Mim Kemal Öke Atatürk’ün Son Günlerini Anlatıyor
-“Suadiye’de evimde oturuyordum,” diye söze başladı. Bir telefon… Yarın saat dokuzda Saray’da bulunmaklığım lüzumunu tebliğ ediyordu. Geceyi, rahatsız bulunan Atatürk’e yapılacak bir şey mi var? üzüntüsü ile geçirdim. Uyuyamadım. Ertesi günü Atatürk’ün hastalığı hakkında Almanya’dan Fon Rihman, Viyana’dan Epinge isminde iki profesörün bulunduğu bir konsültasyon yapılacağını öğrendim. Bu konsültasyon da Neşet Ömer, Süreyya Hidayet, Nihat Reşat, Mehmet Kâmil, Sıhhiye Müsteşarı Asım, Abravaya ve ben bulunuyorduk. Akil Muhtar hasta olduğu için gelememişti. Birçok müzakere ve münakaşalardan sonra Atatürk’ün hastalığının neden ibaret olduğu hakkında Türk hekimlerinin noktai nazarı aynen kabul edildi.
Yalnız hekimlerin konsültasyonundan evvel Atatürk, evvela benimle konuşmak istediklerini tebliğ ettiler. Hemen gittim. Ellerini öptüm. Oturttular. Orada Başvekil Celal Bayar ve Şükrü Kaya vardı. Atatürk:
-“Kemal Bey,” buyurdular, “şimdi konsiltasyon yapılacak… Su almak icap ederse ne olacak? Bana evvelce yaptığın ameliyatlarda hiç bir şey hissetmemiştim. Bu da böyle olabilir mi? Barsak delinmez mi? Kanla karışmaz mı?”
Cevap olarak:
-Atam… Bu onlardan daha basittir. Hiç bir şey duymazsınız. Yine o usulle yaparız. Barsakların delinmesi, kan damarlarının yaralanarak kanama olması, usulü dairesinde yapılan bir su alma ameliyesinde varit değildir. Siz müsterih olunuz. Takdir buyuracaksınız ki bu ilk ponksiyondan sonra şayet yapılmasına ihtiyaç görülürse, ondan sonrakilerin de bu endişelerden hiç birini hissetmiyeceksıniz, dedim.
Ben hem Ata’yı duydukları endişeden kurtarmayı, hem de ondan sonra yapılacak ponksiyonlara hazırlamaya çalıştım. Atatürk, evvelce kendisine, bilemiyorum kim tarafından: “Dikkat edilmezse oradaki damarlardan biri yaralanabilir ve barsak zedelenebilir.” denilmiş olacaktı. Bu, telaşını mucip olmuştu. Benim sözlerim kendisini çok müsterih etmiş:
-“Artık bu müdahaleden çekinmiyorum..Kolaymış,” buyurdular.
Profesör Epinger’in rejim hakkındaki tavsiyesi pek iyi netice vermedi. Atatürk bundan biraz sarsıldı. Bütün tedbirler üzerinde ittihad edildi ve bunlardan sonra sırası gelince karından su alınması da kararlaştırıldı. Fakat bu tedbirler, Atatürk’ün sıhhati üzerinde salah temin edemedi. Karında gittikçe miktarı artan su, kendisini rahatsız etmeye başladı. Bir akşam yine Suadiye’de idim. Neşet Ömer, Saray’dan telefon etti:
-“Kemal Bey, yarın saat dokuzda Saray’da bulun.. Fisenjer geliyor. Suyu alırız olmaz mı” dedi.
Bu, beklediğimiz bir netice idi. Ertesi gün Saray’a gittim. Neşet Ömer ve Kalemi Mahsus Müdürü Süreyya ile, Kalemi Mahsus Müdüriyet odasında buluştuk. Atatürk’ün karaciğerinde kifayetsizlik olduğu için her hangi bir zehirli maddeye tahammül edemeyeceğini nazarı dikkate alan müdavi hekim Neşet Ömer, evvela, ponksiyonun hissi iptal edilmeksizin yapılmasına ve suyun az miktarda alınmasına taraftardı. Belki Neşet Ömer bu noktai nazarda israrda haklıydı. Fakat Atatürk’ün çok hassas olduğunu yakından bilen bir cerrahın bu işi iptalsiz temin etmesine imkan yoktu. Nitekim cilt altına yapılan en ince iğne bile ancak hissini iptalle yapılabilirdi. Bu böyle iken benim bu elem veren daha kalın bir iğneyi tecrübe edemiyeceğim aşikardı.
Fisenjer de teklifi mahzursuz gördü. Ben de esasen hazırlığımı ona göre yapmış, her türlü tertibatı almıştım. Ponksiyonu yaptım. Bu çok tabii ve hastaya bir ıztırap vermeksizin seyretti. On buçuk kilo su alındı. İstirahate derin sakin bir nefes almıya mütehassır olan Atatürk:
-“Oh.. Çok rahat ettim.”
Buyurdu.
Su, şişelerden aktarma edildikçe:
-“Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Karın içinde taşınabilir mi? İğneyi bana gösterin” buyurdular.
Hemen ince bir iğne gösterdim:
-“Aman bu kazma anestezisiz nasıl batırıldı.”
İptalsiz yapılması için telkinat yapılmış olacak ki, Atatürk:
–“Bir kaç defa enestezi yapılmadan bu yapılamazdı. Fakat bir diğeri icabederse rica ederim daha incesini intihap edelim,” buyurdular.
Su alındıktan sonra bacaklardaki şişlikler ‘ödem’ azaldı, fakat karın ertesi günü tekrar şişmeye başladı. Neşesi biraz azalmış ve bu şişmeden tabii olarak memnun olmamış görünüyordu. Fakat biz kendisini bunun tabii olduğuna, bu işin ancak tedricen tabii bir hale geleceğine, sabır ve tahammül lazım geldiğine iknaa çalışıyorduk. Nitekim Fisenjer de kendilerine ilk ponksiyonların on gün fasılalarla yapılmak suretiyle fasılaların yavaş yavaş uzatılacağını arz etmişti.
Şişlik yavaş yavaş ve on altıncı günü eski ıstırapları verecek dereceye gelmişti. Tekrar ertesi günü su almaya karar vermiştik. Biz bir gün evvelinden her şeyi hazırlamıştık. Öğle üzeri bizi emretti. Huzurlarına gittik.
-“Ben çok muzdaribim, hemen suyu alın,” buyurdular.
Neşet Ömer:
“Efendimiz yarın yapılacak, her şey hazırlanıyor,” dedi.
Atatürk:
“-Bugünle yarın arasında ne fark var? Hemen yapınız,” buyurdu.
Bu ısrarı üzerine biz de hemen ponksiyonu yine anestezi altında yaptık. Aynı miktarda su çıkarıldı. Kendisi mütemadiyen:
–“Hepsini alın.. Hiç kalmasın. Vaziyetimi değiştirin de orada burada kalanlar da alınsın,” buyurdular.
İkinci su alma da Ata’yı çok rahat ettirdi:
-“Oh… Ne kadar rahat ettim. Bir sigara verin içeyim,” buyurdular. Bir de kahve içtiler.
Atatürk’ün velev kısa bir zaman içinde olsa istirahatine şahit olmak hepimizin içinde bir neşe uyandırıyor, biz de onun kadar seviniyorduk. Çünkü, muztarip insanlar ümit ve cesaret veren, onların refah ve saadeti için yorulan, bazen manevi ızdıraplar çeken Ata’nın bir kaç dakika veya saat için olsun sıhhatini görmek bizi bir an için teselli ediyordu.
Bu su almaların kendisine mahsus arıza ve tehlikeleri vardı. Onun için nabız ve tansiyon daima Neşet Ömer, Nihat Reşat tarafından kontrol edilirdi. Ponksiyonlar ne tansiyonda, ne de nabızda en ufak bir tahavvül göstermedi. Gayet tabii seyretti. Bundan çok memnun oluyordum.
(Mim Kemal’i nefes almadan dinliyordum. Acı, feci hakikat bir rüya kasırgası gibi önümüzden geçmiş, Ata’mızın fani vücudu ebediyete göçmüştü. Fakat bunu hiç düşünmüyordum. Muhterem Profesörün anlattığı bu kalbime birer ok gibi saplanan sözlerin sonunda “Bir gün son iğneyi yaptık, bir kaç dakika sonra Atatürk derin rüyasından uyandı. Gerindi ve enerji saçan gözlerini bütün kudretiyle açarak bizlere gülümsedi.” Demesini bekledim. Mim Kemal’in bir dakika sükutü içine sığdırabildiğim bu hülyalarım çok sürmedi. Devam ediyordu)
-Bir gün, (dedi), muayenehanemde hastalarımla meşguldüm. Telefon… Neşet Ömer:
“Ufak bir arıza oldu. Kan durdurucu ilaçları alarak Saray’a gel…”
Diyordu.
Telaşla bu ilâçları eczahaneden yaptırarak Saray’a koştum.
Diş protezi diş etinde bir et kabarıklığı yapmış, dişçi arkadaşımız hastalığın esasını ve bu hastalıkta kan durmasının müşkülatını bilmediği için bu kabarık eti kesmiş veya koparmış. Müthiş bir kanama olmuş. Dişçi korkmuş. Benim hemen getirilmekliğimi söylemiş. Bir taraftan da yapılması icabeden tedbirini tatbik etmeyi unutmamış, kan durmuş.
-Bir gün, (dedi), Atatürk geceyi ihtilâç içinde geçirmişti. Biz ertesi günü gördüğümüz vakit:
-“Ben dün gece büsbütün başka bir adam olmuştum, değişmiştim.. Bu neydi? Ne tuhaf.. Ben asıl dün gece hastaydım.” buyurdu.
Bu, karaciğer kifayetsizliğinin hafif geçen bir tezahürü idi. Bu da geçti. Fakat Atatürk, alınan bütün hekim tedbirleriyle hayatı uzatılan bir hasta idi. Günden güne eriyor. Hattâ bu erime her gün kendisiyle temasta bulunan etrafının, hekimlerin de gözlerine çarpacak kadar barizdi. Koca bir enerji sönüyor, ordusunu zaferden zafere götüren azimkâr büyük kumandan, kılıcıyla ateşin hitabeleriyle millete enerji saçan koca bir insan eriyor. Kapıda bekleyen ölüm ona her dakika yaklaşıyordu. O, yine metindi. Öleceğini hissetmiş olabilir, fakat etrafına kat’iyen hissettirmemişti. O daima Ankara’ya gideceğinden, epeydir millete görünmediğinden, görünmek ihtiyacını duyduğundan bahsederdi. Nitekim ölümüne çok yakın bir zamana kadar Cumhuriyetin 15 inci yıl dönümüne hazırlanmaktaydı.
İlk ponsiyondan 5-6 gün sonra Ankara’ya gidebileceğini ve 100 metre yürüyebileceğini ona vaadeden Fisenjer’in sözlerini dikkatle hazırlıyordu. Fakat zaman geçtikçe gitmek için kudret ve kuvvet azalıyordu. Hekimce bu arzularını yerine getirmeye imkân yoktu. Fakat bazı manevi tesirlerin hastalığın seyri üzerine fena tesir edeceğini düşünen hekimler, gitmesine mani olmak mesuliyetini üzerine almak istemiyorlardı.
Hükümetçe gitmesine ihtiyaç varsa ve kendileri de bunda musır iseler, hekimlerin muvaffakiyetlerinin tabii olduğu alâkadarlara arzedildi.
Ankara seyahati düşünülürken ikinci bir kriz daha yetişti. Ata, çok şiddetli ihtilâç içinde, kısmen etrafını tanımayacak bir haldeydi. Ben Suadiye’de idim. Telefonla hemen Saraya gelmem bildirildi. Kadıköy’e gönderilen İstanbul motörü ile doğru Saray’a gittim. Atatürk oturmuş, mütemadiyen bağırıyor ihtilaçlar gösteriyor.
-“Bırak, bırak,” diyor. Yatırılmasına şiddetle muhalefet ediyordu.
Neşet Ömer’le birlikte hemen oturduğu vaziyette göğsüne serum şırıngaları yaptık.
-“Bırak bırak, çabuk,” kelimelerini mütemadiyen tekrar ediyorlardı. Zorla yatırdık.
Ondan sonra işin daha ciddileştiğini, karaciğer kifayetsizliğinin tehlikeli ihtilâtlarından olan komaya girmek üzere olduğu icabedenlere bildirildi.
Tevfik Rüştü’nün bir konsültasyon yapılmasının vaziyet icabı doğru olacağını söylemesi üzerine hemen Süreyya Hidayet, Akil Muhtar, Abravaya, Hayrullah, Mehmet Kamil davet edildiler. Yapılan istişarede siyah kan damarına serum glikoze ve diğer bazı ilaçlar şırınga edilmesi kararlaştırıldı.
Bu koma krizi esnasında Atatürk mütemadiyen;
-“Aman dil” veya “değil efendiler, aman Yarabbi…”gibi kelime ve eksik cümleler tekrarlıyordu. Ara sıra kaşıkla su veriyorduk. Ağzında soğuttuktan sonra yutuyordu. Pek seyrek gözlerini açıyor, kapıyor… Ve son zamanlara doğru da:
-Su ister misiniz? Sualine başiyle veya kaşı ile müspet veya menfi cevap veriyordu. Bu nöbet 3 gün sürdü.
Sabah saat 6’da Hayrullah, ben ve Kılıç Ali, büyük salonda oturuyorduk. Rıdvan Bey geldi:
-Efendim oturmak istiyor. Gözlerini açtı. Ne yapayım? dedi. Telaşa meydan vermemek için bunun, yalnız ben giderek nezaretim altında yapılması muvafık bulundu. Hemen koştum. Rıdvan Bey bana gelinceye kadar Ata, kendiliğinden oturmuş. Beni görünce, dikkatle baktı:
-“Tuhaf şey, bana ne oldu?” buyurdu.
Ben işimi bitirince salona evdet ettim ve bu vaziyeti tepşir ederken, Rıdvan Bey tekrar geldi:
Atatürk muhtelif tesirler altında kanamadan çok korktuğu veya korkutulduğu için benim orada bulunuşumun bu işlere münasebetini araştırmak istiyordu. Başından geçen hadisenin kendisine her hangi bir suretle söylenilmemesi kararlaştırılmıştı. Atatürk vaziyetin iç yüzünü etrafındakilerin yüzlerinden gözlerinden sözlerinden istihraç etmek istiyordu. Benim bulunuşum onun çok dikkatini celbetmiş olacak ki, sık sık:
-“Kemal Bey burada mı?” diye sorduruyordu.
Neşet Ömer’le aralarında şöyle bir muhavere geçmiş:
-“Kemal Bey burada mı yatıyor?”
-Evet…
-“Niçin?”
-Vapuru kaçırmış..
Bu cevapların hiç biri O’nun istediklerini tatmin edemiyordu. Fakat o, hakikati pekala gözlerden anlıyordu.
Bir gün istişare ile tayin edilen bir rejim, karaciğer hülasası, serum fizyolojik, serum glikoze ve diğer bazı tedbirler tatbik edilmekteydi. Ara sıra beklenilmeyen iyilik gösteriyordu. Fakat bunlarn hepsi ümit verici, aldatıcı iyiliklerdi. Atatürk gözlerimin önünde ölümün pençesinde mücadele ve kendisini müdafaa ediyordu. Ara sıra görülen salah, şiddetli bir komadan muvaffakiyetle kuruluş bu hastalığın cidden nadir kaydedilen halleridir. Nitekim Fisenjer yazdığı bir mektubunda komadan kurtulmasını harikulade bir hadise telakki ediyor ve şimdiye kadar ancak iki defa gördüğünü ilave ediyordu.
Sanki ölüm Atatürk’e kıyamıyordu. Sanki ölüm de ondan korkuyordu. Bütün hastalığın seyri esnasında kalp ve böbrekleri tabiiliğini muhafaza etti. Ata’nın mukavemeti hikmetini de orada aramak lâzımdı. Hatta kendisi bir gün:
-“Beni kalbim kurtarıyor,” buyurmuştu.
Bu defa karında su çok ağır toplandı. 32’nci günü ancak üçüncü ponksiyona mecburiyet hasıl olmuştu. Derhal hekimleri çağırıyor, kızgın ve asabi bir halde suyun hemen alınmasını emrediyordu. O gün ben Gülhane’ye derse gelmiştim. Bulunamadım:
-Kemal Bey yok, yarın alırız, diyerek ponksiyonu tehire uğraşan arkadaşlarıma kızıyor ve:
-“Mehmet Kâmil alsın…” buyurdular.
Bizzaruye yine hemen 10.5 litre su alınıyor. Bu son ponksiyondu. Ondan sonra hafif bir buhran daha geçirdiler. Fakat diğerleri gibi şiddetli ve sürekli olmadı. Hemen serum yapmak ve icabeden diğer ilaçları vermek üzere tertibat alındı. Serum yapılırken, tamamen açılmıştı. Hatta bu müdahale esnasında:
-“Ben yine uyudum galiba…” buyurdular.
Ben de:
-Hayır Atatürk… Böyle bir şey vaki olmadı, dedim.
-“Acayip, ben uyudum zannettim…” mukabelesinde bulundular.
Atatürk geceyi rahatsız geçirdiler. Ertesi gün karaciğer kifayetsizliğinin en vahim arazlarını göstermeye başladı. Bu defa geçen seferki gibi kelimeler söylemiyor, hakiki ihtilaçlar göstermekle beraber daha sakin bulunuyordu.
(Mim Kemal’e bir sual sordum: -Hiç ızdırap duydular mı? )
-Hayır, (dedi.) Hatta ilk koma esnasında Şükrü Kaya ile bir de münakaşamız oldu.
Şükrü Kaya:
-İnleyen, hareketler yapan bir insanın ızdırap duymamasına imkan olabilir mi? demişti.
Fakat o, bunu bir hekim gibi değil, bir mantık işi olarak izaha çalışıyordu. Bereket versin ki, Atatürk bize ayıldığı zaman bir şey hissetmediğini söylemekle sözlerimizi teyit etmişti. Sadece:
-“Bana ne oldu? Hiç bir şey bilmiyorum. Allah…Allah… Çok şey…”
Gibi sözler söylerdi.
Eğer koma içinde de ızdırap elem mevzuu bahsi olsaydı, O’nun başucunda en ufak bir sarsıntıdan en basit bir veciden kurtarılmasını düşünen hekimler ne kadar muztarip ve müteeilim olacaklardı.
-Perşembe günü idi. Sabahın saat 8.30’da Akil Muhtar, Mehmet Kamil, Abravaya ve ben Atatürk’ün yanında idik. Tekrar serum glikoze yapılması kararlaştırıldı. Bunu da yaptık. Derin bir huşu ve tazimle huzurunda durduğumuz Atatürk, Türk milletine veda etmek üzereydi. Mehmet Kâmil arkamda omuzlarıma dayanarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Akil Muhtar, oksijen balonuna oksijen doldurmakla meşguldü.
(Mim Kemal derin bir nefes aldı. Korkulu bir rüya görür gibi silkindi. Anlıyordum ki sözlerine devam edemiyordu.
Sonra tarihin bu en acı safhasını ağır ağır anlattı):
-O vakte kadar, (dedi), metanetini muhafaza eden Katibi Umumî Hasan Rıza da hıçkırmaktan kendini alamadı. Atatürk’ün yüzü gittikçe rengini değiştiriyor, hançerindeki hırıltı artıyordu. Artık insafsız ölüm Ata’nın hayatına son darbeyi indiriyordu. Sert bir asker baş çevirişi gibi başını birdenbire bize çevirdi. Bize bir şey ihtar ediyormuş gibi gözlerini açtı, baktı. Bu son hayat eseri. Son nefesiydi.
Atatürk 9.05’de ebediyet alemine intikal etmiş bulunuyordu.