Mustafa Kemal’e İnanmazdım!

Ben Malta’ya sürülmeden de, memleketimin kurtuluş ve selametine taalluk eden ümidim kırılmış idi. Kelimelerin neye delâlet ettiğini bilmeyen cehele ve hezele ‘ümit ve azm’ gibi lâfızlara ‘iymân’ diyorlar. 

Bizde nelere iyman olunabileceği ilmi-hâl kitaplarımızda yazılıdır. Onun dışında bir şey’e iyman edersek, dinen âsım ve hattâ nauzu billâh kâfir oluruz. Evet, benim ümidim, azmim kırılmış ve büsbütün kırılmıştı. Ümidimi, azmimi evvela Afrika çöllerinde, sonra Balkan dağlarında ve daha sonra Umumî Harbin ‘Zaifer-i nihai’ terranelerinde gömdüm. Mütarekeden sonra düşman ordusunun başkumandanı Fransız Generali Franse d’Eşpere, Fatih Sultan Mehmed’in ruhunu mecruh edecek bir debdebe ile İstanbul’a girerken, herkes onun ihtişamını seyre koştu. Annelerimizin hafızâ ve vicdanımıza nakşetmiş oldukları lisan ile neşrolunan gazeteler, bu vakayı âdi bir hadise gibi günlük havadisler sütunlarına geçiriyordu. Ve Rum ve Ermeni matbuatının şevk ve sürüm karşısında, bu sükün, bu kayıtsızlık tezat değil, imtizâç teşkil ediyordu. 

Mâraz-i beyânda süküt, ikrar ve hatta bazı yerlerde yalan söylemektir. Bari hiç yazmayaydılar. 

İşte azm ve ümidimi bir kere de o gün gömdüm. Hayatımı da büsbütün gömemedimse, kabahat ne benimdir, ne sansür me’muru yüzbaşı Aziz Hüdai Beyin. Düşman toplarının güllelerine göğüslerini açıp ta ölmeyenlere Allah acısın. Evet, azm ve ümidimi o gün de bilmem kaçıncı defa olarak gömdümse de, kalbimin dibine gömmek istediğim ızdıraplardan feveran eden tek bir ahı, bir türlü gömemedim. O âh benden bir son nefes harharası halinde çıkmıştı. 

Ben o dakikadan Afyonkarahisar cephesinin yarıldığı güne kadar yaşamıyor, mezarıma doğru sürükleniyor, çürüyordum. Size bir hadise daha nakledeyim: 

Resmî liva üniformasını giyinmiş, uzun boylu, müteharrik bir heykel gibi yakışıklı bir adam olan İstanbul muhafızı Ali Sait Paşa ve Celâl Nuri ve Velid Ebüzziya Beylerle, Sait Paşa’nın zenci hizmetçisi İslâm Ağa’dan ve benden müteşekkil esirler kafilesi, tüfeklerine süngüler takmış İngiliz efrâdından bir müfreze ortasında, güpegündüz, Arapyan Hanından Tophane rıhtımındaki istimbota naklolunurken, Bebek tramvayının arabalarındaki kan ve iyman kardeşleri başlarını, belâya sokmamak için, öte tarafa çeviriyorlardı ve bunların arasında âşinâ çehreler de görmüştüm. 

Ben Tophane rıhtımından İngiliz bandıralı Rezolişin dreytnotuna ve Rezolişin dreytnotundan Malta’daki Polverista zindanına, gönlümdeki bu yara ile gittim. ‘Zafer-i nihâi’ kelimesi sinirlerime dokunuyordu. Ortada bütün cihan bize düşman ve bize düşman olan bütün cihan karşısında yalnız Mustafa Kemal Paşa! 

Bu manzara benim kendi mantıkıma değil, alelümum beşer mantıkına ve riyaziye itimat veremiyor, itimat şöyle dursun, tereddüt ve ye’s ilka ediyordu. 

Enver Paşanın bu eski arkadaşından, doğrusunu söyleyim; ben hiçbir şey beklemiyordum. Biraz Vahhabi mezhep olmuştum: ölümden sonra ruhların dünya yüzündeki tasarrufu kesileceğini zannediyordum. Meğer Hazreti Muhammed’in hiç bir vakit ölmeyen ve daima ümmetinin üstünde şefkatle titreyen mübarek ruhu, Mustafa Kemal’e: “Yürü! Yürü ve korkma!… Hisap, mantık, riyazî fanilerin icad ettikleri kaide ve ölçülerdir. Ot bitmeyecek kadar harap olan bu yerlerden sen bir ordu fışkırtacak. Avrupa medeniyetinin çelikten kaleleri, yakıp eriten mermileri, senin askerlerinin çıplak göğüsleri üstünde kırılacak!…” diyormuş. 

Neticenin böyle, bu şekilde olacağına inanacak kaç garazsız ve tarafsız gösterilebilir!…

Hususile ben, Peygamberin o sesini ‘Polverîsta’ zindanı gibi, bir dünya cehenneminde nasıl işitebilirdim?… 


 1 Şubat 1926 Süleyman Nazif