Namık Kemal’in Bektaşiliği Ve Masonluğu

Hangi ülkede olursa olsun, bütün kültürel gelişim hareketleri içinde, ede­biyat, hep ön plânda gelen bir rol oy­namıştır; fikir hareketlerinin ilk safla­rında yer alan yazarlar, yeni akımların sözcüleri olmuşlardır. Türkiye için de doğrudur bu. Türkiye’de, ülkenin sos­yal ve kültürel gelişmesinde bir rol oy­namış yazarlar arasında, Namık Kemal, en önemli kişi olarak görülmüştür; mo­dern Türk edebiyatının babası diye ba­kılır ona. Namık Kemal, Avrupa’dan gelen türleri ilk kez uygulayan ve bir edebî yenilik gereksinmesi duyan insan olsa da, içinde doğduğu manevî dünya­ya derinden derine bağlı kaldı yine de; yani, Osmanlı yurduna sadakatini sür­dürdü hep. Manevî bakımdan kendisi­ni sufî tarikatlar dünyasına bağlayan göbek bağını hiçbir zaman koparmadı; tarikatlar arasında en çok Türk olanı­na, kaynaklarını halk tabakalarından, Türkiye’nin Anadolu’ya girişlerinin ilk yüzyıllarından alan Bektaşîliğe bağlılı­ğını özellikle belirtmeli.

Sufîliğe doğru eğilimler, ailesinde da­ha önceden vardı. Gerçekten, Namık Kemal, bir Bektaşi ailede dünyaya gel­di.(1) Bektaşîliğini, büyük bir olasılıkla ailesine, ana tarafından borçlu; çünkü, Namık Kemal, hayatının ilk 19 yılını -böylece yetişme dönemini- annesininbabası Abdûllâtif Paşa’nın yanında ge­çirdi. Abdûllâtif Paşa, valiydi. Namık Kemal’in soylu, ama varını-yoğunu yi­tirmiş bir aileden olan babası Mustafa Âsim Bey, kayınpederine bağımlı bir halde yaşıyordu.(2) Böylece, genç Na­mık Kemal’in eğitimini yönlendiren Ab­dûllâtif Paşa olmuştur. Namık Kemal, ilk şiir deneyimlerini bu dönemde yap­tı. Abdûllâtif Paşa’nın yönetiminde Farsça ve Arapça öğrendi ve Osmanlı tarihi ile tanıştı. Bundan şu sonuca va­rabiliriz: Kemal, genç yaşından başla­yarak entelektüel gelişmesine damgasını vurmuş olan Bektaşi etkisini ailesinde ana tarafına borçludur.

1885’te, Namık Kemal henüz 15 ya­şındayken, Abdûllâtif Paşa, Kars’tan sonra Sofya’ya kaymakam tâyin edil­di. Namık Kemal, ilk şiir denemelerine işte bu Sofya’da başladı. Gençliğinin şi­ir defterlerinde, Klasik İran ve Arap ya­zarlarının etkisinde yazılmış gazeller ve nazireler bulunuyor; bunlar arasında, özellikle hayli çok sayıda Kerbelâ mer­siyesi, yani Kerbelâ şehitlerine dökülen gözyaşlarını dile getiren şiirler de var. Bu bir şiir türüdür ki, İran edebiyatın­da pek gelişmiştir; ancak, Türk edebi­yatı da ondan geri kalmış değildir; nitekim, en güzel Kerbelâ mersiyeleri Fuzulî’nindir, onun şaheserlerinden biri olan Hadikatüssuada (Mutluluğa Er­mişlerin Bahçesi), haksız ve zalimce öl­dürülmüş Kerbelâ şehitlerine duyulan acıları dile getirir. Kerbelâ mersiyeleri­nin dışında, Namık Kemal’in şiir def­terlerinde, Ali aşkıyla dolup taşan mıs­ralar görülüyor: Örneğin, Şahımdır Ali; ayrıca Eşref Paşa’nın Aleviyiz diye baş­layan bir gazeline nazire.(3)

Liberal, hoşgörürcü ve herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar karşısında bağımsız düşünceleriyle tanınmış olan Bektaşi tarikatı, ezilmişleri desteklemesi dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nda entelektüel yaşamı etkilemiştir; ve bu destek, şiir ve müzik olarak, sanat­sal biçimlerde kendini göstermiştir. Bu ezilmişler topluluğunun, her şeyden ön­ce mistik ve dinsel bir niteliği vardı; çünkü bu topluluk, vaktiyle Kerbelâ ovasında katledilmiş olan şehitlere dö­külen gözyaşlarından doğmuştu; ancak, daha sonraları, bu dinsel hak davası si­yasal bir renk kazandı ve şehitler, her türden adaletsizlik ve baskıyla karşıla­şan herkes için bir simge haline geldi.

Namık Kemal, böylece, çocukluğun­dan başlayarak, bu düşüncelere hazır­lanmıştı. Avrupa’nın etkisi altında ta­nımayı öğrendiği liberal, hoşgörürlükçü, çeşitli ırk ve sosyal sınıflar arasın­da eşitliği dile getiren ülküler, böylece onda yalnız uygun değil, aynı zaman­da daha önceden iyice hazırlanmış bir zemin buldu.

Öte yandan, Bektaşiler, 1826’dan be­ri gizliliğe itildikleri için, Masonlar nezdinde bir destek buldular. Masonlarla aynı ülküyü paylaşıyorlardı: Yani libe­ralizm, hoşgörürlük, herkesçe benim­senmiş töre ve inançlar karşısında ba­ğımsızlık (non-conformisme) ve ruhba­na karşı oluş.(4)

Bektaşi tarikatı, öteki Türk tarikat­ları içinde, halka en yakın olanıydı; çünkü, mensuplarının büyük çoğunlu­ğu, okur-yazarlığı olmayan halk kitle­lerinden geliyordu. Aynı zamanda, bü­tün tarikatlar içinde en fazla “ Türk” olanıydı; çünkü, törenleri sırasında yal­nız Türkçe kullanılıyordu, öte yandan, pek zengin şiiri, müziği ve şarkılarıyla, kültürel yaşama da katılıyordu özellik­le. Bektaşi edebiyatı, halk edebiyatının önemli bir dalını oluşturur ve bu yanıy­la da, Türk edebiyatının yenileşmesin­de büyük rol oynamıştır. İnanışlarının hak mezhep dışı (hétérodoxe) bir nite­lik taşımasından dolayı koğuşturulup zulme uğrayan Bektaşiler, bunun da et­kisiyle, temelde liberal düşüncelere yat­kın idiler. Kentsel merkezlerin Bektaşi tekkelerinin, bu öncü düşünceleri, mü­zikte, şarkıda ve şiirdeki kültürel zenginliklerinden dolayı, mensupları ara­sında liberal aydınlar vardı; bu aydın­lar, Osmanlı reform hareketlerinde, Masonluğun Avrupa’da aydınlıklar yüzyılında oynadığı role benzer bir rol oynadılar.(5)

Masonluk, Türkiye’de XVIII. yüzyıl­dan başlayarak, Avrupa’da ortaya çıkışından pek az sonra biliniyordu; ha­reket, özellikle Mustafa Reşit Paşa dö­neminde önem kazanır. Fransa’da bir­çok kez elçi olarak görev yapmış olan Mustafa Reşit Paşa, İngiltere’de, yakın dostu ve daha sonra Bâbıâli nezdinde elçi olacak olan Lord Stratford Can­ning ile beraber Mason olmuştu.

Kırım Savaşı sıralarında, Masonluk Türkiye’de genişleyip yaygınlaştı. İngi­liz ve Fransız localarının arttığını görü­yoruz. İstanbul masonları, bir Fransız locası kurmak için, Fransa Maşrık-ı Âzâm’ı (Büyük Doğu/Grand Orient) ile temas kurarlar; loca, bu kuruluşa bağ­lı olacaktı. Böylece, 1858’de Boğaziçi Yıldızı doğar; arkasından da, 23 Mart 1863’te Doğu Birliği. 1865’te bu loca, kapılarını Müslümanlara da açar ve Türkçe toplantılar yapar. Üyeleri ara­sında, siyasal ve dinsel birinci derece­de şahsiyetler görüyoruz; seçkin Os­manlı aydınları, bu locada alabildiğine temsil edilmektedir.(6)

Namık Kemal

Bektaşilerin Masonlukla yakınlık kurmaları da -bir olasılıkla- bu sıralar­dadır; ancak, bu konuda eğilim, bu ta­rihten çok daha önce, kuşkusuz 1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra başlamış görünüyor; ya da bu eğilim -belki- da­ha da önce, Bektaşiler koğuşturulup zulme uğradıkları ve kendilerine kapı­larını açacak bir ocak bekledikleri günlerde başlamıştır. Üyeleri, entelektüel ve liberal seçkinler arasından gelen Bekta­şilik, Osmanlı İmparatorluğu’nda, vak­tiyle Masonluğun XVIII. yüzyılda Av­rupa’da oynadığı role benzer bir rol oynamıştır. Ancak, burada sözkonusu olan Bektaşiler, doğaldır ki, kentlerdeki Bektaşiler olup, köylerde Alevî adıyla anılan Bektaşiler değildir. Her iki grup arasında, gitgide derinleşecek ve kayna­ğı da sosyal olan bir bölünme olacaktır.

1867’den 1869’a kadar, Müslüman­ların, gitgide artan sayıda Doğu Birliği’ne girdiğini görüyoruz; o sıralarda lo­ca başkanı üstad Louis Amiable’dır ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa tara­fından da desteklenmektedir.(7)

Bir baş­ka Mısırlı prens, Mustafa Fazıl Paşa’nın akrabası Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Âl-i Osmanî adıyla Osmanlı locasını kurdu; bu loca, Maşrık-ı Âzâm’a bağ­lıydı. Prens Mustafa Fazıl Paşa, Doğu Birliği’ni terkederek Şûrâ-yı Âl-i Osmani’ye girdi ve arkasından da önemli sa­yıda Mısırlı bir üye grubunu sürükledi. Prens Said Halim Paşa, bu locanın bi­rinci başkanı oldu ve aynı locada, Mus­tafa Fazıl Paşa da önde gelen bir rol oy­nadı.(8)

Öte yandan, Mustafa Fazıl Pa­şa, Namık Kemal’e pek bağlıydı ve ona Avrupa’da bulunduğu sırada yardım et­mişti.

Bununla beraber, Namık Kemal’e, bu locada değil, I Proodos (ilerleme)adını taşıyan bir Yunan locasında rast­lıyoruz. Bu Yunan locası, Maşrık-ı Âzâm’ın Yüksek Kurulunun verdiği yetki sayesinde, 28 Ocak 1868’de İstan­bul’da kurulmuştu. Birinci başkanı Ale­xandre İsınyrides oldu; ancak, 31 Ara­lık 1870’te başkanlık Cleanthi Scalieri’ye geçti ve onun zamanındadır ki, loca büyük bir gelişme içine girdi. Çoğu Yu­nanlı olan Hıristiyanların yanı sıra, sa­rayda ve devlette büyük makam sahibi pek önemli Müslüman şahsiyetler de görüyoruz bu locada. Locanın yerleş­mesine göz kulak olan Louis Amiable gibi, Cleanthi Scalieri de, imparatorluk­ta çeşitli milletlerin aynı çatı altında kardeşçe bir arada yaşamalarından ya­naydı; Doğu Birliği’nde olduğu gibi, toplantılara Türkçeyi o da soktu. 1872 Ekim’inde, bu locada, 19’u Türk olan 68 üye bulunuyordu. Bu Türkler ara­sında okuduğumuz bir ad da şu: “Ke­mal, Mehmed Namık, edebiyatçı.” (9)

Ne var ki, 20 Ekim 1872’de, bu lis­teye, pek önemli bir yeni üye eklenir: Sultan Abdülmecid’in büyük oğlu Prens Murat’tır bu ve Louis Amiable’ın evinde, alabildiğine gizlilik içinde masonluğa girmiştir. Aynı yılın 8 Ara­lık toplantısında, Prens 2 ve 3’üncü sembolik dereceleri aldı. Kısa bir süre sonra, kardeşleri Nureddin ve Kemalettin Efendiler de bu locaya kabul edil­diler.

Prens Murad’ın, Scalieri ile dostluk ilişkileri vardı. Üye olduğu içindir ki, 1876’da, V. Murat, akıl hastalığı gerek­çesiyle tahttan uzaklaştırılıp da II. Abdülhamit mutlakiyetini kurmaya başla­dığında, bu dostluk ilişkisi Scalieri’nin düşüşüne yol açtı. Masonluk gibi libe­ral bir kuruluşa bağlı olmak, otoriter ve otokrat bir rejimde, hem tahttan düşen sultan, hem de Cleanthi Scalieri, hem de her ikisiyle dostluk ilişkisi olan Namık Kemal için tehlikeli bulunuyor­du.

Prens Murat

Masonluğa girdiği aynı yıl, Prens Murat, Namık Kemal’in girişimi üzerine, Midhat Paşa’yla temas kurdu. Prens, böylece locadaki üyeler arasın­da en samimi yardımcılarından kimi in­sanları buluyordu. Daha sonra, Abdülhamid, Murad’ı, Scalieri ve onun, ara­larında Namık Kemal’in de bulunduğu yakın arkadaşlarıyla birlikte hüküme­te karşı komplo kurmakla itham ede­cektir.(10)

Prens Said Halim Paşa

Masonluğun güttüğü ülkü, insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde tanımla­nandı: Yani, ırkı ya da dini ne olursa olsun, bütün insanların özgürlüğü ve hukuk bakımından eşitliği. Mason lo­caları, bu hakların korunmasına çalışı­yor ve imparatorluğun çeşitli milletleri arasında anlaşmanın sürdürülmesine gayret ediyorlardı. İşte, I Proodos’un 28 Mart 1868’de kuruluş toplantısı tu­tanağının bize öğrettiği; o tutanakta şöyle deniyor:

“Bâtıl itikatlarla müca­dele, sayısal ve dinsel görüş farklılıkla­rından doğan kinlerin yatıştırılması, in­sanları kardeşliğin çözülmez bağlarıy­la birleştirmek; önerdiğimiz amaç budur.” (11)

Namık Kemal’in, uğrunda bütün ya­şamını feda ettiği özlem ve ülkülere öy­lesine uygun bir amaç taşıyan bir hare­kete katılmasında, şaşılacak bir şey yoktur.

Bununla beraber, şu noktayı sapta­mak da ilginç: Namık Kemal, masonluğa hiç kuşkusuz Avrupa’da bulundu­ğu sırada girmişti; ancak, bir Fransız lo­cası değil, Maşrık-ı Âzâm’a bağlı bir Yunan locası idi bu. Göze ilk çarpan nokta da şu: İngiliz masonluğuna gir­miş Mustafa Reşit Paşa, Midhat Paşa ya da Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi ün­lü Türk masonlarının tersine, Namık Kemal Fransız Maşrık-ı Âzâm’ına bağlı bir locaya girdi. Bu bizi şu varsayıma götürüyor: Namık Kemal, Fransa’da bulunduğu sırada masonluğa girmiş ol­malı.(12)

Dikkati çeken bir ikinci nokta da şu: Namık Kemal, İstanbul’a döndükten sonra, bir Yunan locasında yeniden gözüküyor. Belki, Cleanthi Scalieri ile olan dostluk ilişkileri, bunda rol oyna­mıştır; bununla beraber, bu seçim, Na­mık Kemal’in düşüncelerine uygun görünüyor. Gerçekten, Batı’ya olan hay­ranlığına ve Osmanlı İmparatorluğu’nu modernleştirmeye çalışanlara sağla­dığı desteğe rağmen, şunun farkınday­dı: Batı’nın girişi, imparatorluğu Avru­pa’ya bağımlı bir devlet haline düşüre­cekti. İlerleme ve reform arzusuna rağ­men, Namık Kemal, bir bütün olarak Osmanlı yurduna derinden derine bağ­lı idi. Ülküsü, bir modern devletti; ama bu devlet, islâm gelenekleri içinde olumlu ne varsa koruyacaktı; Doğulu kalacaktı bu devlet; Müslümanları ol­duğu kadar Hıristiyanları da içine alan bir Osmanlı yurdu olacaktı ve bütün bunlardan dolayı, istilacı Batı’ya karşı bir denge sağlayabilecekti.(13)

Böylece, eğitiminin bir parçası olan dinsel ve sufî temel, Namık Kemal’in bütün yaşamı boyunca kendini hisset­tirmiştir. Gençlik mısralarında dile ge­tirdiği ilk Bektaşi heyecanları, ruhunun derinliğinde, atalarının dinine kendini hep bağlı yapıp çıkmıştır. Namık Ke­mal’in ülküsü, Bektaşi geleneğinin öğ­rettiği hemcinsine sevgi, hoşgörü ve gö­nül yüceliği idi; ilerleme ve modernizm arzusuna rağmen, kökenine hep bağlı kaldı o.


Bu makale, “Türkiye Aydınla­rıyla Dayanışma Girişimi”nin, Namık Kemal’­in 100. ölüm yıldönümü vesilesiyle, 15-16 Nisan 1988’de, Mainz’da düzenlediği kollogyuma teb­liği olarak sunulmuştur.


1 Bkz. Şerif Mardin, The Genesis o f Young Ot­toman Thought-A Study in the Modernisation of Turkish Political ldeas, (Princeton: Prince­ton University Press, 1962), s.285-288.

2 Sultan 11. Abdülhamit’in zamanında, sarayda bir ara müneccimbaşı olan Mustafa Âsim Bey (ölümü 1900), 1733’te, geleceğin Nadir Şah’ına karşı bir savaşta vurulan veziriâzâm Topal Os­man Paşa’dan geliyor. Babası Şemseddin Bey (ölümü 1825), III. Selim’in başmabeyincisi idi ve bu sultan tahttan indirildiğinde, mallarına el- konulmuştu. Bkz. tslâm Ansiklopedisi’nieÖmer Faruk Akün’ün “ Namık Kemal” adlı ma­kalesi.

3 Bkz. Şerif Mardin, a.g.e., s.285, not 7; İslâm Ansiklopedisi, “Namık Kemal” , s.55-56, 65.

4 Bkz. Irène Mélikoff, “ L’Ordre des Bektachis après 1826,” Turcica, tome XV, 1983, s.155-178.

5 Bkz. E.E. Ramsaur, The Young Turks, Prélu­dé to the Révolution of 1908, Beirut 1965,1. bs. (Princeton: Princeton University Press, 1956), s.109-113.

6 Bkz. Paul Dumont, “ La Turquie dans les Arc­hives du Grand Orient de France: Les Loges Ma­çonniques d’Obédience Française à Istanbul du milieu du XIXtmc Siècle à la veille de la Premi­ère Guerre Mondiale,” Economice et Sociétédans ¡’Empire Ottoman (Colloques Internatio­naux du CNRS) adlı eserde, Paris 1983, s.171-201.

7 Bkz. Paul Dumont, a.g.e., s.178-183.

8 Bkz. Meydan Larousse, Hayrullah örs ile Reyan Erben’in yazdıkları “Masonluk” makalesi, s.435.

9 Bkz. Constantin Svolopoulos, “ L’lnitation de Mourad V à la Franc-Maçonnerie par Cl. Scali- eri: aux origines du mouvement libéral en Tur­quie,” Balkan Studies içinde, Vol. 21, n.2, 1980, s.441-457. Ayrıca bkz. Paul Dumont, a.g.e., s.188-194.

10 Bkz. Constantin Svolopoulos, a.g.e.

11 Paul Dumont, a.g.e., s.189.

12 Türkiye’yi 17 Mayıs 1867’de terkeden Namık Kemal, İstanbul’a 24 Kasım 1870’de dönmüştü.

13 Bkz. Dimitri Kitsikis, L ‘Empire Ottoman (Pa­ris: P.U.F., 1985) Coll. Que sais-je?., s.116-117


İRENE MELİKOFF