O, Nasıl Bir İnsandı, Alaettin İ. Gövsa, Yedi Gün

O, Nasıl Bir İnsandı, Alaettin İ. Gövsa, Yedi Gün, 15 Kasım 1938

Atatürk’ün pâyansız matemiyle heyecan halinde iken muazzam şahsiyetini tarife ve engin dehâsını tahlile çalışmak… Bu, uçuruma düşen bir adamın zamanı kavramak teşebbüsüne benziyor. Zaten öyle bir şâhikayı hangi adese hakkiyle temaşa edebilir?. Fakat heyecanımız ve aczimiz tam bir imkân vermese bile, O’nu düşünmeliyiz, vasıflarını anlamaya ve hayranlığımızın sebep ve mahiyetini tahlile uğraşmalıyız, kanaatindeyim. Duyduklarımızı bir şuur haline getirmek ve O’na ebedî bağlılığımızı kuvvetlendirmek için böyle bir mürakabe lâzım, hattâ bir vazifedir. Sevgileri tahlil, gönüllerin zekalara borcudur. 

Büyük ve sevgili Ata’mızın bence ilk vasfı, bambaşka bir şahsiyet olmasıdır. O’nu bütün fânilerden ayıran bu örneksizlik, bu hususiyet ve mümtaziyet, simasının çizgilerinden, saçlarının ve gözlerinin renginden, bakışlarındaki hâkimiyet ve nüfuza, sesinin tonundan, konuşmasının nesçine, hareketlerindeki kolaylık ve cevvaliyetten, düşüncelerindeki çâlâkiye, muhakemelerindeki kudretten, sezişlerindeki isabete, hislerindeki incelikten, heyecanlarındaki taşkınlığa kadar uzviyet ve mâneviyete ait her safhada çok bariz olarak görülürdü. 

O’nun kemali, muhitinde klâsik tanınmış ve örnek tutulmuş bir mükemmeliyet değildi. Vaktiyle pek akıllı ve bilgili olarak tanılan âmirlerinin bu alev gibi genç zabiti sezememiş ve kendisine karşı çok defa bir çeşit ihtiraz ve ihtiyat beslemiş olmaları bundandır. 

Bu bambaşka yaratılışın neticesidir ki, O daima muhitinde mükemmel, mütevazin tanılan insanların hepsinden ayrı ve üstün şeyler düşündü. Kimsenin hayaline uğratmadığı mefhumları bir düşünce haline koydu ve en cesur düşüncelerin mühim emellerini bir hakikat şekline getirdi. O’nun manevî çapı yalnız muhitindeki mükemmel örneklerden ayrılmakla da kalmıyor. 

Yaşadığı devir, dünyada müstesna devlet adamlarının yetiştiği bir zamana tesadüf eder. 

Rusya’da, İran’da, eski Çekoslovakya’da, Almanya, İtalya ve nihayet Amerika’da memleketlerinin ve yirminci asrın hayatında izler bırakacak kişiler çıktı. Fakat bizim Ata’mızla onların hiçbirini mukayeseye imkân yoktur. O’na dünya tarihi içinde emsal arayanlar oldu. Hakkında ciltler neşreden ecnebi âlimler ve mütefekkirler arasında O’nun tarihteki benzerlerini bulmaya çalışanlar vardır. Fakat Atatürk, bir harb ve zafer kahramanı sıfatıyla, bir inkılâpçı, teşkilâtçı, zamanı kavrayan ve uzağı gören bir devlet adamı olmak, nihayet içtimai ve ilmi hâdiselerin sırlarına erişen bir mütefekkir bulunmak itibariyle, birçok cepheli şamil dehasının hususiyeti içinde galiba ebediyete kadar münferit kalacaktır. 

O biçimli ve güzel başın zihin mekanizması üzerinde düşünürken dikkati ve hayreti çeken noktalardan biri de zekâsındaki seziş «intuition» kudretidir, denebilir. Hayatını anlatır, hatıralarını söyler ve yazarken çok defa ‘ihtisas ettim’ tabirini kullanmıştır. O’nun lehçesinde asla bir iddia ifade etmeyen bu tâbir sadece tahmin etmek ve kestirmek mânasını anlatmak istiyor. Hangi hadiselerden nasıl neticeler aldığını görünce bu ‘Flair’lerin bu seziş ve kestirişlerin o güzel dudaklardaki şekliyle bu ‘ihtisas’ların kudretine hayran olmamak mümkün değildir.

Kanaatince klâsik zekâ makinelerinin pek çoğu Déduction (=ta’lil) yoluyla yürürler. Onlar için daima muayyen ve sabit esaslar vardır ve bunları hâdiselere tatbik ederler. Böyle işleyen zihinler için evvelce mevcut umumî hükümlere ve kıymetlere bağlı kalmak pek tabiidir. Ne kadar iyi ve etraflı düşünseler zekâlarının işleyiş tarzı yeni fikir hamlelerine engel olur. 

Kuvvetle söylenebilir ki, Ata’mızın zekâsındaki hususiyet bunun tamamıyla aksi idi. Konuşmalarında ve yazmalarında zihninin daima inductif (= istikraî) bir yol takip ettiği görülür. Hayat hâdiselerini kendisi toplar ve bunların neticelerine yine kendisi ulaşırdı. Umumî hükümlere ve kendisinden önce mevcut esaslara ve kıymetlere bağlı kalmayışı, yeni kıymetler ve esaslar yaratması bundandır sanırım. Bir meseleyi müzakere ederken hemen daima etrafındakileri konuşturması, en basit olanlara bile sualler sorması da zekâsının bu işleyiş tarzını ifşa eden bir alâmet değil midir? 

Büyük zekaların hafıza bakımından mümtaziyetleri dolgun olmalarından ziyade seçkin bulunmalarındandır zannederim. Ve muhakkaktır ki Atatürk’ün hafızası böyle idi. Bazı defa hayli yakın hadiseleri unuttuğuna veya unutur göründüğüne tesadüf edersiniz. Fakat bazı defa da en uzak ve en umulmaz teferruatı vuzuh ile tespit ettiğine şahit olurdunuz. Demek ki, onda hafıza makinesi faydası ve lüzumu mahdut şeyleri derhal atan ve ancak kuvvetli ve özlü esasları seçen mükemmel bir tasfiye cihazı halinde işlerdi. 

His ve heyecan hayatı itibariyle o fırtına kıvamındaki müstesna varlığın küçük bir portresini çizmeye çalışmak bile gayet güçtür. Sinirleri, bütün hayata ve hâdisata karşı gergin birer anten gibi en küçük ihtizazları dahi derhal zapteden ve derin akisler uyandıran azamî bir hassasiyet taşımış olacaktır. O ne kadar çok duyan, ne kadar ince hisseden bir fıtrattı yarabbi! Bir heykel gibi, bir âbide gibi adam çok defa küçük bir çocuk, fakir ve ihtiyar bir köylü karşısında engin bir rikkat ve merhamete düşerdi. Bazı defa herkesi kayıtsız bırakan hazin bir ses dalgası o güzel mavi gözlerin nemlenmesine sebep olabilirdi. 

Heyecanları o derece kuvvetliydi ki onların bazı memleket buhranlarında birer sel gibi taşmamış olmasına ancak Atatürk’e mahsus o yüksek irade kudreti hâkim olabilmiştir. Tahmin edilebilir ki, ruhî hayatının birçok safhaları heyecanlarıyla iradesinin musaraaları şeklinde mütemadî bir iç mücadelesi halinde geçti. Gözlerinin hiçbir zaman yorgun olmaması, hareketlerinin daima cevval ve pürhayat bulunması mütemadi hareket halindeki ruhunun, daimî vecdinin nişaneleridir. 

O nasıl bir insandı? Heyhat! Denizden bir damla bile olmayan bu sözlerle o küllî kudretin zerresini dahi anlatmaya imkân var mı?