On Bin Yıllık Tarihimizin Her Sayfasıyla Gurur Duyuyoruz
TÜRK TARİHİNİN ESKİ ÇAĞLARDAN İTİBAREN TÜM SAYFALARINI İYİ BİLMEK,TARİHİMİZİ YÜCELERE TAŞIMAK HEPİMİZİN GÖREVİ OLMALIDIR.
Değerli Arkadaşlarım,
Türk tarihine büyük hizmetler vermiş yaptıkları çalışmaların her cümlesi kitaplar dolusu araştırmaların eseri olan ve yazılalı yaklaşık 70 veya 80 yıl geçmesine rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmeyen eserleri “Resmi Tarih” veya “Tezci Tarih anlayışı” gibi basite indirgemek ve halen sahasında kalem oynatacak bilim adamlarını yetiştirememenin üzüntüsünü duyduğumuz tarihçilerimize karşı haksız ve cahilce eleştiriler yaparak Türk çocuklarını Tarihlerine ve milliyetlerine düşman edecek bir yayın politikası sürdürmenin temelinde Türk tarihine ve Türk milliyetine olan derin bir düşmanlık yatmaktadır.
1.Türk Tarih Kongresinde Reşid Galip kazanmıştır. Reşid Galip çok genç ölmüştür ancak geçen 84 yıl boyunca Reşid Galip’in kısacık hayatına sığdırmaya çalıştığı Türk Devrimi; sözde bir milliyetçilik anlayışı adına her gün birkaç defa daha öldürülmüştür.
Dr Reşid Galip gibi donanımlı, atak, cesur bir Atatürkçü-Türkçü Devrimcinin; yerine gelenlerin husumeti nedeniyle unutturulması Türk tarihi ve Türk Devrimi için pek mahsurlu olmuştur.
Dr. Reşid Galip’in ileri sürdüğü tezleri çürütmek isterken kendisi zor duruma düşen Zeki Velidi Togan’ın 1. Türk Tarih Kongresi’ndeki Türk (Türkçü) Tarih Tezine karşı yaptığı mesnetsiz konuşmanın zararlarını çeken bir diğer Türkçü ise her geçen gün daha bir özlemle andığımız mümtaz fikir ve bilim adamı Nihal Atsız’dır.
Viyana’ya giden Zeki Velidi Togan 1935’te doktorasını tamamladı, Bonn ve Göttingen Üniversitelerinde hocalık yaptı. Atatürk’ün vefatı üzerine Eylül 1939’da Türkiye’ye döndü
Sevgili Okurlar,
Tanımak onuruna eriştiğim Nihal Atsız tarihçi, şair ve romancı, fikir ve dava adamı olarak çok cepheli ve her cephesiyle çok değerli bir şahsiyettir. Türk tarihi üzerindeki araştırmaları ile yerli ve yabancı ilim çevrelerinin dikkatini ve ilgisini çektiği gibi, şiirleri ve bilhassa romanları ile edebiyatımızda da önemli bir yer tutmaktadır. Fikir ve dava adamı olarak Atsız, belki bunların da üstünde değer taşıyan bir kimsedir.
Atsız’ın ideolojisi ve davası, Türkçülüktür (Türk Milliyetçiliğidir)
Atsız, Türkçülüğün hem fikir, hem mücadele sahalarında büyük rol oynamış bir idealisttir. Türk milliyetçiliğinin mütefekkir ve mücadelecisi olarak o, birkaç nesil üzerinde derin tesirler meydana getirmiştir. Gençlerimiz, yıllardan beri onun eserlerinden onun eserlerinden onun roman ve yazılarından şiirlerinden milli duygu ve şuur bakımından beslenmektedir. Türk milliyetçisi olup da ondan feyiz almayan, mücadele azmi ve karakter sağlamlığı cihetlerinden onu örnek tutmayan hemen hemen hiç kimse yoktur. Onunla tamamıyla aynı fikir ve görüşte olmayan kimseler bile ona saygı duymuşlar; idealistliğine, sarsılmaz seciyesine hayran kalmışlardır.
Sevgili Okurlar,
Tesirinin bugünkü bir kısım neslin üzerinde hiçbir zaman silinemez izler bırakması, yalnız yazılarından dolayı değildir. Yüksek karakterindeki tavizsiz duruş onun sevilmesine diğer bir sebeptir.
Çok az fikir adamı, nesillere bu derecede tesir edebilmiştir. Bu tesirler, rasyonel ve milli menfaatlere uygun şekilde kanalize edilemediyse, bunun suçlusu, hiçbir şekilde Atsız değildir. Onun fikirlerinin hiç olmazsa bir iki asır devam edeceğini ve ana hatlarının ölümsüz olduğunu sanıyorum. Milliyet duygusunun son zerresi imha edilmedikçe, Atsız’ın Türk milliyetçiliğindeki tesirli ve hayırlı fikirleri yaşayacaktır.
Türk Tarih Kurultayı’nda, Zeki V. Togan ile ilgili olarak Dr. Reşid Galib’e bir protesto telgrafı çeken Hüseyin Nihal Atsız, Reşid Galib Maarif Vekili olunca 13 Mart 1933’te asistanlıktan alınıp, Malatya Ortaokulu’na Türkçe, bir müddet sonra da Edirne Erkek Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak gönderilmiştir
Zeki Velidi sonradan Atsız’a hiçbir vefa duygusu göstermemiştir. Bu yetmezmiş gibi etkisi altına aldığı Türk tarihçileri halkasına Nihal Atsızı da eklemiştir.
Nitekim Türk tarihi için pek zararlı olan “Türk Moğol Irk Birlikteliğinin” savunucularından birisi de Nihal Atsız’dır.
Bakınız Nihal Atsız Türklerin Moğollarla aynı ırka mensup bulunmadığını söyleyen -Bu konuda Atatürk ile birlikte hareket eden veya onun yetiştirdiği- tarihçileri nasıl eleştiriyor:
TÜRKLER HANGİ IRKTANDIR?
Atsız Mecmua, Sayı 6, 1931 NİHAL ATSIZ
“Son zamanlarda bazı gazete ve mecmualarda, Türklerin mensup olduğu ırk hakkında bazı yazılar çıktı. Bunların hülasası şudur:
“Türkler Sarı Moğol ırkından değil, beyaz aryani ırkındandır.”
İlim yolu ile söylenmek istenen ve fakat objektif esaslara istinat etmiyen bu hükümler hakkında düşündüklerimizi ve bugün bilinen şeyleri söylemek istiyoruz:
1- Bugün insan zümreleri artık renklere göre değil, dillere göre tasnif olunuyor. Eskiden beyaz ırk namı altında toplanan Aryanilerle Samilerin birbirinden çok uzak olduğu, keza eskiden sarı ırktan sayılan Türk ve Moğollarla Çinlilerin hiçbir ırki yakınlığı olmadığı artık bugün herkes tarafından kabul edilmiştir.
2- Eskiden Türkler, sarı ırkın Ural – Altay zümresinden sayılır ve bu zümreye, Türkler, Moğollar, Tonguzlar, Finler ve Macarlar sokulurdu. Bugün Fin ve Macarların yakın akrabalığı ispat olunmuş ve hatta Fin, Eston ve Macarlardan mürekkep bir Fin – Ogur teşekkül etmişse de Türk, Moğol ve Tonguzların bunlarla akrabalığı ispat olunamamıştır.
3- Diğer taraftan Türklerle Moğolların bir asıldan geldiği kat’i suretle ispat olunmuş ve Tonguzların bu zümreye iltihakı için, muvaffakıyetli mesaiye başlanmıştır. Hatta şimdiye kadar sadece Türk sayılan Çuvaşların da Türklükle Moğolluk arasında olduğu anlaşılmıştır.
4- Türkler ve Moğollarla Aryaniler arasında ise şimdiye kadar hiçbir yakınlık gösterilmemiş ve ispata kalkışılmamıştır.”
Türklerin aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşüncelerin niçin kabul edilmek istendiğini bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hakkındaki eskimiş telakkiler buna sebep oldu. Bu telakki bazen o kadar garip şekiller aldı ki, Kürtler hakkında bir seri makale neşreden bir zat, kendisine göre saydığı bir takım delillerden sonra “Kürtlerin de Türkler gibi Aryani ve Türk cinsinden olduğunu” ilan etti.
Bu meseleyi yalnız hissi düşüncelerin mahsulü de telakki edemeyiz. Vahşi Moğollarla akraba olmamak için, Turancılık inkar ediliyorsa, Çingenelerin de mensup olduğu Aryani ırkına girmek hislerimizi daha çok incitmez mi?
Moğol, ne kadar medeniyetsiz ve barbar olursa olsun, hiç olmazsa hakiki bir askerin meziyetlerine maliktir. Hâlbuki Türk-Moğol akrabalığı bugün ilmi bir hakikattir. Bunları tarihleri ve kanları o kadar birbirine karışmıştır ki, ayrı ayrı tetkik edilmelerine imkân yoktur. Aynı adı taşıyan kabilenin yarısı Türkçe, yarısı Moğolca konuşuyor. Hatta bazen tarihin bir devresinde Türkçe konuştuğu halde bir zaman sonra Moğolca konuşan ve yahut her iki dili birden kullanan kabileler görüyoruz. Nitekim, Çingiz Han Moğollaşmış bir Türk’tü. Aksak Temür ise, Türkleşmiş bir Moğoldu.
Tarih tetkikatı ilerledikçe, Türklerin ve Moğolların barbarlığı hakkındaki telakkilerin çok mübaleğalı olduğu meydana çıkıyor. Bunların yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu anlaşılıyor.
Türklerin Aryani sayılması neticesinde meydana çıkan telakkilerden biri de Hititlerin Türk olmasıdır. Bunu ileri süren nazariyeciler, Türklerin Anadoludaki eskilikleri ispat etmek ve bir veraset hakkı bulmak istiyorlar. Şüphesiz hissi cihetten bunu hepimiz isteriz. Fakat ortadaki hakikat şudur: Hititlerin abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryani oldukları anlaşılmıştır.
Hititlere intisap için Aryaniliği kabul ise, bizim için çok tehlikeli bir yoldur. Bir defa ırkımızın antropolojik hususiyetleri hiç de Aryanilere uymaz. Hatta bizim antropolojik hususiyetlerimizi inkar ederek Anadolu Türkünü eski Yunanlıların bekayası diye göstermek isteyenlere faydalı bir zemin hazırlamış oluruz. Bugünün ilmi hakikatlerine dayanarak, düşüncelerimizi şöyle hulasa edebiliriz:
Türkler için yabancı kavimlerin medeniyetine sahip çıkmaya lüzum yoktur. Biz, bizzat kendi yarattığımız medeniyeti tamamen meydana çıkarabilirsek vazifemizi yapmış oluruz.
Bugün medeni bir millet olarak yaşamak için, İsa’dan önceki asırlarda bir medeniyet yaratmış olmaya lüzum yoktur. Nitekim bugünkü Avrupa milletlerinin hiç biri böyle eski bir medeniyete sahip değillerdir.
Garbın medeniyette şarka üstün gelmesi 16’ıncı asırda başlamıştır. Eğer bilmediğimiz vesika ve deliller mevcut da bunlara müstenit yeni ve orijinal bir tez müdafaa edilmek isteniyorsa, şüphesiz bunun da yeri gazete sütunları değildir.
Böyle yazılar gençlerimizi ve henüz Türk tarihi ile yakından ve derinden alakadar olmayan kardeşlerimizin fikirlerini bulandırır. Mazimize karşı, itimat hislerini azaltır.
Mevcut hakikatlere de şüphe ile bakmasına sebep olur. Bunun için Türk yavrularına gayet açık olarak söylemeliyiz ki:
“Senin ataların çorak topraklarda, sert iklimlerde ve kalabalık milletlerin arasında yaşadığı için, mükemmel asker olmuş ve ömrü tabiatla ve milletlerle savaşarak geçmiştir. Buna rağmen fırsat bulduğu zaman, yüksek medeniyetler kurabilmiştir. Fakat askerlikte kazandığı yüksekliği, henüz medeniyet sahasında göstermeğe vakti olmamıştır.”
Bu halde, bizim anamız olan ırkın adı nedir?…
Buna Altay ve Turan ırkı diyorlar. Biz bu ana ırktan türiyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir koluz. Aryani olmadığımız ise, şarki Türkistan’da bulunan resimler ve elde edilen Türk heykelleri ile de meydana çıkmıştır. Bu resimlerden mühim bir kısmı Alman alimleri tarafından neşredilmiştir. Onlarda, Türk, Çinli, İranlı ve Hintli simaları gayet karakteristik bir suretle birbirinden ayrıdır. Bu mukayese de Aryani olmadığımıza son ve müsbet bir delil teşkil eder”
TÜRK TARİHİNİN GERÇEKLERİ NELERDİR
Sevgili Okurlar,
Bugün gençlik arasında süregelen birtakım tartışmaların daha net görülmesi bakımından Nihal Atsız’ın makalesini aynen aktardım. Şimdi bu makalede yer alan değerlendirmeleri kısaca irdeleyelim.
1- “Türk Moğol ırk birlikteliği” Batı’nın Türkleri küçümsemek hatta Anadolu’dan çıkarmak için ürettikleri bir yalandır.
2- Nihal Atsız’ın bu makalesini kaleme aldığı yıllarda Atatürk ve birlikte çalıştığı tarihçilerin iddia ettikleri husus “Türklerle Avrupalıların aynı ırk oldukları” değil “Aryan-Ari (Arı) ırkın Avrupalılar değil Türkler olduğu, Avrupadan bir ırkın Asya’ya göç ederek medenileştirmediği, tam tersine Türklerin on bin yıl öncesinden bu güne kadar Avrupaya yaptıkları göçlerle Avrupa ırkını güzelleştirdikleri ve Avrupa ırkını Medenileştirdikleri” şeklindedir.
3- Avrupalıların, Eskiçağın M.Ö. iki binli yıllardan başlayarak daha eskiye doğru “Hint Avrupalı” – “Ari” -“Aryan” adı altında bir ırkın yaşadığı, bu ırkın Avrupalıların ataları olduğuna dair masa başında üretilen teoriler haricinde halen hiç bir kanıt bulunamamıştır. Halbuki Avrupa’nın her tarafında yapılan kazılarda ve mezarlarda ortaya çıkan buluntular Türklerin On bin yıldır arkası kesilmeyecek şekilde Avrupaya göç ettiği ve değişik bölgelere yerleşerek bölgelerin hakim halklarını teşkil ettiği şeklindedir.
4- Cengiz öncesi dünya tarihinde hiç bir medeni yönü bulunmamış, boş bulduğu Ötüken’i işgal ederek yurt sahibi olmuş, Göktürk hükümdar soyundan Cengiz Han’ın yüreği ve teşkilatçılığı sayesinde Cihan devleti olabilmiş yine Türk komutanlar ve askerleri sayesinde bir süre daha tarih sahnesinde daha sonra Türklerin içerisinde kaybolmuş Moğolların “yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu” şeklinde değerlendirme yanlıştır. Ayrıca Cengiz; Türk olduğunu kendisi de bilmektedir. Timur’un ise Moğolluk ile hiç bir ilgi ve alakası bulunmamaktadır.
5- Nihal Atsız’ın “Hititlerin abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryani oldukları anlaşılmıştır” şeklindeki değerlendirmesi yanlıştır. Atsız Hocamızın bu değerlendirmesinin tesirinde kalan Milliyetçiler on beş bin yıldır kök saldığımız Anadolu tarihimizin en fazla 1600 yıllık bir mazisi olduğunu veya Malazgirt ile başladığını kitaplarında yazmışlar veya konferanslarında köşe yazılarında dile getirmişler, bunun neticesinde Anadolu’daki Türk tarihini reddi miras eden bir nesil ortaya çıkmıştır.
Hurriler, Urartular ve Hititlerin Atası Hattiler Türk kavimleridir. Sümerler, Kassitler, Gutiler, Medler Türktür. Asurlar Türklere ait şehir devletlerin içerisine kısmi Sami unsurların karışması ile meydana gelmiş büyük Türk Kavimleridir.
Tarihimizi kendilerine mal etme veya etkisizleştirmeye çalışan Batılı bilim adamlarının bile mecburen kabul ettiği temel konulardır. Hal böyleyken bizim Anadolu ve çevresinde kendimize ait bilineni en az 10-15.000 yıllık tarihimizi, -Batı’nın masa başında ürettiği Hint Avrupa (Aryan) ırk iddialarını gerçekmiş gibi kabul ederek- başkalarına mal etmemiz bizi Batı’nın komplolarının sözcüsü olmaktan öte götürmeyecektir.
26 yaşında ateşli bir genç olan Nihal Atsız, Zeki Velidi’nin etkisinde kalmış bu etki hayatı boyunca devam etmiştir. Nihal Atsız gibi fili çöktürecek kadar güçlü kaleme sahip, Türklüğünün şuurunda dev bir şahsiyet eğer Zeki Velidi’ye olan bağlılığı nedeniyle tepki göstermesi neticesinde üniversiteden ayrılmasa ve Atatürk’ün çevresine intisap edebilseydi ölümsüz dev eseri “Bozkurtlar”ın yanında 7000 yıl öncesini anlatan dev eserlerini okuyan bir nesil olurduk. Bizim ve bizden sonraki neslin de Türk tarihinin bütünlüğünün bozulmasına fırsat verilmeyeceği aşikardı.
6- İleriki ciltlerimizde daha ayrıntılı anlatacağımız gibi. “Bizler sadece Altay Turan ırkından türeyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir kol” değiliz. Türk tarihi bir bütündür ve bu bütün içerisinde yer alan her kavim bizim atamızdır. Bu kavimlerin, Kavim Devletlerin veya Devletlerin atlarının veya kendilerinin ayaklarını bastığı her toprak bizim için kutsal vatan toprağımızdır.
Bizim babalarımız, dedelerimiz bizler için ne kadar önemliyse onların meydana getirdiği her faaliyet bizim için ne kadar değerliyse, Tarihimizi aydınlatan tümlerin ve devletlerin yaptığı her faaliyet bizim için o kadar değerli olmalı hatta kutsal değerlerimizi teşkil etmelidir.
Sevgili Okurlar,
Atsız’ın üniversiteden uzaklaştırılması, hem onun ilmi kariyeri, hem de fikirlerini rahat bir ortamda yayamaması bakımından, son derecede zararlı olmuştur. Atatürk, bu hadiseye ehemmiyet bile vermemiş, Atsız’ın bundan sonraki yıllarda yazdıklarını okumuş, beğenmiş, kendisiyle tanışmak istemiştir.
Köprülü, Atsız’ın kendisinden intikam alabileceği gibi bir vehme kapıldığı için, Atatürk’e, Atsız’ın, meclisine giremeyecek derecede sert tabiatlı bir genç olduğunu söyleyip vazgeçirmiştir. Atatürk, istidatlardan hoşlanan bir tabiata sahipti ve kimseden ürkmeyecek derecede yüksek bir maddi ve manevi dereceye yükselmişti. Atsız’la arasında hiçbir şey geçmemişti. Kendisiyle vaktiyle epey mücadele eden İsmail Hami Danişmend’i bile affetmişti, İstanbul Üniversitesi’nde bir kürsü vermek istiyordu. Buna da Köprülü engel olmuştur ki, her iki şahsın da köklü ilminden çekindiği düşünülebilir.
Atsız’ın Atatürk’ün çevresinde girememesi, o çevreden ve Atatürk’ten fikirler alamaması, fikirlerini yayamaması, fevkalade zararlı olmuştur. Atatürk, heyecanlı milliyetçilere aşıktı. Zira kendisi de öyleydi. O da Ziya Gökalp ekolünden geliyordu. Atatürk tarafından meşrulaştırılan ve üniversitedeki hayatı iade edilen bir Atsız, “her devrin menkubu” olmak ve fikirlerini meydan muharebesi verip sertleştirmeye mecbur kalmaksızın yayabilirdi.
Türk gençleri için Siyasi Kürtçülük ve Siyasi Dincilik ve diğer tüm zararlı faaliyetlere siper olurdu.
Hususi hayatında son derece sakin ve yumuşak olan Atsız, davasını müdafaa ederken mücadeleci ve çok çetin bir şahsiyettir. Şiddetli polemiklere girmekten asla çekinmez. Nitekim mahkumiyetine sebep de bu tutumu ve mizacı olmuştur. Doğu Anadolu’yu vatandan koparmak isteyenlere ağır şekilde çatan yazısı “Ayırıcı” sayıldığı için mahkum olmuştur.
Sevgili Okurlar,
Nihal Atsız yüksek ahlaklı, kıskançlık ve haset gibi her on insanın dokuzunda bulunan özelliklerden tamamen uzak, müstesna yaradılışlı kıymetli bir şahsiyetti. Atsız, kahramanlığın gerçek numunesi idi. Efsane çağlarından arta kalan gerçek bir şövalye, bir Alp idi. Medeni cesaret dozu çok yüksekti.
Atsız’ın bir dava ve ülkü adamı olarak en fazla hayranlık uyandıran tarafı, hiçbir zaman taviz vermemiş olmasıdır. O, davasını, mücadelesini mertçe ve dürüstlükle yürütmüştür. Ahlak ve karakter bakımından aydınlarımızın arasında onun kadar sağlam olan bir şahsiyet bulmak zordur.
ZEKİ VELİDİ TOGAN’DA BARTHOLD VE BATI’NIN ETKİSİ SÜRMÜŞTÜR
Sevgili Okurlar,
Zeki Velidi Togan’ın Yurt dışından döndükten sonra Türk tarihi üzerinde Bardhold ve Rus İstihbarat örgütlerine mensup sözde tarihçilerin anlattıklarıyla çakışan, karmaşanın hakim olduğu, bir cümle içinde bazen birkaç konunun yer aldığı ancak bir bütün olarak ele alındığında çoğu defa tutarsız kaldığı bir tarihi Türk tarihiymiş gibi anlatmak suretiyle yeni nesillere kaynak bilgiymiş gibi sunması Türk tarihi için fevkalade zararlı olmuştur.
Türk Tarih tezine karşı çıkmak, Atatürk’ün büyük fedakarlıklarla mücadelesini yaptığı “Türkçü tarih anlayışına” karşı çıkmaktı. Bir yandan Batının Türk ırkına garazkar bir kinle yüzyıllarca masa başında uydurduğu Hint Avrupa ve Türk Moğol Irk Birlikteliği Teorilerini sanki gerçekmiş gibi dillendirilmiştir.
Zeki Velidi; Batının gerçek dışı tarih teorilerini, yazdığı kitapların içerisinde karmaşık bir anlatım şekli kullanarak sokuşturmuştur. Bir yönden eleştiriyormuş, diğer yönden haklılarmış gibi ifadeler ile anlaşılmaz ve karmakarışık bir dil kullanarak ileriki yıllarda kendisini Türkçü kabul eden tarihçilerin kafasını karıştırmış, bilinç altlarına Batının Türk milletini temelden yok etmek için uydurduğu nazariyeleri yerleştirmiştir…
Zeki Velidi Togan’ın 1.Türk tarih kongresinde savunduğu, aynı kongrede vatansever ileri görüşlü delegelerce reddedilen Barrthold’un misyonu da Birçok Rus tarihçi gibi “Sanki Türk tarihini anlatıyor gibi yaparak Türk’ün tarihini karmaşa içerisinde göstermek ve anlaşılmaz bir hale sokarak Türk gençlerinin zihnini bulandırmaktır.“ Zeki Velidi Togan Barthold’un misyonunu Batı’nın sözde teorilerini de içine katarak sürdürmüştür.
Şahsıyla ilgili her türlü olayı büyük bir olgunlukla affeden Atatürk’ün affetmediği tek şey Vatana ve Türklüğe ihanetti. Atatürk için Türk Tarihi de Türkler için bir vatandı. Türk tarihine, bir takım gerçek dışı olayları yerleştirerek, Tarihteki Türk varlığını etkisizleştirme veya Türk’e ait olanı başkalarına aitmiş gibi göstermek bağışlanamayacak bir durumdu. Bunda bilgisizlik değil art niyet olduğu muhakkaktı. Muhtemelen Atatürk’ün düşünceleri bunlardı ve bu sebeple Zeki Velidi Togan’ı hiç bir zaman bağışlamadı. Atatürk Zeki Velidi’nin ileride neler yapabileceğini öngörmüş olmalı ki kendi sağlığında Türkiyeye gelmesine dahi müsaade etmedi.
TÜRK TARİHÇİLERİNİN GENEL YANILGISI
Sevgili Okurlar,
1.Türk Tarih kongresinin galibi Dr. Reşid Galip olmuştur ancak Zeki Velidi Togan ve Batılı tarihçilerin Türk tarihi üzerindeki etkisiyle yetişen Tarihçilerimizin pek çoğu Zeki Velidi Togan’ın Türk tarih Kongresindeki görüşlerinin devam ettiricileri olmuşlardır.
Bu gün adım adım ve fasılalı olarak varılan nokta “Sözde İslamcılık” adına aleni Türk düşmanlığına kadar varmış ise bu yolu açan Zeki Velidi Togan olmuştur…
Bu yanlış eğitimin tesirinde kalmış, yüzlerce kitap yazan akademisyen bulunduğu gibi samimi tarihçilerimiz bile Batının maksatlı teorilerinin ve Zeki Velidi Togan’ın Batılı ve Rus teorisyen-Tarihçilerin adeta sözcülüğünü yaparak 1.Türk Tarih Kongresinde ifade ettiği hususların tesirinde kalmışlardır.
Nitekim Selçuklu Tarihi konusunda tartışmasız kaynak kabul edilen Mümtaz Bilim adamımız Prof. Dr. Mehmet Altan Köymen’in makalelerinde bile bu tesir görülmektedir.
Prof. Dr. Mehmet Altan Köymen “Türk Tarihinde Kültür Mücadelesi” isimli makalesinde şunları söylüyor:
“Türkler, idare ettikleri geniş halk kitleleri üzerinde ince bir tabaka teşkil ediyorlardı. Bu yüzden, Arap kültür çevresinde hakim olan Türkler Araplaşmaya; İran kültür çevresinde hakim olan Türkler ise, İranlılaşmaya başladılar ve kısa zamanda siyası hakimiyetlerini de kaybettiler.”
Ancak bu görüş kıymetli hocamızın makalesini hazırlarken dayandığı kaynaklardan da görüleceği gibi Batılı ve Rus tarihçilerin Türk Milletine empoze etmeye çalıştığı bir görüştür. Kongrede Zeki Velidi Togan’ında tebliğinin ana konusu olan bu görüş, Bu Türk tarihi ve Türk Milleti için fevkalade zararlıdır.
Ancak bu zararlı görüş bu gün Zeki Velidi Togan ve onun takipçisi tarihçilerimizin etkisiyle Türk gençlerinin zihinlerine yerleştirilmiş olup Türk Milleti tarih boyunca diğer milletlerin üzerinde örtü gibi zaman zaman yerleşip dağılan işgalci bir topluluk olarak hafızalarda yerini almıştır.
Türkler nüfus olarak az bir millet değildir. Türkler nüfus olarak bütün medeni milletlerin kaynağını teşkil eden onların tarih sahnesine çıkmasını temin eden bir millettir.
Binlerce yıl birçok büyük devlet kuran ve bu kurulan devletlerde yoğun bir nüfusa sahip olduğu son zamanlarda yapılan kazı ve araştırmalarda ortaya çıkan Türkler acaba yoğun bir Türkleştirme politikası mı güdüyorlardı?
Tabii ki hayır. Türklerin en zayıf yönü Atatürk’ün dediği gibi “Başka milletlerin kültürlerine riayet etmesi” ve zamanla kimlik kaybına uğrayarak bu milletlerin arasında kaybolup gitmesi idi…
Ancak Türkler bulundukları topraklara bir örtü gibi yerleşmemişler nüfus yoğunluğu ile yerleşmişlerdir. Nitekim tarihle uğraşan herkes bilecektir ki bir medeniyetin kurucusu veya yayıcısı hiçbir topluluk yurt edindikleri topraklarda nüfus ekseriyetine sahip değillerse tutunamazlar. Türkler; bir kısım tarihçilerimizin hayal ettikleri gibi Çin’de İran’da veya defalarca göç ettikleri Avrupa’da bir işgal ordusu veya askeri bir güç olarak bulunmamışlar, toplumun her kesiminde hem düzenleyici hem de en fedakar bir biçimde çalışanı olarak yer almışlardır. Bu gün İran dediğimiz topraklar; Yakın bilineni (Türk) Elam tarihinden başlayarak, (Türk) Medlere, (Türk) Partlara yurtluk etmiştir. Şu anda İrani sayılan Acem ulusunu meydana getirenlerin içerisinde de Türk unsurlar bulunmaktadır.
Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi Devleti dönemleri Türklerin yoğun olarak yaşadığı dönemlerdi. Safevi devleti başlı başına bir Türk hakanlığıydı ve bugünkü Acem veya Fars nüfus Türklerin kimlik kaybı -Acemleşmesi veya Farslılaşması – neticesinde meydana geldi.
Şimdi böylesine dev bir geçmişi “Türkler bir örtü gibi geldiler geçtiler” diye anlattık mı Tarihi gerçeklere aykırı ve Milletimiz için fevkalade zararlı bilgilendirme yapmış oluruz.
Burada üzerinde durmamız gereken bazı hususlar bulunmaktadır.
Türklerin, dillerine manevi bir değer verecek Kur’an veya İncil gibi bir dini kitaplarının bulunmadığı gibi M.Ö.1900’lerde Türklerin bölgede hakim bulunduğu zamanlarda ortaya çıkan Zerdüşt dini veya öğretisi ile ilgili parçaların Partlar döneminde dahi muhafaza edilmesine rağmen çoğunun yakılarak bu güne bir kültür mirası bırakmamış olmasının yanında kalan kısımlarında da Türklüğe ait bir sayfa bile bulunmaması veya Türklüğe katkı sağlayacak bir yönünün bulunmadığını görürüz.
Türkler tüm semavi dinlerin yayıcısı olmalarına karşılık yayıcısı oldukları dinin etkisiyle milliyetlerini kaybettiler. Mesela İskitlerin devamı olan Partlar; Zerdüşt dininin tarih sahnesinde kalmasını sağladılar ancak kimlik erozyonuna uğradılar bir süre sonra acemlerin etkili olduğu Sasani gölgesine düştüler.
Aynı şekilde Türk hükümdar ve prensleri de tebaalarını Türk dilini kullanmaya teşvik veya ve de teşebbüs etmediler. Türkçeyi resmi saray lisanı olarak kabul etmiş olsalardı, idari ve resmi işlerde lüzumu dolayısıyla, bu dilin yayılmasına yardım etmiş olacaklardı.
Ancak Türk padişahları bunu da yapmadılar. Tersine olarak, Arapça ve hususiyle Farsçayı himayeleri altına aldılar. Genel olarak, Türkler, on dördüncü asra kadar, dillerinin mevkini yükseltmek için, şuurlu veya şuursuz, hiçbir sistemli gayret sarf etmediler. Gerçekten, bizzat Türklerin arasında bile, Türkçenin, tedrici bir şekilde olsun, edebi ve ilmi bir dil olarak, Arapça ve Farsça ile rekabete başlaması, ancak on üçüncü asırdan sonra olmuştur. Şurası açık ve muhakkaktır ki, Türkçenin yayılışı sistemli bir Türkleştirme siyasetinin neticesi olmaktan uzaktır, ve yukarıda sayılan menfi şartlara rağmen, Türkçenin büyük bölgelerde halk dili olarak yayılması bize gösteriyor ki, bu elverişsiz şartlardan çok daha kuvvetli amiller Türkleştirme işinde müessir oluyordu.
Gerçekten, şimdiye kadar bahsettiğimiz şartların hepsi de, Türkçenin yayılması bakımından, hiç de müsait olmayan şartlardır. Ancak bunlara ilave olarak, garplı bilginlerin iddiasına göre, “Seyhun ötesindeki Türkler küçük kabileler halinde ve ekseriyetle göçebe olarak yaşıyorlardı ve mecmu nüfusları cüz’i idi”
İddia böyledir!
Halbuki gerçek bu olsaydı, Türklerin, girdikleri yerlerdeki Türk olmayan şehir ahalisini temsil etmek şöyle dursun, bu ahali ile sıkı münasebete geçmeleri ve onlarla kız alıp verme ihtimalleri pek küçük olurdu. Diğer taraftan, nüfusları az olduğuna göre, sayı ve nüfus kesafeti bakımından ağır basmaları mümkün olamayacağı gibi, dillerini girdikleri yerlerde iktisadı amillerin yardımıyla öğretmelerine de imkân bulunamazdı. Çünkü göçebelik şartları altında Pazar lisanını kontrol etmeleri mümkün olamazdı. Şehir pazarlarındaki alışveriş dili, şehir ahalisinin civar köylerdeki dili tespit ve tayin ve icabederse değiştirmelerine vasıta olur.
Verilecek karar sarihtir: bu şartlar altında Orta Şark’taki geniş saha Türkleşemezdi; şu halde, bahis mevzuu şartların hakikate uymaması icabeder. Nitekim yaptığımız bu etüt, bizi, Türklerin hemen sırf göçebe hayatı sürdükleri ve nüfuslarının cüz’i olduğu fikirlerini redde, ve garp bilginlerinin ileri sürdükleri iddialara aykırı olarak, aşağıdaki durumların mevcut bulunduğu kararına sevk etmiştir:
Türkler, Arap istilası sıralarında, esasen Horasan ve Maveraünnehir’de bulunuyorlardı ve Arap hakimiyetinin bu mıntıkalarda teessüsünden sonra da bu bölgelerden ayrılmayarak oldukları yerlerde kaldılar. Demek ki, bu mıntıkaların Türkleşmesi, Arap istilasından önce ve Selçuklulardan ise çok daha evvel başlamıştır.
Türkler şehir ve kasabalarda Yüksek bir kültürün ve medeniyetin sahipleri olarak yaşamakta idiler; ancak coğrafi şartların zoru ve bu gün halen Yörüklerde görüldüğü gibi sadece bazı mıntıkalarda yaşam tarzı olarak göçebe bir hayat sürüyorlardı.
Orta Asya’daki Türk nüfusunun oldukça büyük olduğunu ve Türklerin Orta Şark’a oldukça büyük kütleler halinde göç ettiklerini ileri sürmek yerinde ve makul bir iddia olacaktır.
Sevgili Okurlar,
Türk Tarihini, Tarihteki Türk varlığını ve başarılarını etkisizleştiren bu görüş, neticeleri itibariyle pek zararlı olmuş, gençlerimizin bir kısmı geçmişimizi cefakar bilim adamlarımızın mağaralarda bulduğu yazı-resimlerde aramakta ancak mazi ile bu gün arasında nasıl bir rabıta kuracağını dahi bilememektedir.
Zeki Velidi ve onun izinden giden tarihçilerimizin dile getirmeye devam ettikleri Hint Avrupa-Ari Aryan-İndo Cermen teorileri, Türk Moğol Irk Birlikteliği Teorileri,Türklerin Tarihte nüfus olarak azlığı ve istila ettikleri toplulukların üzerine örtü gibi yerleştiği şeklindeki iddialar, Türklerin Tarihinin Hunlarla ve hatta Göktürklerle başlaması öncesi ile ilgili iddiaların ele alınmasının zorluğu, İskit kavimleri ve diğer Türk kavimleri ile ilgili Hint-Avrupa iddialarının dile getirilerek Büyük Saka-İskit Konfederasyonuna ait Türk kavimleri hakkında zihinlerin bulandırılması, Hititler başta Anadolu kavimlerinin Türk olmadığı iddiaları, Mezapotamya kavimlerinin belirsizliği, Türklerin Isınma nedeniyle göçleri konusunun Türk tarih tezi ile uydurulan temelsiz bir iddia olduğu gibi (Böyle onlarca iddia sayabiliriz) Türk Vatanı kabul ettiğimiz, Türk Tarihine zarar verilmiş olmasını hiçbir zaman iyi niyetle değerlendirmemiz mümkün değildir.
Sevgili Okurlar,
Türklüğü, Türk tarihini ve gerçeklerini tüm samimiyetimizle anlatmaya devam edeceğiz Sevgiler Saygılar
TANER ÜNAL