Ölmeseydi…
DAHA Anadolu’ya geçmemişti. İstanbul işgal altında kıvranıyor. Birinci Dünya Harbinden sonra saçakları kopmuş, camları kırılmış, kapıları söğelerinden çıkmış, mermerleri çatlamış, bağdadileri dökülmüş, kaplama tahtaları çürümüş, kiremitleri uçmuş berhanenin bir sağanakla göçmesini bekleyenler altı asrın çöküntüsünü memnun nazarlarla seyretmeye hazırlanıyorlardı.
Hükümdar âciz, hükümet âciz, millet âcizdi. Herkes sonsuz bir yeis içinde idi.
Şimdi müze olan Şişli caddesindeki evinde idim:
— Paşa Hazretleri! Dedim, acaba müttefik devletler nezdinde diplomatik teşebbüslerle memleketi bugünkü vaziyetinden kurtarmaya imkân yok mudur?
Çehresinin hiç bir hattını değiştirmeyen sâkin ve sâkit edâsı ile:
— Yoktur, dedi, hakkı tanımayanlara hakkı teslim ettiren kuvvettir.
Anadolu’ya geçip bin müşkülât içinde teşkilâtı vücuda getirdi, Türk’ün hakkını koparıp alacak kuvveti hazırladı, düşmanı tepeledi, memleketi kurtardı, yeni bir devlet kurdu, tığ gibi bir ordu meydana getirdi. Ektiği tohumun ilk semeresini vermeye başladığını gördü, fakat ne yazık ki genç öldü! Ölmeseydi…
Öyle inanıyorum ki dünya bugünkü hâle gelmezdi. Bir İkinci Dünya Harbinin vuku bulacağını kuvvetle tahmin ediyor, bir Balkan İttifakı hazırlıyordu. Bütün Balkan devletlerinin ordularını bir araya toplayacak ve bu muazzam kuvvetin başına «Başkumandan» olarak geçecek ve bekleyecekti. Birbirleriyle çarpışan devletler başında Mustafa Kemal’in bulunduğu Balkan ordusuna yan gözle dahi bakamayacaklar, Balkanlar harp fâcialalarına sahne olmayacaklardı.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
Memleket, harice karşı emin olmuştu. Onun üflediği sûr ile millî ruh kalkınıyor, Türk bayrağı tatlı bir meltemle dalgalanıyor, hilâlin nuru gönülleri aydınlatıyor, düşmanların gözlerini kamaştırıyordu. Memlekette bir emniyet ve huzur havası vardı. Yedisinden yetmişine kadar millet, onun varlığından taşan, dökülen, kalplere sokulan itimat ile kendinde bir başkalık hissediyordu.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
Türk’ün hakkı olan en ufak bir köy bile ağyar elinde kalmayacaktı. Haritada anavatanın rengi nasıl Hatay’a yayıldı ise, yabancı bayrağa alışamayan Türk illeri analarının açık kollarına koşacaklardı.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
Yeri boş kalmayacaktı. Ölümünden sonra memleket şahlanan yükselme duygusunu yavaş yavaş kaybetmeyecek, onun çizdiği hudutlar içinde ilerleyecek, terakkisine mâni olan engellerden kurtulacak ve her tehlikeyi yenecekti.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
İmparatorluğun harp fırtınalarının anavatandan kopardığı Oniki Ada’nın, sâhipsiz kaldığı için bize iadesini muharip devletlerin teklifine lüzum kalmadan yapacak, Oniki Ada yine Türk Cumhuriyetinin hudutlarına girecekti.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
Ölümünden sonra heder olan on senenin hüsranını çekmeyecektik. Bu on sene yüz senelik bir gelişme olacaktı.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ölmeseydi…
Doymak bilmeyen ihtiraslar asırlardan beri malımız olan Kıbrıs’a göz dikmeyecekti. Yalnız onun ismi o gözleri kırpdırmaya kâfi idi.
Fakat ne yazık ki genç öldü. Ne olurdu? Ölmeseydi…
Onun ölümü Türk’ün istikbal tarihinin en yanık sahifesidir.
Refi Cevad Ulunay, 10 Kasım 1957, Milliyet Gazetesi