Atatürk, Dil Kurultayı'na katılan üyelerle birlikte

Mustafa Kemal’in Keşfettiği Bilim Adamımız: Agop Dilaçar

“Dilsiz hiçbir düşünce var olamaz. Dille düşünce arasında çözülmez bir birlik vardır. Dil bilincin ve düşüncenin araçsız gerçekliliğidir. İnsanlar konuşmasaydılar ortak çabalarını bir araya toplayamazlar ve bilgilerini saklayıp yeni kuşaklara geçire­mezlerdi. En gelişmiş hayvan bile çocuğuna hiçbir bilgi vermeden ölür. İnsanlar ise çocuklarına 20 milyon yıllık bir bilgi bırakırlar.

Demek ki insan toplumu hızlı ge­lişmesini dile borçludur. En eği­timli hayvan bile dilini kullanamadığından başka bir hayvanı eğitemez. Başkalarını eğitebilen ancak insandır. Bu yüzdendir ki insan dünyaya açılan ilk canlıdır” diyor Orhan Hançerlioğlu.

Agop Dilaçar

Dil birey için olduğu denli toplum için de yaşamsal önem taşıyor. Evrende insanı ve insanlığı özel kı­lan bu dayanak, ilerlemenin motoru olarak çalışıyor. Öte yandan insanın kendisi, başkaları ile duygu ve dü­şünce alış verişinde bulunmayı dilile sağlıyor. Dil “Bütün Dünya” der­gisinin bilgi ve sevinç pastasını da onbinlerce okura paylaştırıyor.

Atatürk’ü gelmiş geçmiş önderler arasında farklı ve anlamlı kılan özellik­lerinden biri de dile verdiği önemdi. Atatürk, 1930 yılında basılan, Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” adlı kitabı­ na şunları yazmıştır:

“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerin­dendir. Yeter ki dil bilinçle işlen­sin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığı­nı korumasını bilen Türk ulusu di­lini de yabancı dillerin boyundu­ruğundan kurtarmalıdır.”

Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma sava­şında en önde gelen neferlerden biri Agop Dilâçar’dı. 1895 yılında İstanbul’da doğan Agop Martayan, Mustafa Kemal ile Birinci Dünya Savaşı yıllarında ilk kez karşılaştı. Robert Koleji (Bu­gün Boğaziçi Üniversitesi)’ni Newyork Bilim Ödülü alarak bitirdiği hafta askere alındı. Diyarba­kır’daki 2’nci orduya oradan da Kafkas cephesine gönderildi. Cephede yaralandı. Madalya ile ödüllendirildi. Cephede Almanlar’a Türkçe öğretti. Almanlar’ın elinde bulunan Macar J. Nemeth’in “Türkische Grammatik” adlı yapıtından yararlandı. Azınlık subaylarına yönelik önlemler çerçevesinde Güney cep­hesine gönderildi. Halep’e dek ya­nında erlerle gelen Agop, buradan Mustafa Kemal’in komutasındaki 7’nci ordunun bulunduğu Şam’a gitmeye hazırlanırken üzücü bir olay yaşadı. Geceyi geçireceği, yorgunluğunu üzerinden atacağı otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı. Hintli bir al­bay Agop’la konuştu. Salçalı ye­mekleri yiyemediklerini, bunların yerine kuru gıdalar verilmesini is­tediklerini ve bu dileklerini Türkçe’ye çevirmesini istedi. Agop bu isteği yerine getirdi. Oteline geçti. Gece yarısı casusluk suçu ile gözaltına alınıp iki asker gözeti­minde birliğine, Şam’a gönderildi. Agop Dilâçar, Atatürk’le ilk kar­şılaşmalarını Hıfzı Topuz’un TRT’de yayınlanan “Her Hafta Bir Konuk” adlı programında şöyle anlattı:

”İnzibat yüzbaşısı, ‘Casus’ diye verilen raporu paşaya sundu. Paşa raporu okudu, sonra bana baktı. ‘Nasıl oldu da sen kaçma­dın?’ dedi. Ben de birdenbire kö­pürdüm, dayanamadım. ‘Kaçma­dığıma teessüf ediyorum’ dedim. ‘Ben’ dedim ‘Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte de­ğil.’ Madalyanın sarı kurdelası var­dı göğsümde. ‘Kafkas cephesin­den kaçmayan herhalde Şam so­kaklarından kaçacak değildir’ de­dim. ‘Emir buyurun süngüyü çı­karsınlar.’ Yüzbaşı bir tarafa çekil­di. Çünkü o paşa tabancasını çe­kip beni vurabilirdi. Değil bir tuğgeneral, bir binbaşı dahi vurabilir­di beni. Fakat o paşa temkinli davrandı. Düşündü. Askere emir verdi: ‘Süngüyü çıkar’ dedi. Süngü çıkarıldı. Paşa yüzbaşıyı çağırdı. ‘Nesi varsa şu masanın üzerine koy bakalım’ dedi. Oraya konan şeyler şunlardı: Tabancam, bel­gem, bir de şu gördüğünüz kitap. Bu kitabın ikinci baskısı. “Türkisc­he Grammatik” yani “Türkçe Dilbilgisi”. Ben Diyarbakır’da iken orada bir Alman nakliye taburu vardı. Oradaki subaylara Türkçe öğretiyordum bu kitaptan. Kitabı Almanya’dan kendileri getirmişler bir tane de bana ver­mişlerdi. Paşa yüzbaşıya ‘Buyrun çıkın’ dedi. Yüzbaşı çıktı. Paşa ayağa kalktı. Bana dö­nerek ‘Anlat bakalım bu iş nasıl oldu?’ dedi. Ben de olduğu gibi anlattım. ‘Sen Halep’teki seni tutuklayan paşayı kötülüyorsun ama o haklıydı’ dedi. Daha yanaştı bana. Parmağıyla do­kunarak ‘Ama seni anlıyorum. Sen gençsin.’ O zamanın deyişiyle ‘Sen yedek subaysın. Sen daha askeri kanunları okumamışsın’ demek istedi. Tutsaklarla temas etmek yasaktır’ dedi. Sonra ‘Otur bakalım’ dedi, beni oturttu. Tabancamı verdi. Belgemi verdi. Bu kitabı gözden geçirdi. İlk defa olarak Latin harf­leriyle yazılı Türkçe’yi burada gördü, Atatürk. Türkçe bugünkü harflerimiz değil ama, ona yakın harfleri. Açık­lamalar yaptık. Ondan sonra ‘Şam’ı biliyor musun?’ dedi. ‘Şam’ı Paşam, bilmiyorum’ dedim. ‘Biraz gez de gel’ dedi. Belgem ce­bimde idi. Ya­ni firar da ede­bilirdim. Çün­kü ben oraya kaydedilmiş değildim. Tam kapıdan çıkar­ken arkamı döndüm. Paşa ‘Gel bakalım senin üstün başın perişan’ dedi. Yırtık pırtık şeyler gördü arkamda. He­men kartını çıkarıp bir şeyler yaz­dı: ‘Bu mülazım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dahil ediniz.’ Ben de teşekkür ederek çıktım, tabldota gittim, orada kaldım. Bir terzi geldi, ölçümü aldı. Bir berber geldi, beni tıraş etti. Birkaç gün sonra yeniden karargâha gittim. Kumandanı aradım. Kapıyı açınca beni göldü. ‘Aaa çok yakışıklı ol­muşsun. Hâlâ kaçmadın mı?’ dedi bana. Şakalaştı. İşte o paşa Musta­fa Kemal’miş, ondan sonra da o paşa Atatürk oldu.”

Agop Dilâçar, Kurultay kürsüsünde tezini anlatırken (1937)

Mustafa Kemal, Agop ile bu ilk karşılaşma­sında onu etkileyen etkenlerden biri Agop’un yanında kitap taşıması, ikincisi de bunun Türk dili konu­sunda olmasıydı. Nitekim Atatürk, Agop’u sorgularken onunla yoğun bir Türk dili tar­tışmasına girdi. Alman subayları­na Türkçe öğret­mek için hazırla­nan bu kitabın yazarını merak etti. Agop o dö­nemin önde ge­len Türk bilimcilerinden olan ki­tabın Macar ya­zarı J. Nemeth’ı anlattı. Daha sonra kitabı bir­likte incelemeye başladılar. Türkçe sesleri belirtmede kulla­nılan harflerin kimi düzeltmeler ya­pılarak okuma yazmayı ne kadar kolaylaştıracağı ortak görüşüne var­dılar.

Kitapta Türkçe’ye ilişkin “Ka­ba” nitelendirmesine Mustafa Ke­mal önce tepki gösterdi. Agop’tan o bölümü çevirmesini istedi:

“Kaba Türkçe toplumun büyük kesiminin, halkın konuştuğu yalın Türkçe’dir. Orta Türkçe bundan daha zordur. Aydın kesim konuşur. Birçok Farsça sözcük içerir. İnce bir konuşma ve yazı dilidir. Yaban­cı dilbilgisi kurallarını almış, uzun tümcelerden kurulu yazışma dilin­den daha kolaydır. Fasih Türkçe yüksek Türkçe’dir. Dilbilgisi kural­ları dışında Türkçe öğe oldukça az­dır. Bu koşullar altında eğitilmişle­rin, iyi eğitilmiş kültürlü kesimin dilini anlamamaları doğaldır.”

Atatürk, Dil Kurultayı’na katılan üyelerle birlikte

Bunları dinleyen Mustafa Ke­mal biraz düşündü. Agop’a döne­rek “Bu ayrımlar kalkmalı, bunlar birbirine yaklaştırılmalıdır; genel dili, gazete dilini yalnız aydınlar değil köylünün, kentlinin anlaya­bileceği bir duruma getirmeliyiz” dedi. O koşullar için ülkenin ba­ğımsızlığı, bütünlüğü bile kimileri için düşken, kalkıp dilde devrim yapmaktan söz etmek söz konusu bile edilemezdi.

Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur derler ya aradan yıllar geçti. Sofya’da üniversitede Türk dili dersleri veren Agop Dilâ­çar bir yandan da çeşitli gazete ve dergilere yazılar yazıyordu. İstan­bul’da çıkan Ermenice “Arevelk” gazetesinde “Türk Yazıtlarının 1200. Yıl dönümü “ adlı yazı dizisi çıktı. Bu yazı dizisi dil devrimi ha­zırlıkları içinde olan Atatürk’ün dik­katini çekti. Türk Dili Tetkik Cemi­yeti Genel Yazmanı Ruşen Eşref Ünaydın, Agop Dilâçar’ın yazılarını Atatürk’e sundu. Atatürk yazılan okuyunca yazarı tanıdığını söyledi.

Yıllar önce Şam’da casus diye kar­şısına getirilen Ermeni yedek suba­yı anımsadı. Yazarın fotoğrafını görmek istedi. Dilâçar’ın kaynana­sının evi bulundu. Oradan sağlanan fotoğraf Atatürk’e getirildi. Sezgisinde yanılmadığını gören Atatürk, Agop Dilâçar’ı Eylül ayında topla­nacak Dil Kurutayı’na katılacak bi­lim adamları listesine yazdırdı.

Bu gelişmelerden habersiz Sofya yakınlarında bir kayak mer­kezinde tatil yapan Agop Dilâçar’a çağrı iletildi. Kurultay’a 4 gün vardı. Hemen yola çıkan Dilâçar ve eşi Meline Hanım, İstan­bul’a vardıklarında çiçeklerle kar­şılandı. Gazeteler fotoğraflarla “Agop Martayan Efendi Sirkeci Garında” başlığını attı.

Atatürk, bir gün önce Başbakanlıktan alınan İsmet İnönü ve Başbakanlığa atanan Celal Bayar ile Dil Kurultayı’nda.

Dilâçar oyalanmadan Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Yıllar sonra Mustafa Ke­mal ile yeniden karşılaşmanın heyacanı içindeydi. Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Cahit Külebi’ye o günü şöyle anlatıyor:

“Dolmabahçe Sarayı’nın giriş salonunda bekliyordum. Çok heye­canlıydım. Birden Mustafa Kemal’i gördüm. İnönü, arkadaşlan ve dil­ciler yanındaydı. Beni uzaktan tanı­dı. Arkadaşlarına “Evet, o” anlamın­da başıyla bir işaret yaptı. Merdi­venlere koştum. Ellerine sarıldım. Onaltı yıl sonra Mustafa Kemal’in karşısına çıktığımda o yurdumuzu düşmandan kurtarmış. Devletin başına geçmiş. Yeni harflerimizi kabul ettirmiş ve ulusal kültür alanında yükseltme yolunu koymuş bulunuyordu. Mustafa Kemal kendisi için geniş bir ki­taplık kurdurmuş, aydınları çevre­sinde toplamış ve ulusal eksiklikle­rimizi incelemeye koyulmuştu. Bu eksikliklerden en heyecanlı konula­rın tarih ve dil alanında bulunduğu kuşku götürmez. Hele bir devlet başkanı için bu gerçek bir kat daha heyecan vericiydi.”

Basın, Atatürk’ün özen göster­diği bu dilbilimciye ilgiliydi. “Cumhurbaşkanının huzura ka­bul ederek iltifat ettiğini” yazan “Cumhuriyet” gazetesi Dilâçar’ın görüşmeden çıkışta yaptığı açıklamayı da yayımladı:

“Dolmabahçe Sarayı’na girdi­ğim dakikadan itibaren kelimenin tam anlamıyla demokratik bir çevreye girdiğimi hissettim. Yani kendimi kendi evimde zannettim. Gazi görüşmecilerin üzerinde çok derin bir etki bırak­maktadır. Bir bilim adamı sıfatıyla diyebilirim ki Gazi Türk dilinin bütün inceliklerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.”

Atatürk, Türk Dil Kurumu üyeleriyle çalışma yaparken

Mustafa Kemal yıllar sonra gö­rüştüğü Agop Dilâçar’a hak ettiği konumu sağladı. Dilâçar, Atatürk’ün danışmanı, sözcüsü ve ya­pıtlarını düzenleyen biri oldu. Za­man zaman bu yakınlığı çekeme­yenler de oldu. Ancak Atatürk veDilâçar dostluğu bozulmadı. Dilâ­çar birgün yolda iki milletvekili ile karşılaştı. Milletvekilleri “Dün ak­şam, Atatürk tarihçileri toplamıştı, daima senden söz etti. Hiç mem­nun değil, ‘Ben bu genci bu iş için mi getirdim? Neler bekledim on­dan?’ dedi. Biz sözü başka konuya çekmek istedik, fakat O, döndü dolaştı, yine seni buldu, haberin olsun” dediler.

Dilâçar hemen bir arabaya binerek Florya’da denizevinde bulunan Mustafa Kemal’in yanına gitti. Dilâçar, Dil Kurultaylarında kurum adına okunan bildirileri hazırlıyor ve kurum adı­na okuyordu. Pencere­den dışarıyı izleyen Mus­tafa Kemal’in yanına var­dı. Mustafa Kemal “Sana bu sabah bir şey dediler mi?” diye sordu. Dilâçar “Evet” diyerek anlatılanları aktardı. Mustafa Kemal “Ben ne­ler beklerdim, fakat ne olmuş… Dün gece tezini yatak odama aldım, oku­dum, olmuş” dedi.

Dilâçar’ı etkileyen Atatürk’ün bir yönü de cephane sandıklarına kitap koymasıydı. Barışı bu kadar savunan bir asker, bütün varlığını ulusu ve ülkesine adayan bir önder olan Atatürk’ün bu özelliğini de şu sözlerle dile getiriyor:“Atatürk çok okurdu. Avrupa ve Amerika’daki büyükelçilerimiz Batı dünyasında çıkan önemli kitapları satın alarak Çankaya’ya gönderirlerdi. Yaz aylarında Ata­türk ile birlikte Ankara’dan İstanbul’a gidilirken, kitaplıkçışı Nuri ile başsofracısı İbrahim Dolmabahçe Sarayı’na götürülecek kitap­ları boş cephane sandıklarına yer­leştirir, muhafız alayı erleri de bunları arabalara taşırlardı. Kitap­ların cephane sandıklarına konul­ması derin bir heyecan uyandıran görkemli bir semboldü. Askerî sa­vaş kazanılmış şimdi bilim savaşı­na girişilmişti. Bu iki savaşın Ata­türk’ün kişiliğinde birbirleriyle kaynaşmasının sembolü işte bu sandıklardı. Atatürk bu kitapları okuduktan sonra sık sık sofrada bilim adamlarıyla birlikte bu eser­leri eleştirirdi. Bu bakımdan onun sofra söyleşileri çok kez birer bi­lim şöleni niteliği kazanırdı.”

Agop Dilaçar Türkiye’ye geldiğinde arkadaşları tarafından Haydarpaşa Tren Garı’nda karşılanmıştı.

Gece gündüz dil konusu vardı. Atatürk’ün sofrası­nın konusu da dildi. Sokrat ve Platon’un şölenlerine benzetilen bu ortama Ata­türk “Sofra, dil dersleri” adını koy­muştu. Dil konusunda yoğun tartışmaların yapıldığı anlarda yandaşla­rında duran kara tahtanın önünde ise açıklanılan hep Agop Dilâçar yaptı. Bu yüzden Soyadı Devrimi ile birlikte Atatürk ona “Dilâçar” adını verdi. Dilâçar yaşamı boyunca Ata­türk’ün yazarken kullandığı incelt­me işaretine hep özen gösterdi.

Dil çok önemli bir ko­nuydu. Atatürk bu yüzden bu konunun ele alınacağı yeri de yaşadığı alan olarak seçti. Dilâçar bunu şöyle anlatıyor:

“Biz her gün saraya gider ve o yıllarda Atatük’ün özel bir bürosu durumunda olan Türk Dil Kurumu’nda çalışır, öğlen yemeğini sa­ray sofrasında yer, çalışma saatle­rinde de ara sıra Atatürk’ü aramız­da görürdük.”

Bir pazar günü karakoldan Dilâçar’a Atatürk’ün onu acele çağır­dığı haberi verildi. Dilâçar, “Bütün Dünya”nın Mayıs 2000 sayısında yayımlanan “Garcia’ya Mektup” adlı öyküde olduğu gibi, gitti. Dolmabahçe Sarayı’nda döne­min ünlü hekim, eczacı, kimyacı ve diğer bilim dallarından kişilerin olduğunu gördü. O günü şöyle anlatıyor Dilâçar:

“Atatürk’ün sofrasında yer al­mak için bir protokol yoktu, her­kes uygun bulduğu yere otururdu. Çağrılı konuklar tamamlandıktan sonra, uzun bir masanın başında oturan Atatürk, şölene katılan bi­lim adamlarına toplantının amaç ve konu ayrıntılarını kısaca anlattı:

Batı’da kullanılan Yunanca asıllı birkaç tıp terimi…Hekim, eczacı, kimyacı, dil profesörlerini bu sorunları görüş­mek için sarayda biraraya getir­mişti. İlk iş olarak Atatürk beni ka­ratahtaya kaldırdı. ‘Haydi bakalım Dilâçar, karatahtaya‘ dedi. (Bana bir yıl önce Dilâçar adını, bu gibi durumlarda “Dil konularını açık­lar” anlamında diye vermişti.) Ve tahtaya ilk önce Fransızca’da cer­rahlık anlamına gelen ‘chirurgie’ terimini yazdırıp bunun kabul edilmiş olan etimolojisini istedi.

Ben de önce bu tıp teriminin İngi­lizce’sini, Latince’sini ve Yunanca’sındaki ana şeklini yazarak bunun çözümlemesine geçtim: Yunanca kheiros = el, ergon = iş; bütünü el­le yapılan iş; tıpta kök etimolojisi­ne göre: Hastanın gövdesinde he­kimin elle yaptığı iş. Atatürk gü­lümseyerek şöyle bir eleştiride bu­lundu: ‘Bu etimolojiden çıkan ta­nıma göre bir hekimin hastanın karnını elle yoklamasına da “chirgurgie” demek gerekiyor, ama “chirgurgie” bu değildir, cerrahi­dir, operatörlüktür, gövdeyi cerhetmek, aletle yarmak kesmek işi de vardır.’ Cerrahiyi “Elin güç ve kudretle başardığı, yararak yaptığı işler” biçiminde tanımladı.”

Agop Dilâçar, Atatürk’ün ya­bancı yayınlar konusunda da da­nışmanıydı. Atatürk çevirilerde de Dilâçar’a güvenir ve sorumluluk yüklerdi. Amerika’da yayımlanan 5 ciltlik “Kayıp Mu Kıtası” kitabını 8 günde Türkçe’leştirerek Atatürk’e sunulmasını sağladı.

Sümerbank, Etibank ve ar­dından denizcilik konu­sunda bir banka kurmak isteyen Atatürk Denizbank adının verilmesini uygun gördü. Ancak bu TBMM’de dilbilgisi kurallarına aykırı denilerek eleştirildi. Akşam sofrasının ko­nusu “Denizbank Olayı” oldu. Sa­at 10:30’a yaklaştığında Atatürk yardımcısını çağırarak yayını bi­razdan bitecek olan radyonun kapatılmamasım uzman dilcilerin radyodan konferans vereceklerini telefonla iletilmesini istedi. İlk olarak Vedit Uzgören, ardından Agop Dilâçar ve son olarak da Falih Rıfkı Atay radyoya gidip geldi. Dilâçar yolda konuşmacıla­rın gidip gelirken se­lâmlaştıklarını anla­tırken konunun can alıcı noktasını şöyle özetliyor:

“Türkçe, geniş ve zengin bir dildir. Bu kadar geniş bir dil Osmanlı grameri­nin dar kurallarına sığamaz.”

Atatürk sevdiği, güvendiği Dilâçar’a zaman zaman şakalar yapardı. Haşan Reşit Tankut birini şöyle aktarıyor:

“Atatürk hiç içki kullanmamışlarla şakalaşır, fakat ‘İçin’ diye zorlamazdı. İçkiye alış­mış olmayanların sabaha kadar tek bir kadehle idare ettikleri çoktur. Agop Dilâçar bir gün sofranın baş tarafına düşmüştü. Atatürk’e yakındı. Kadehler doldurulmaya başlandı. Zaten içki­yi az kullanan Dilâçar, kadehine rakı kor gibi su koydu. Bunun far­kına varan Atatürk de eline bir bar­dak alarak Dilâçar’ın kadehine gü­ya rakıyı sulandırmak için su kattı. Ve Dilâçar’a bakarak gülümsedi.”

Atatürk ölüm döşeğindeyken görmek istediği kişi­lerin başında Dilâçar ge­liyordu. TDK kol başkanları ile görüşmeye geldiklerinde Atatürk komadaydı. Haşan Reşit Tankut’u orada bırakarak ayrıldılar. Uyanan Atatürk acı içinde “Arka­daşlara selam. Sakın dil çalışmalarını gevşetmeyiniz” vasiyetini yaptı. Dilâçar yaşamım bu vasiyeti ye­rine getirmek için harcadı. İlk Dil Kurultayı’nın 40. yıl dönümünde anlamlı bir konuşma yaptı:

“Atatürk’ün yadırgadığı ‘fasih Türkçe’, ‘orta Türkçe’, ‘kaba Türk­çe’ ayrılığı yok olmuş. Herkes; kentlisi de, yaşlısı da, genci de ya­yımlarımızın, yazarlarımızın, gaze­telerimizin dilini anlıyor. Yararlı ve olumlu yeniliklerin arkasında hep Atatürk’ü gördüğüm gibi hele bu­gün kırkıncı yılımızda, birer birer bütün yeni sözcüklerimizin arkasın­da O’nun gölgesini görüyorum.”


Kaynak: Yaşar Öztürk – Bütün Dünya