Mustafa Kemal Ve… Edebiyat
Mustafa Kemal, kitap okumak için zaman yaratıyordu.
Mustafa Kemal deyince pek çok kişinin kafasında, onun asker ve devlet adamı kimliği öne çıkıyor. Dahası, galiba heykellerinden kaynaklanan sert bir ifade gözler önüne geliyor. Oysa o, bilime, sanata, felsefe ve edebiyata son derece düşkün bir insandı.
Mustafa Kemal edebiyata olan ilgi ve özlemini gazeteci Ahmet Emin Yalman’la konuşurken şöyle dile getirmişti:
“Askeri rüştiyesine girdiğim zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Ömer Naci, Bursa Lisesi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman ilgili oldum. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana çekici göründü. Fakat yazı hocası diye gelen bir kişi, beni şiirle uğraşmaktan uzaklaştırdı. ‘Bu uğraş yolu seni askerlikten uzaklaştırır’ dedi. Mahaza güzel yazmak hevesi bende baki kaldı… İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardım. Şiir yazmak hakkında lise hocasının öğütlediği yasağı unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi baki idi.
Ara zamanlarında yazı yazma alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor, ‘Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim’ diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk. Harbiye yıllarında siyasi düşünceler baş gösterdi. Durum hakkında henüz etkileyici bir düşünce var edemiyorduk. Sultan Hamid dönemiydi. Namık Kemal’in kitaplarını okuyorduk. İzleme sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta, yattıktan sonra okuma olanağı buluyorduk. Bu gibi yurtsever yapıtları okuyanlara karşı soruşturma açılması işlerin içinde bir berbatlık olduğunu sezdiriyordu.”
“Boş zamanlarımda, tatilde kitap okurum” diyenlerin tersine Mustafa Kemal savaşın orta yerinde yarattığı artık zamanlarda kitap okumaya çalışan biriydi. Çanakkale Savaşı’nın en çetin günlerinde onu görmeye giden Ruşen Eşref gördüklerine inanamadı:
“Masanın üzerinde Balzac’ın, Maupasant’ın, Laverdan’ın kitapları duruyordu. Kuşku yok ki, Paşa durgun dakikaların boşluğunu edebiyatla dolduruyordu.”
Yanından eksik etmediği çantalar kitaplarla doluydu. Yurt içinden, yurt dışından tek isteği kitap olurdu. Çanakkale’den, cepheden gönderdiği bir mektupta, yakın arkadaşı Madam Corinne’e şunları yazıyordu:
“Burada yaşam o kadar sakin değil, gece gündüz her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamakta… Şimdiki olaylar yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanlar okumaya ve böylece umarım ki, yaşamın hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim. Cereyan eden ve bana kısa süre içinde bitecek gibi görünmeyen olaylar beni yanınıza uğrayacak (Karargah Katibi) Hulki Efendi’ye birkaç roman adı vermenizi rica etmek zorunda bırakıyor, gidip satın alabilsin diye…”
Silah arkadaşlarından Asım Gündüz ise, o yıllarda Mustafa Kemal’in dile getirdiği görüşlerini anılarında şöyle aktarıyor:
“Altı yüz yıl önce Anadolu’da doğan Osmanlı İmparatorluğu 350 yılda Viyana kapılarına kadar ilerledi. İmparatorluğu güçlendiren manevi değerler zayıfladığı için yavaş yavaş Viyana, Belgrad, Budapeşte elden çıktı. Bir avuç Rumeli toprağına sığındık. Şimdi de elimizde kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve Avusturyalılar almak istiyor. Tarihte devrimler önce aydınların kafasında düşünce halinde doğmuş zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız dünkü ilimiz Bulgaristan’ın bir ulusal şairi vardır. Bu şair şiirleriyle Bulgarlar’ı durmadan kurtuluş hareketine ve miskinlikten silkinmeye çağırmıştır. Ulusuna ve tarihine âşık olan bu sanatçı kısa sürede kitleye egemen hale gelmiş, şiirleri halk arasında ağızdan ağıza dolaşmaya başlamıştır. Bulgarlar onun gösterdiği yolla bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Belki de bir süre sonra bizden başka vatan topraklarını isteyecekler ve alacaklardır. Sırplar’ın da iki gözü görmeyen bir ulusal şairi vardır. O da aynı yoldan yürüyerek ulusuna ulusal duyguları, bağımsızlık fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Koploviç’lerden, Sultan Murat’tan söz ederek toplumun belleğine ulusçuluk fikrini yerleştirmiştir. Onun bir şiirinde Sultan Murat’ın şu sözleri vardır:
‘Hıristiyanlara zulüm etmeyiniz. Zulüm ve baskı saltanat ve egemenliği parçalar.’
O, şiirlerinde bağımsızlık fikrini işler ve savunurken gerçekleri de gizlememek olgunluğunu göstermiştir. Yunanlılar’ın da böyle ulusal şairleri vardır. O da yıllar boyu eski Yunan uygarlığını anlatırken ulusuna güç kazandırmak, özgürlük için birlik ve beraberlik koşulunu aşılamak istemiştir.
Bütün ulusların böylesine çırpınan, ulusunu uyandırmak isteyen ulusal şairleri vardır. Başka ulusların şairleri, aydınları böyle çalışıp uluslarını uyandırırken nerede bizim düşünürlerimiz? Nerede bizim şairlerimiz? Bizim bir Namık Kemal’imiz var. O, Türk ulusunun yüzyıllardan beri beklediği sesi verdi. Ama ne şiirleri okunabiliyor ne de konuşmalarını duyabiliyoruz. Bu ulusun tarihinin bir yönünü belirten ‘Vatan ya da Silistre’ piyesini bile göstertmediler. Arkadaşlar bizlere büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde ulusumuzu yetiştirmek için subayların öğretmeni olacağız. Gittiğimiz yerlerde aydın gençlere arkadaşlık ederek onları bu yollara yönelteceğiz. Yurdumuzu ve imparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini aklımızdan çıkarmamak durumundayız.”
Çok sevdiği ve dizelerini dilinden düşürmediği bir şair de Tevfik Fikret’ti. Onunla karşılaşmamak, onun sohbetlerini dinleyememekten ötürü üzülürdü. Ölümünden sonra büyük şairin Rumelihisarı’ndaki Aşiyan’ına gidip anma törenine katıldı ve anı defterine imza attı. Atatürk kadınlar konusundaki düşüncelerini Tevfik Fikret’in bir dizesi ile özetlerdi:
“Elbet sefil olursa kadın, alçalır insanlık.”
Düşüncelerini olduğu gibi duygularını şiirle aktarmayı severdi. Okuldayken beğendiği bir kıza duygularını Tevfik Fikret’in dizlerini yazarak evlerinin kapısının altından attığı bir mektupla bildirmişti. Ölümünden önce 1938 yılında gittiği Elazığ kentinde hastalığın pençesinde kıvranırken acılarını Tevfik Fikret’in dizeleri ile dindirdi.
Elazığ türkülerini dinledikten sonra İsmail Müştak Mayokan’dan Tevfik Fikret’in şiirlerini dinledi. Mayokan sahneden inmeden önce Fikret’in Âkif’e yanıtını okudu. Mustafa Kemal güldü. Neşesi yerine geldi ve çevresindekilere “Hangi Türk şairi böyle devrimci şiirler yazmıştır?” diye sordu.
Bir gün sofrasında Tevfik Fikret’in büyük bir şair olmadığı sözü geçince hiçbir konuda haksızlığa dayanamayan Mustafa Kemal:
“O karanlıklar içinde aydınlığı gören ve halkı o aydınlığa doğru götürmeye çalışan Fikret bu çığlığı koparırken sizler nerelerdeydiniz? Niçin içinizden kimse onun gibi feryat etmedi? Ben Fikret’e yetişemedim. Onun sohbetinden yararlanamadım. Kendimi bedbaht sayarım fakat onun bütün eserlerini okudum, bir çoğu da ezberimdedir. O, hem büyük bir şair, hem de büyük insandır. Efendiler, zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkmayalım!”
Mustafa Kemal’in şiir denemeleri olduğu gibi Fransızca’dan Verlaine’den bir çeviri de yaptı. İyi bir dinleyiciydi de. Mustafa Kemal şiirin içindeki o gizli müziği keşfeden sayılı insanlardan biriydi. Hiçbir sözünü anlamadığı bir dilde de olsa bir şiiri dinlemesini severdi. Eşi Latife Hanım’dan da Türkçe, Fransızca sık sık şiir okumasını isterdi. Ona göre şairin tanımı şuydu:
“İnsanlarda birtakım ince yüksek ve asil duygular vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve asil duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir.”
Mustafa Kemal, edebiyatın her kuruluş için köklü ve etkin bir eğitim aracı olduğu gerçeğine içtenlikle inanıyordu. O, “Ben şiirde bir yaşam amacı arayanlardanım; şiiri hayal oyunu sayanlara katılamam” diyen Tevfik Fikret gibi düşünüyordu.
İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya Kurtuluş Savaşı’na katılmaya gelen ve ayaküstü de olsa kendisiyle görüşebilen Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’e, aynı görüş doğrultusunda şu öğütte bulunmuştu:
“Bazı genç şairler modern olsun diye konusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size öneririm, amaçlı şiirler yazın.”
Bu karşılaşma ve sözler Nâzım Hikmet’i çok etkiledi. O, “Kurtuluş Savaşı Destanı” adlı yapıtını işte bu etkinin sonucu olarak yazdı.
Mustafa Kemal, edebiyata verdiği önemi edebiyatçılardan esirgememiştir. Onları ayakta karşılar ve TBMM’de görev alabilmeleri için yardımcı olurdu.
TBMM’in ikinci oturumunu açarken edebiyat konusuna değindi:
“Her aşaması yurt için gelecek kuşaklar için onurlu olaylarla dolu bir yiğitlik destanını oluşturan Anadolu savaşlarının heyecan verici ayrıntılarını tarihin kalemine bırakıyorum. Fakat Arkadaşlar!, Ulus, ulusun ruh sanatı, müziği, edebiyatı ve bütün güzel sanatları bu kutsal savaşımın ilahi nağmelerini sonsuz bir vatan aşkının coşkusu ile her zaman söylemelidirler.”
Mektuplarıyla, söylev ve demeçleriyle büyük bir edebiyatçı olan Mustafa Kemal, içinde yaşattığı edebiyatçı kimliğini ülkesi ve ulusu için yapacağı öncelikli işlerden fırsat bulup öne çıkaramadı. Namık Kemal’in “Benim vatandan sonra sevgilim edebiyattır” sözündeki inanca o da sahipti. En usta kalemlerin tanımlamaya cesaret edemedikleri edebiyatı o tanımladı. Yok olmanın eşiğindeki sözlü Türk Halk Edebiyatı’nın derlenmesi ve gelecek kuşaklara aktarılmasının yolunu açtı. Herşeyden önemlisi dil devrimi ile dünya yazınıyla yarışacak bir edebiyat kuşağının doğuşunu sağladı.
Yaşar Öztürk, Bütün Dünya