Nadir 9 Fotoğraf ve Belge İle Atatürk’ün Tekirdağ Gezisi
1-Gazi Mustafa Kemal Paşa Harf Trakya’da nasıl uygulandığını görmek amacıyla 23 Ağustos 1928’de Ertuğrul Yatı ile Tekirdağ’a gitti. Fotoğraf Tekirdağ ziyaret ettiği gün çekilmiştir.

2-Atatürk ve yakın dostlarının Tekirdağ ziyareti sırasında çekilen fotoğrafları.

3-Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ’da, beraberindekilerle, 23 Ağustos 1928.
4-Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ’da Şükrü Kaya ile, 23 Ağustos 1928.
5-Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü Tekirdağlıların karşılayışı, 23 Ağustos 1928.
6-Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ’da halk arasında, 23 Ağustos 1928.
7-Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Tekirdağ Gezisi Milliyet gazetesinde, 24 Ağustos 1928.

8-Gazi; “Hocam, bu harflerin şeddesi meddesi yoktur!..”

Eğitimci Raşid Bener’in Tekirdağ’da Atatürk’e ait anısını kızı Bilge Bener aktarıyor:
“Salondan ayrıldıktan sonra, Tekirdağ halkının heyecanlı tezahüratı arasında ağır ağır yürüyerek yollardan geçtiler. Bir aralık eczacı Ekrem Bey’in eczanesi önünde durdular. Birisini arıyormuş gibi gözlerini kalabalık üzerinde gezdirdi. Sonra duvar kenarında durmakta olan sarıklı ve cübbeli bir hoca efendiyi:
– Hocaefendi, hocaefendi…
Diye çağırdılar. Ve birlikte eczaneye girdiler. İçerisini dolduran kalabalık arasında ben de bulunuyordum. Atatürk bir kağıt alarak hocaefendiye uzattı.
– Hocam, yaz bakalım: Vettıni vezeytuni ve turi sinin ve hazel beledil emin.
Hocaefendi geniş bir nefes alarak bu ayeti celileyi kemali itina ile ve tabii eski harflerle yazdı. Atatürk yazıya bir göz attıktan sonra:
– Hocam, dedi. Ben bu yazdıklarını (Valtin valziton) diye de okuyabilirim, buna ne dersin?
– Efendim, bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var. Bakınız, bunları koyduğumuz zaman aslı gibi okunur…
Atatürk, bunun üzerine kalemi eline alarak aynı ayeti Latin harfleriyle yazdı ve hocaya göstererek:
– Görüyorsun ya hocam, bu harflerin şeddesi meddesi yoktur, dedi. Hem bak bu harflerle ne kadar kolaylıkla ve yanlışsız okunuyor… İşte biz bunu düşünerek ve garp asarını da kolaylıkla öğrenmek, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersin?
Hoca derhal:
– Çok güzel efendim, çok güzel, diyecek bir şey yok. Allah muvaffak etsin.
Cevabını verdi.
Atatürk, bundan sonra yapmakta olduğu inkılabı orada da temelleştirmiş olarak eczaneden ayrıldı ve on beş yirmi dakika sonra da İstanbul’a hareket etti. Sahil boyunca bütün Tekirdağ halkı büyük liderlerini “Yaşa, var ol” nidalarıyla uğurluyorlardı.”
Bilge Bener
Lise öğretmenlerinden Raşid Bener kızı
Kayseri
Kaynak: Cumhuriyet gazetesi, 10 Kasım 1948, sayfa :5
9-Ruşen Eşref Ünaydın anlatıyor: Tekirdağ’da Gazi’nin yazı dersi.

“Yorulmuyor, usanmıyor. Henüz hiçbir zaferin gölgesinde dinlenmedi. Onun nazarında her bir muvaffakıyet yeni bir vazifenin başlangıcıdır. Muharebeler kazandı, kafi görmedi. Devlet kurdu, kafi görmedi. Cumhuriyet, kafi değil. Asrın medeni kanunu, kafi değil. Zira kanidir ki, bu merhalelerden her hangi birinde dursa tam ve kamil bir vahdeti olmak lazım gelen Türk inkılabı eksik kalacaktır. Onun için daima yürüyor. Bütün ömrü muhitine şunu tekrar ediyor:
“Yükselmeli, dokunmalı … semalara. Doymaz beşer dedikleri kuş itilâlalara”
Yatta ona baktıkça bunları düşünüyordum. Akşam Dolmabahçe’de çalıştıktan sonra “Biraz deniz havası alalım” demişti. Onca biraz hava almak bir yeni iş düşünmek veya görmektir.
Marmara’ya açılınca öğrendik: “Tekir dağı istikametine gidelim” buyurdu. Yatın telsiz telgrafını İstanbul’daki telsiz telefonla buluşturdu. Birkaç şarkı ve bir iki opera parçası arzu etti. İki üç dakika zarfında onları mesafelerin manevrasından işittikçe çok genç bir cuşişle sevindi. Fen asrının hangi hızla hangi kudretlere vardığını canından duyuyordu. “İşte bizim milletimiz bu asrın milletidir. Bu süratin mana ve faidesini benimsemiştir.” diyordu. Bir akşam sonra bu süratten çok lüzumlu bir istifadede bulundu. Seyahat intibaı neticesini bir anda bütün şehirlere ve bütün millete birden neşr etti.
Tekir dağına vardık. Bu kasabanın şöhreti çoğumuzca, şimdiye kadar, bir meyvenin çeşnisiyle bir halk türküsünün mısrasında anılır. Gazi, ilk fırka kumandanlığını burada yapmış.
O halde hissi bir ziyarete mi geldik? Tekir dağının manzaraca hiçbir hususiyeti yok… Marmara kıyılarında İstanbul’un ahşap bir semtini andırıyor. Fakat vilayetin meclis odasında tebeşir ve siyah tahta hazırlanınca maksat herkesçe anlaşılıyordu: Gazi yeni bir manevi seferberliğin ilk tecrübe adımlarını da aynı noktadan atmak istiyordu. Kendine hürmet beyan edeceklere her şeyden evvel iki saat yazı dersi verdi. Genç, istekli fakat ümmi bir odacıya bile adını yazdırdı: Haydar!.
Belediyede de aynı mevzuyu açtı. “Zabitler yurdu”nda kumandana imla yazdırdı. Zabit arkadaşlarına yeni yazıyı tavsiye etti. Sokaklarda kendini çılgınca alkışlayan halk arasındaki bir hafızı çağırttı. Rastgele bir eczanede bir yazı masasının üstüne oturdu. Hocaya Arapça yazdırdı, şuna buna okuttu. Türlü türlü telaffuz ettiler.Aynı cümleleri kendi de yeni harflerle yazdı. Bunu herkes aynı şekilde okuyordu. “Gördünüz mü hocam? Yeni harfleri öğrenin” dedi.ve yarısını hocanın, yarısını da kendinin yazmış olduğu bir kağıdı bir levha, bir timsal halinde hocaya verdi.
Hayret ve meftuniyetle görüyorduk ki, eserinin her hangi bir merhalesinde şanla dinlenmeye bin kere hak kazanmış olan bu büyük adam neden böyle uğraşıyor. Milletinin menfaatine gördüğü bir lüzumu genç Türklerin aklı selimine müracaatla kabul ettireceğine kanidir. Bunun isabetini göstermek için en az uğranılan yerlerin tozlu sokaklarında, kızgın ağustos güneşi altında terleyerek, seyyar bir köy muallimi gibi dolaşıyor. Saat on beşe geldiği halde henüz öğle yemeğini bile yememiştir.
Bu harekette büyük ve hayırlı bir maksat var. Türk milletinin istiklali henüz tamam değildir. “B” harfini başta “ﺑ” ortada “ﺒ” sonda “ﺐ” diye üç cansız şekilde öğretirlerdi. Bunları canlandırmak için üçer defa “üstün, esre, ötre” diye harekelenmeli. Fakat bu kafi mi? “بو” bu mudur, bi midir, bo mudur, bı mıdır, bü müdür bilemezdiniz.
Mesela “دون” diye bir şekil vardı. Bu “dün” de okunur, “don” da, “dön” de okunurdu.
Canım şu “كل” şekli “gel” midir, “kel” midir, “göl” müdür? Hepsi idi.
Dede Korkut’un has Türkçe mısralarının muamma imlasına bakın:
[Yüksek kara dağların
Sana yaylak olsun
Sovuk sovuk sularım
Sana içit olsun
Karşı yatan kara dağları
Senden sonra men neylerim
Yaylar olsam benim mezarım olsun]
Bu Türkçeyi okumak içi bu gün mütehassıs olmak icap ediyor. Şu halde Türk lisanı yazı itibarıyla müstakil değildi. Ona yabancı bir kuvvet hakim idi. Biz çinli kadınların ayağını küçülten demir ayakkabıları, o sunni cendereleri asırlarca müddet kendi imlamızın ve kendi telaffuzumunuz başında taşımıştık.
“Hatçe” deyip, “خديخه” yazanlar, “kapıp aldı” diye telaffuz edip, “قبوب” şeklinde yazanlar elleriyle ağızları arasındaki farkı muhakeme etmişler midir? Aynı vücudun iki uzvu arasında birbirinden müstakil iki ayrı itiad husule getirmek en aşikar bir mantık şaşılığıdır. Bu anarşiye tahammül edişimiz şaşılacak bir fedakarlıktır.
İşte Gazi Türk dilini ve Türk telaffuzunu bir anarşiden ve bir esaretten kurtarıyor. Onu asrın baş döndürücü bir hızla kolaylaşmış, ucuzlaşmış, terakki ve tekamül etmiş matbaacılığına da kavuşturuyor. Okuyup yazmak bir sınıfın aylar, hatta senelerce vakit ve emek sarf ederek elde edeceği bir imtiyaz olmaktan kurtulup bütün bir halkın malı oluyor.
Tekirdağ’ında bir defa daha gördük ki, “Gazi” yanılmaz ve mürebbisi “Gazi” olan bir millet, hiçbir imtihandan geri kalmaz.”
Ruşen Eşref [Ünaydın]
Kaynak: Milliyet gazetesi, 27 Ağustos 1928, sayfa: 2.