uğrusu (hırsızı)”, Celalzade: “eşiria vü esrak” ve kavm-i dall ü gümrab (yolunu yitiren sapık kavim) olarak nitelendirir. Celalzade, Dönme devşirmelerden ibaret Osmanlı ordusunu “Muzaffer Türk ordusu” olarak vasıflandırdıktan sonra Türkler içinse “Dağın göğüs ve eteği bilekar Türkmen cesetleri ile dopdolu” olduğunu belirtir.
Koçi Bey’den tam 171 yıl sonra 1807 yılında Koca Sekbanbaşı – tıpkı Koçi Bey türü – keleme aldığı ve dönemin padişahı IV. Mustafa’ya takdim ettiği benzer bir memorandumda devletin bozulduğunu ve nedenlerini şöyle açıklıyordu:
“Yeniçeriler pak askerlerdi, bunlar nice hizmetler ifa etmişlerdi. Ama şimdi Kışlaya Acem bozuntusu Türkmen, Kürt hırsızları ve dönme ve bozmalar dolmuştur.”
Türk Maarif tarihi yazarı Osman Nuri Ergin’e göre yüksek memuriyetlere tırmanmış olanlar arasında Türk oğlu Türklere az tesadüf edilmiştir. Ayrıca, bunlar kimlikleriyle de anılırlardı:
Arnavut Hasan Paşa, Boşnak Salih Paşa, Gürcü Mehmet Paşa, Hırvat Mahmut Paşa, Çerkes Hüseyin Paşa, Abaza Ali Paşa, Macar Osman Paşa, Frenk İbrahim Paşa, Rum Mehmet Paşa gibi.
Sevgili Okurlar,
Türk sosyal bilimcisi Ziya Gökalp tarafından ilk kez ele alınan “Aydın–halk” zıtlaşmasında rastladığımız ikiliğin kökleri de bu tarihsel oluşumdan kaynaklanmaktadır. Bu noktada Prof. Dr. Ziya Gökalp’e kulak vermeliyiz. Gökalp Türkçülüğün Esaslarında şunları söylüyor:
“İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de diğer sınıfı teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendi milleti hâkime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türkler’e milleti mahkure (aşağı millet hor görülen millet) nazarıyla bakardı. Osmanlı daima, Türk’e ‘Eşek Türk’ derdi.”
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde etkili tüm unsurlar zaman içerisinde birer birer tasfiye edildiler. Bunların devlette ‘hak iddia eder bir konuma ve güce sahip olmalarına’ izin verilmeyecekti. İmparatorluk mantığının neden baştaki ‘kurucu unsurlara’ yabancılaşmak zorunda olduğunu; Naima şöyle özetliyor:
“Geçmiş asabiyetten ayrılıp, seçkin özel bir kavim seçip haslaşmaya kavuşmak saltanatın icaplarındandır ki, gerekince birinin yardımıyla başkasının başkaldırmasını ve kafa tutmasını def etmek mümkün olsun.”
Anadolu’nun asli unsuru olan Türkmen/Oğuzlar, her türlü eğitim-Öğretim haklarından yoksun, dağda-kırda göçebe hayatı yaşarken, devletin en yaksak kademelerine, Türk olmayanların yetiştirilerek atanmış olması hususu, Cumhuriyet döneminde ters bir tepkiyle karşılanmış, “hükumette halisüdden olmayanları memur ve bilhassa muallim yapmamak gibi isabetli bir karar alınmıştır.” Atatürk, “Memleketin sahibi ve devletin kurucusu Türklerin devre dışı bırakılarak, Kavm-i Necip adı altında Araplara ve saraya yakınlıkları nedeniyle Arnavutlara yönetimin devredilmesini” haklı olarak kınıyordu.
Sevgili Okurlar,
Faik Reşit Unat, Atatürk ile 14 Eylül 1931 gününde Dolmabahçe Sarayının balkonunda Türklük bilinci üzerine bir söyleşide bulunuyor. Bu söyleşi de Atatürk şunları söylüyor:
“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hakimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka Milletlere, bu arada yanış bir din anlayışiyle Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necip” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk defa Manastır Askeri İdadisinde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” mısraıyla başlayan manzumesinde, bana Milli benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştur. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka Milletleri öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verdiğim süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu.
Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoymayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selamlayan çavuş 25 yaşarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu Milli onurunu ağır şekilde hançerleyen “… Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı:
“Sen nasıl olur da “Kavm-i Necib-i Arab”a mensup, Peygamberimiz efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın! Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye layık değilsin…”
Gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimi inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygıyı içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyorum:
“O erin bağlı olduğu kavim birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir Millet olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka Milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir.” dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.“
İleri yazılarımızda daha teferruatlı anlatacağımız gibi Türkler yüzyıllar boyu köleden bile aşağı görülmesine rağmen tüm gücüyle çalışmış kıt imkanlarına rağmen üretmiş, savaş meydanlarında şehit düşmüş ancak nimetleri devşirmeler, gayri Müslimler ve Türk’ün canına bile düşman olanlar yemiştir. Türkler bir lokma ve bir hırka yaşamaya mahkum oldukları ve git gide fakirleştikleri halde Birinci dünya savaşı ve öncesinde Yemen’de, Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, Galiçya’da, Hicaz’da Suriye’de kahramanlık destanları yazmış 3 milyon vatan evladı bilmedikleri yerlerden dönmemiş her eve 3-5-7 bazen 11 ateş birden düşmüştür
Sevgili Okurlar,
Benim rahmetli eşimin dedesinin 15-16-17-18 yaşlarındaki 11 ağabeyi 1.Dünya savaşında sırayla cepheye götürülmüş ve şehit olmuştu. Adlarını sayıklayarak vefat etti.
Yine benim çocukluğumda memleketimizde yaşlı bir teyzemiz vardı. Gördüğü her çocuğu sever arada bir “7 çocuk anasıyım ataşlarda yanasıyım” der ağlardı. Hepsi de Birinci dünya savaşında muhtelif cephelerde şehit olmuştu. Bir ana neredeyse çocuk yaşta 7 evladının acısıyla 50 yıl nasıl yanar kavrulur. bunların canlı şahidiyiz. Devleti soyunlar vatana ihanet edenler vatanın gerçek sahibi şehitlerimizin ve 50 yıl arkalarından göz yaşı dökmüş veya dökecek anaların haklarını nasıl ödeyecek!
Haydi onlar “idrakinde bile değil” diyelim pekiyi bizler, evet aldığımız her nefesi dahi onlara borçlu olan bizler o aziz şahitlerimizin, o gözü yaşlı anaların ve o güzel evlatlarımızın haklarını nasıl ödeyeceğiz?
Değerli Arkadaşlarım,
İstiklal Savaşı başlayınca yine Türk Vatanının gerçek sahibi olan Türkler tüm bedeli ödemek üzere şerefle başlarını kaldırmış “Yurdumu, topraklarımı vermemek için her türlü canımı vermeye hazırım.” demiştir.
Bu kısmı yarın anlatacağız
Yarın görüşmek üzere Sevgiler Saygılar
27.03.2018 Saat 01.40
TANER ÜNAL
FAYDALANILAN KAYNAKLARDAN BAZILARI
Müneccimbaşı Ahmed dede: Salaif-Ül-Ahbar Fi Vekayi-Ül-A’sar. Arapça aslından Türkçeleştirilen İsmail Er Ünal, C.I, Tercüman 1001 Temel eser, İstanbul s.211
HOCA SAADETTİN EFENDİ: Tacü’t-tevaarih; yalınlaştıran İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1979, C.II, s. 157-158, 160
Halil İnalcık Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal tarihi Cilt 1 sayfa 61-82
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, s. 2 Cilt: 1-2, 1977 İstanbul.
Solakzade, c. I, s. 259
Tacü’t-tavarih, c. II, s. 195
Solakzade, c. II, s. 36-37
Neşri, c. I, s. 389
Solakzade, c. I, s. 112 Akt. Dr. Tufan Gündüz Age Sayfa 94
Tacü’t-tevarih, c. I, s. 309
Solakzade, c. I, s. 182 Hadidi, Tevarih-i Al-ı Osman, yayınlayan: N. Öztürk (İstanbul 1991), s. 359-360
Celalzade Mustafa, Selim-name, yayınlayan: A. Uğur-M. Çuhadar (Ankara 1990) 72-75
Tufan Gündüz, Osmanlı Tarih Yazıcılığında Türk ve Türkmen İmajı, Yeni Türkiye Yayınları, Osmanlı,
ZİYA GÖKALP: Türkçülüğün Esasları: 3. basım, Varlık Yay, İstanbul, 1958, s.27.
H. Kıvılcımlı’dan akt. Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yay., s. 119
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Kemalist Sistem Kültürel Boyutları, Anfa, Mart 1999, Sayfa: 255
Faik Reşit Unat, Türk Dili, S. 146, Kasım 1968, sf. 76-78