Atatürk ve Salih Bozok

Ömründe Vefa, Kalbinde Kurşun: Salih Bozok

Çocukluk yıllarından başlayarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hep en yakınında olan isim… Salih Bozok’u, torunu Salih Bozok’tan dinledik. Mücadele yıllarıyla geçen bu büyük dostluğa ve günümüze dair birçok değerlendirmesi ile Torun Salih Bozok, İleti’nin sorularını yanıtladı…


1-) Dedeniz, aslında bu ülkenin çocukları olarak hepimizin dedesi, Salih Bozok’un adını taşımak, yaşamınızı nasıl etkiledi? Gazi Mustafa Kemal’in Yaver’i olarak şereflerin en büyüğüne nail olan böylesi kıymetli bir ismin hayatınıza neler kattığını anlatır mısınız? Bu vesile ile de sizleri tanımış olalım.

Ben dedemin 1941’de ölümünden yedi yıl sonra Ankara’da dünyaya geldim, dolayısiyle kendisini tanımadım. Çocukluğumun erken devrelerinden itibaren aile çevremde dedem Salih Bozok’un Atatürk’le yakınlığı bana anlatıldı. Küçük yaşta ailemle birlikte İstanbul’a yerleştiğimiz için, Ankara’daki çocukluğumu hatırlamıyorum. Belleğimdeki ilk anılar ana okulu sıralarına uzanır. Moda semtinde eski bir evde oturuyorduk. Salonda bronzdan bir Atatürk büstü vardı. Duvarlarda Atatürk’ün ve dedemin birlikte resimleri. Atatürk’ün kendi el yazısıyla, dedeme Bozok soyadını verdiğini bildiren belge. Bir vitrin içinde, Ata’dan ve dedemden yadigar kalan kimi anılar, örneğin Atatürk’ün üzerinde M.K.A. (ad ve soyadının baş harfleri) yazılı sigarası, dedemin değişik devrelerdeki milletvekili kimlik kartları,Atatürk’le yazışmalarının kopyaları vs…. Bu anı ve belgelerin önemli bir bölümü 1980 yılında babam Cemil Bozok tarafından Harbiye’deki Askeri Müze’ye verilecek, ve Müze Komutanlığı’ndan bu konuda bir teşekkür belgesi alınacaktır. Babamın kız kardeşi Sabiha halamın ve küçük kardeşleri Muzaffer amcamın salonlarında da böyle bir dekor vardı.

Kısacası çocukluğum ve gençliğim, Atatürk ve yakın arkadaşlarının mücadelelerini ve fikirlerini kavramaya elverişli bir ortamda geçti. Okulda öğretilenler dışında, yakın aile çevresini sorgulayarak, Atatürk ve dedem konusunda ek bilgiler elde etme olanağım doğdu. İlkokul çağımda, ulusal yas günümüz olan 10 Kasım törenlerinde babam her yıl farklı bir şiir yazar, ben de o şiiri okuldaki törende okurdum. Öğretmenlerim, ailemizin Ata’ya olan yakınlığını ve bağlılığını biliyorlardı. Taşıdığım isim ve soyadına layık olma telkinleri beni baştan beri iyi ve başarılı bir öğrenci olmaya azmettirdi. Babamın ve dedemin anılarını bir araya getirerek 1985 yılında Çağdaş Yayınları tarafından yayınlanan “Hep Atatürk’ün yanında” isimli kitapta babamın anlattıklarının çoğunu kendisinden bizzat dinlemiştim.

Selanik’in düşüşü ertesinde yaşananlar, Abdülhamit’in İstanbul’a nakli, ailenin İstanbul günleri, babamın Milli Mücadele sırasında dedemin yanına Ankara’ya gidişi, Büyük Zafer’in ardından Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Ata’nın ölümüne kadar yaşananlardan kesitler. Babamdan ve yakın aile çevremden dinlediklerim ve onların deneyimleri, Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zaferin, Cumhuriyet’in inşasının ve kazanımlarının hangi zorlukların üstesinden gelinerek gerçekleştiğini, kitaplarda yazılan, okullarda öğretilenlerden daha somut bir şekilde kavramama yardımcı olmuştur. Bu, özellikle Atatürk’ün fikirleri ve bizlere devrettiği felsefesi için de geçerli.

Ata ve yakın çevresi, ki bu çevre içinde çocukluk arkadaşları, dedem Salih Bozok ve büyük dayımız Nuri Conker yer alıyor, Osmanlı’nın son döneminde Batı’dan gelen Aydınlanma felsefesi ve Fransız Devrimi ilkeleri temelinde, yoğun fikir hareketlerine, devletin ve ülkenin geleceğine yönelik hararetli tartışmalara sahne olan ve farklı kökenlerden gelen toplulukları (Müslüman Türkler, Yahudiler, Dönmeler, Rumlar….) bünyesinde barındıran Selanik’ten geliyorlar. Ata ve yakın arkadaşlarında daha o dönemde Aydınlanma ışığında filizlenen ve daha sonra Cumhuriyet’in temelini oluşturacak fikirleri şöyle özetlemek mümkün:

« Muasır medeniyet », yâni çağdaş uygarlık, batı standartlarında batıyla eşitlik temelinde egemen bir yeni Türkiye yaratmak. Diğer değişle modern bir “Ulus-Devlet”.

Hepsinin paylaştığı idealler, tüm aile içinde bize bugüne değin aktarılanlar. Bu felsefenin temel direği laiklik. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, ve farklılıklarda karşılıklı saygı. Aile ortamında aldığım eğitim bu görüşleri daha iyi kavramamda ve benimsememde etkin olmuştur. Orta öğrenimimi Galatasaray Lisesinde yapmam da bu yönde önemli katkı sağlamıştır. Burada hemen belirteyim ki dedem Salih Bozok, Galatasaray taraftarıymış. Onun etkisiyle olacak, babam ve amcam gençliklerinden ölümlerine değin koyu taraftar olarak kaldılar. Her ikisi de kulüpte Divan üyesiydi. Ben ve amcamın oğulları koyu Galatasaray’lılıkta bu aile geleneğini sürdürdük.

2-) Çocukluklarından beri birlikte geçen yaşamları, Gazi Paşa ile Salih Bozok’un kaderdaşlığında küçük bir detay gibi görünse de bir davayı birlikte yürütmek ve Cumhuriyet ile neticelendirmeleri açısından oldukça kıymetli. Bize, onların dostluğuna ve mücadelelerine dair sizin anlatacağınız anılar var mı?

Bilindiği gibi Atatürk’le dedemin dostlukları çok eskilere, Selanik’te birlikte geçen çocukluklarına uzanır. Daha az bilinen bir nokta ise, aralarındaki akrabalık ilişkisi. Babam Cemil Bozok anılarında bu bağlantıyı şöyle anlatır:

“Babamın, Atatürk ile esasen üçüncü kuşak akrabalıkları da vardır. Atatürk’ün dedeleri olan Hacı İslam Ağa ile Hacı Salih Ağa, babamın da dedeleri. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a ailece Hanım Hala derdik.”

Atatürk Ertuğrul Yatı’nda, Nuri Conker ile, 2 Eylül 1928.

Aradaki arkadaşlık bağları, her ikisi ve Nuri Conker, Selanik Askeri Rüştiyesi’ne girdikten sonra daha da pekişerek ömür boyu sürmüştür. Atatürk kurmay olurken dedem jandarma sınıfına yazılmıştır. Askeri Rüştiye’ye (Askeri Ortaokul) yazılmalarında etkin olan bir olay önce Atatürk’ün, mahalle okulunda din dersleri hocası, sertliği ve acımasızlığıyla nam salmış “Kaymak Hafız”dan şiddetli dayak yemesidir. Annesinin başta karşı çıkmasına rağmen onu ikna ederek mahalle okulunu terkeder, Rüştiye’ye girer. Ardından, dedem de aynı hocadan dayak yer ve ertesi sene “Mustafa ağabey”inin yolunu tutar. Askeri okulun hemen sonrasındaki dostluk ilişkilerini yine babamdan aktarmak isterim:

“Babam Hürriyet’in ilanından (İkinci Meşrutiyet 1908) kısa bir zaman sonra Selanik’teki Küçük Zabit Mektebi’ne öğretmen subay olarak tayin edilmiş. Mektebin müdürü dayım Nuri Conker. Mustafa Kemal’le birlikte Selanik’te. Hemen hemen her akşam Beyazkule civarındaki meşhur gazinoların birinde (Olimpos) buluşuyorlarmış. Atatürk’ün başka arkadaşları da oraya geliyorlarmış. Sofra, Atatürk’ün sofrası ve başkanı da o. Bundan sonra gece yarılarına kadar, memleket meseleleri konuşuluyormuş. Atatürk’ün ileriye yönelik parlak fikirleri, onları her gece coşturuyormuş. Geleceğinden çok emin olan büyük adam, bir şekilde bir gün Türkiye’nin başına geçeceğini adeta hisseder gibiymiş. Masasındaki arkadaşlarına şimdiden mevkiler veriyormuş. Fakat yarının Atatürk’ü, o günün kurmay subayı Mustafa Kemal, bu sofra masraflarından dolayı zaman zaman parasız kalmakta ve babamdan borç almaktadır. Bunu, babama yazdığı mektupların birisinden anlıyoruz. Hayatın ne garip cilveleri oluyor!”

O dönemde dedem İttihat ve Terakki’ye yazılmıştır. Hatta “rehberlik” (yeni üyeleri yönlendirme) görevi yapmaktadır. Hürriyet’in ilanını ve ardından, Abdülhamit’in 31 Mart vakası ardından tahtan indirilmesini (1909) coşkuyla karşılamıştır. Kısa bir süre sonra düşük padişahın Selanik’te Alatini köşkünde tutuklu olduğu dönemde muhafız subaylığı görevi yapacaktır. Selanik’in düşüşünden kısa bir süre önce yine İttihat ve Terakki’nin emriyle, devrik sultanın düşman eline geçmesini engellemek amacıyla Abdülhamit’i İstanbul’a nakleden ekibin içinde yer alacaktır. O sıralar Atatürk Trablus’tadır ve iki arkadaş, olanaklar el verdiğince mektuplaşırlar.

Salih Bozok, Atatürk’ün Selanik’in düşman eline düşüşünü (1912) İskenderiye’de vapur beklediği sırada bir rum kızından öğrendiğini ve bu haberle kahrolduğunu aktarır. Kendisi Beylerbeyi sarayında ailesiyle birlikte tutuklu Abdülhamit’in Muhafız Subaylığı görevini sürdürmektedir (yani devrik sultanı saray hapsinde tutan askeri birlikte görevli). Selanik’te kalan aile fertleri (çocuk yaştaki babam ve halam dahil), dedemin görevli olarak İstanbul’da bulunması nedeniyle zor günler geçirir ve kendi sağladıkları imkanlarla İstanbul’a gelmeyi başarırlar. Dedem, Suriye Cephesi’nde Atatürk’ün başyaverliğine atanır. 1918 yazında tedavi amacıyla Karsbad’da (şimdiki Karlovy Vary, Çek Cumhuriyeti ünlü termal kenti) bulunan Atatürk, yurda dönüşünde oradan dedeme hediyeler getirmeyi ihmal etmez. İpek dokuma duvar halısı halen benim salonumu süslemektedir. Küçük bir Kristal vazoyu da amcamın vitrininde görmüştüm. İstanbul’un müttefik düşman güçleri tarafından işgali ardından Atatürk’ün milli mücadeleyi başlatmak amacıyla Anadolu’ya hareket ettiği sıralarda dedem ordudan istifa etmiş, kömür ve odun ticaretine atılmıştır. Depo, Anadolu’daki güçlere destek veren bir “hücre” konumundadır.

Atatürk’le bağlantıda olan dedem işgalcilerle işbirliği içindeki Padişah güçleri tarafından tutuklanarak bir süre ünlü “Bekirağa” bölüğünde hapsedilir. Oradan çıkmayı başardıktan hemen sonra Ankara’ya hareket eder, ardından babamı da yanına getirtir. Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk’ün başyaverliğinde bulunur. Babamla birlikte ilk Ankara günlerinde, Atatürk’le birlikte, istasyon yakınındaki bir evde kalırlar. Babamın sünnet düğünü de Atatürk’ün huzurunda yapılır. İzmir’e Atatürk’le birlikte girerler ve aynı evi paylaşırlar. Evin Büyük İzmir Yangını sırasında alev alması nedeniyle, Latife hanımın Ata’ya tahsis ettiği eve yerleşirler. Dedem, Atatürk’le Latife hanımın nikah şahitliğini yapar.

Savaş boyunca Ata’nın başyaverliğinde bulunan Salih Bozok Cumhuriyet’in ilanından sonra da hep O’nun yanında olacak, önemli kararların alındığı sofralarında düzenli bulunacak ve Türkiye İş Bankası’nın kurucuları arasında Atatürk’le birlikte yer alacaktır. Tüm seçimlerde önce, eski ismi Bozok olan Yozgat’tan daha sonra ise Bilecik’ten CHP milletvekili seçilecektir. Sabiha halamın nişan yüzüğü de parmaklarına bizzat Atatürk tarafından İstanbul’da takılmıştır.

Büyük dayımız Nuri Conker ise, Gaziantep milletvekili olduğu sırada, Ata’dan bir yıl once 1937’de vefat etmiştir.

3-) 10 Kasım’da ülkenin en güzel ışığı göğümüzü terk ettikten hemen sonra, Ata’nın yoldaşı Salih Bozok’un kalbine sıktığı kurşun halen akıllardan çıkmayan bir bağlılığın nişanı olarak yıllarca aileniz tarafından muhafaza edildi diye biliyoruz, konu hakkında ailenizden neler duydunuz?

Dedem, Atatürk’ün hastalığı boyunca Dolmabahçe sarayında O’nun yanıbaşındadır. Durum umutsuz bir seyir aldıkça, Ata’sız bir dünyada yaşamanın kendisi için imkansız olduğu duygusu yüreğinde perçinlenir. Bir süre önce başbakanlıktan ayrılmış olan İsmet paşa, dedem aracılığıyla Atatürk’ün sağlığı hakkında bilgi almakta, aralarındaki yazışmaları kimi zaman babam Cemil Bozok üstlenmektedir. Babam o günleri şöyle anlatıyor:

“Çocukluğundan beri bu büyük adamı adeta taparcasına sevmiş olan babamın bütün neşesi kaçmış, bütün ruhunu ve benliğini ıstırap bürümüştü. Günün bir çok saatlerini sarayda geçiriyor, Atatürk’ ün başında nöbet tutuyordu. Zaman zaman arızi iyilikler olduğunda, ıstırabını unutur gibi oluyor ve ümide kapılarak bizlere müjdeler bile veriyordu. Ne çare ki, bunlar çabuk geçiyor, endişeler yeniden baş gösteriyordu.

Atatürk’ün hastalığı boyunca ailesi efradı ve yakın arkadaşları ve Başvekil’den başka kimseler yanına kabul edilmiyordu. Fakat sarayın misafir salonlarını devlet adamları, bir kısım milletvekilleri dolduruyorlar ve hastalık hakkında bilgiler alıyorlardı. Aynı zamanda siyasi kulisler de yapılıyordu. Bir kaç defa babamla saraya ben de gittim ve bunları gördüm. Babamın anlattığına göre, zaman zaman da Atatürk‘ün ölümü halinde bir takım alternatifler düşünen insanlar bir araya gelip kumpaslar kuruyorlarmış. Çok büyük üzüntünün verdiği ıstırap içinde kıvranan babam, bütün bu olup bitenleri yüreği yanarak seyrediyormuş.”

10 Kasım 1938 sabahı Ata’nın hayata veda ettiği an yanıbaşında yakın arkadaşı Kılıc Ali beyle birlikte bulunan dedem, derhal yarı şuursuz bir ruh hali içinde Dolmabahçe sarayı merdivenlerinden aşağı iner ve giriş katında bir odaya girerek yanında taşındığı sedef kabzalı tabancasıyla kalbine bir kurşun sıkar. Ancak şişmanlığından ötürü yağ tabakasıyla kaplı göğsünde kurşun sekerek kalbin tam yanından geçer. Doktorların anında müdahalesiyle hastaneye kaldırılır, kurşun çıkarılır. Hayatının geri kalan bölümünü büyük bir hüzün içinde, “yaşayan bir ölü” gibi geçirecek ve 26 Nisan 1941 gecesi sabaha karşı dünyadan ayrılacaktır. Bunu hatırlatmamda yarar var. Yakın zamanda okuduğum kimi yazılarda bu gerçek az yada çok çarpıtılmakta. Nitekim kimi yazarlar dedemin anında öldüğünü iddia ederken kimileri “şakağına kurşun sıktığını” söylüyor. Ata’nın sirozdan ölmediği, öldürüldüğü veya yanlış tedavi edildiği yönünde fantezist komplo teorileri de cabası.

Şimdi sorunuza geleyim: Dedemin göğsünden çıkarılan kurşunu Sabiha halamın ömrü boyunca boynunda bir zincirin ucunda kolye gibi taşıdığını çocukluğumdan beri bilirim. Kendisini son gördüğüm 1993 yaz aylarında da boynundaydı. Çok hastaydı. Durumu umutsuzdu. Ardından acil olarak hastaneye kaldırıldığını ve ameliyata alındığı, birkaç gün sonra vefat ettiği haberini aldım. Ameliyata alınırken çıkarılan kolyesinden sonra kimse haber alamamış. Bana ailede söylenen bu.

4-) Neden Türkiye Cumhuriyeti’nde değil de yurt dışında yaşamayı tercih ettiniz?

İnsanlar tercihlerini içinde o an bulundukları koşullara göre yapıyor. Yaşamınızın belli bir evresinde yaptığınız tercih ilerde sizi önceden hesaplamadığınız seçeneklerle başbaşa bırakıyor. Galatasaray lisesini fen bölümünde bitirdikten sonra fizik tahsili için Fransa’ya gittim. Fen ve felsefe derslerinin fransızca yapıldığı bir okulu bitirdikten sonra yüksek öğretimini Fransa veya fransızca konuşulan başka bir ülkede (Belçika, İsviçre..) sürdürmek birçok devre arkadaşım ve benim için de oldukça doğaldı. Yüksek öğrenimim inişli çıkışlı oldu. Bir takım formalitelerin gecikmesi nedeniyle üniversiteye iki ay geç yazıldım ve o yıl benim için başından kayboldu.

Arada Fen alanından çok sosyal bilimlere, felsefe ve edebiyata daha fazla ilgi duyduğumu kavradım. GS lisesindeki öğretmenlerim de önceden bunu farketmiş ama ben fizikte israrcı olmuştum. Bir gençlik hatası. Uzun yıllar sürecek tahsil hayatım Fransa’da bir ekonomi doktorasıyla noktalanacaktı. Arada Siyasal Bilimler diploması da aldım, iktisat öğrenimime paralel olarak. Üniversitenin ilk yıllarında duygusal yaşamımda da çalkantılar oldu. Türkiye’den ayrılırken birçok öğrenci gibi ben de tahsil sonrası ülkeye dönmeyi tasarlıyordum. Kafamda, meslek yaşamımı üniversitede ya da bir araştırma kurumunda sürdürmeyi tasarlıyordum, ama tabiri caizse, evdeki hesaplar her zaman çarşıya uymuyor. Fransa’ya gelirken İstanbul’daki kız arkadaşımdan ayrılmıştım.

Benim yıllar sonra dönüşümü beklemek istemiyordu. Benim de ileri dönük bir duygusal projem yoktu. Gelip geçici birkaç ilişki ardından üniversitede bir fransız kız arkadaşımla ciddi bir bağlantıya girdim, kısa zamanda evlendik, birlikte yaşamaya başladık ve çocuğumuz oldu. Eşim tahsilini yarım bırakmak zorunda kaldı. Geçim zorlukları nedeniyle ayrıca zaman zaman çalışmam gerekti. O dönemde, 1980’e kadar Türkiye de, ve özellikle Üniversite ortamı çalkantı içindeydi. Yaşım da ilerleyip Türkiye’ye dönerek bir kamu kuruluşunda çalışma olanaklarımın hemen hemen ortadan kalktığını görmek eşimi ve beni gerçekçi olmaya zorladı. “Türkiye tarımının yapısı” konulu doktora tezimi hazırladığım yıllarda iki yıllık bir kontratla Cezayir Ulusal Tarım Enstitüsü iktisat bölümünde yabancı öğretim görevlisi statüsünde çalıştım. O iki yıl boyu Fransa ve Cezayir arasında mekik dokudum.

1979’da Fransa’da tezimi başarıyla savundum. Hemen ardından, ikinci çocuğumuzun doğumundan iki ay önce, oturduğum şehirden uzak bir yerde kalıcı bir iş buldum, Göçmen işçilere hukuki ve sosyal alanda danışmanlık ve tercüme hizmeti veren bir kuruluşta. 1980 sonunda, 12 Eylül darbesinden sonra, işyerimden izin alarak Türkiye’ye, kısa dönem askerlik hizmetimi yerine getirmeye geldim. “Dövizli askerlik” değildi. O dönem üniversite mezunlarına tanınan bir hak.Daha sonra girdiğim sınavda başarılı olarak Fransa’da Milli Eğitim’de iktisat ve işletme alanında dersler vermeye başladım. Emekliliğime kadar sürdü. İşte başta yaptığım tercihlerin ardından oluşan şartlarla Fransa’da kalıcı olmamın kısa öyküsü. Bu konuda kısa eklemeler yapmama izin verirseniz, ailemizde, benim kuşağımdan önceki kuşaktan gelme diyebileceğim bir yabancı dil öğrenme, yurtdışında tahsil yapma geleneği var. Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük bir eğitim seferberliği var. Ama eğitim personeli yetersiz. Devlet, yurtdışında eğitime destek oluyor. Eğitilenler ardından ülkeye dönerek eğitim kurumlarının gelişmesine destek oluyorlar. Edindikleri bilgileri yeni kurulan iktisadi, sınai yapıların gelişmesinde kullanıyorlar. O dönemde çok önemli bir kadro eksikliği var. Babam da Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yeni kurulan Türkiye İş Bankası bünyesinde meslek hayatına atılıyor. Ardından, 2’inci Dünya savaşı yıllarında İsviçre’de Yüksek Ticaret Enstitüsü’nde bankacılık tahsili yaptıktan sonr,a savaş sonunda yurda geri dönüyor ve önceden tanıdığı annemle evleniyor. Annem bunca yıl onu beklemiş demekki….

5-) Türkiye’nin içinde bulunduğu atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zor bir soru! Bunca zaman, yani benim durumumda, her ne kadar bu sürede Türkiye ve Türklerle bağlarını sağlam tutsa da 50 yıldır yurtdışında yaşayan birinin verdiği yanıt “hariçten gazel okuma” tarzında algılanabilir. Bütün içtenliğimle yanıtlamaya çalışırsam, her insan, istisna durumlar hariç, doğup yaşadığı yerden edindiklerini, kültürel kazanımlarını, değerlerini, alışkanlıklarını, anılarını gittiği yerlere de birlikte götürüyor. Bu edinimler, sonrada gelen yerden edinilenlerle giderek bir sentez oluşturuyor ve doğduğu ülkeye bakışı istese de istemese de görece bir “dıştan bakış” oluyor. Bu elli yıl boyunca kimi zaman çok sık kimi zaman da daha seyrek aralıklarla Türkiye’de bulundum. Tatil, aile ziyareti, askerlik…

Türkiye’de 20 yaşıma kadarki yaşamımda kendimi bildim bileli hep İstanbul’da, belli semtlerde oturdum. Batı tarzı bir yaşam süren, Cumhuriyet’in kuruluş değerlerini benimsemiş orta ve bir üstü sınıfın oturduğu semtlerde… Fransa’ya geldiğim dönem aynı zamanda buraya Türkiye’den işgücü göçünün yükseldiği yıllar. Bulunduğum bölgede genellikle fabrikalarda, inşaat sektöründe ve orman işlerinde çalışmaya gelen yurttaşlar çoğunlukla kırsal alanlardan geliyorlar. Kent yaşamına uyum sağlama güçlükleri, dil bilmeme yanı sıra çoğu yalnız. Aileleri ülkede. Türk öğrenci arkadaşların bazılarıyla örgütlendik, işçilerimizin acil sorunlarına gönüllü yardımcı olmaya çalıştık. Fransızca kursları, tercümanlık vs. Bu etkinlik ülkedeyken pek karşılaşma fırsatı bulmadığım halk kesimlerimi tanımama yardımcı oldu. Yabancı işçi danışma hizmetlerim sırasında bu kesimleri ve sorunlarını daha iyi kavradım. Doktora tezimin konusu seçiminde de etken oldu bu deneyimler.

Buralarda yaşadığımdan beri Türkiye’de kısa süreli kalışlarımda gitgide yadırgadığım durumların sayısının arttığını söyleyebilirim. Günlük hayattan, tanıdığım mekanlardan söz edelim. Hızlı ve plansız kentleşme, kırsal göç yanısıra kısmen komşu ülkelerden de değişik nedenlerle İstanbul gibi büyük yerleşim merkezlerine akın edenlerin sayısının artmasıyla, kent yaşamı gitgide zorlaşmış. Konut, ulaşım zorlukları yanısıra, kültürel bir değişim, hatta bir çatışma ortamı doğmuş. Yeni gelenler, karşılaştıkları sorunların ve de kentlilerce dışlanmanın, hatta hakir görünmenin etkisiyle , bir “kendini koruma içgüdüsüyle” tutucu akımların etkisine kolayca girer duruma gelmişler. Kendilerine daha yakın gördükleri siyasi akımlar da bu eğilime kendi çıkarları açısından katkı yapınca, siyasi ve sosyal panorama, giderek Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına damgasını vuran Aydınlanma ülkülerinden, laik ilkelerden uzaklaşmış. Kentlerin bu doğrultuda yeniden biçimlenmesiyle çocukluğuma, gençliğime damga vuran aşina mekanlar, pastaneler, pasajlar, sinema ve konser salonları yokolup gitmiş. Yatırımlar, üretici sektörler yerine kısa vadede yüksek gelir sağlamaya yönelik AVM’lere, gösterişli prestij yapılarına yönelmiş. Bu gelişme, aynı zamanda tüm dünyada etkisini gösteren “küresel ekonomi”, ulusal pazarların küresel pazar ekonomisiyle bütünleşmesiyle eş zamanlı. Gelişme, kalkınma, sadece “büyüme” olarak algılanır duruma geliyor. Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada. Gelişmenin sosyal boyutu azımsanınca, hatta unutulunca, insanların hayattaki baş kaygısı “daha fazla tüketime” yönlendirilince, geçim zorlukları, gelir kutuplaşmaları, günlük hayatta karşılaşılan sorunlar ülkelerde kalıcı bir şiddet ortamına yol açıyor. Küresel alanda son 20 yıl içinde ivme kazanan terörün, şiddet olaylarının da, çatışmaların göbeğideki bir coğrafyada yer alan ülkelerde, içteki sorunlarla katmerleşerek daha yoğun etki yaptığı kesin. Bütün bu faktörler bir araya gelerek, yönetimlerin daha sert yanıtlarına ortam hazırlıyor ve demokrasi zarar görüyor. Sistemin olmazsa olmazlarından “erkler ayrılığı” gitgide yerini erkin tek elde toplandığı bir yönetime bırakırken kültürel ikilemler derinleşiyor. Kısa değerlendirmemde son söz olarak diyebilirim ki, Türkiye’de aydınlanmadan esinlenen, Cumhuriyet’in kuruluş değerlerine bağlı olanların önemli bir kesiminin, ki buna kendi ailemi ve yakın çevremi de dahil ediyorum, Cumhuriyet kazanımlarını kalıcı olarak gördüklerinden duruma yeterince “müdahil” olmadıkları kanısındayım. Evet, gelişmenin sosyal ve demografik boyutunu yeterince önemsemedik ve kurumların, yapısal güçlerin ters yönde bir gelişmeye set çekeceğini düşledik. “Doğa boşluk sevmez” diye bir Fransız deyişi var. Bizim yokluğumuzda boşluğu dolduran farklı güçler oluştu. Umut, Cumhuriyet’in kuruluş değerlerini sahiplenecek aydınlanmacı yeni kuşak gençlerinde…

SÖYLEŞİYİ GERÇEKLEŞTİREN VE YAYINA HAZIRLAYAN SAYIN TUBA CANPOLAT’A EMEKLERİ İÇİN CANDAN TEŞEKKÜRLER. Tuba Canpolat’a meslek yaşamında başarılar diliyorum.