Miili Mücadele’nin Son Fedaisi: İhsan Eryavuz

Bu biyografi, Samet Ağaoğlu’nun 1957 yılında basılan Babamın Arkadaşları isimli eserinden ve Cemal Kutay’ın Çerkez Ethem Dosyası isimli iki ciltlik kitabından faydalanılarak hazırlanmıştır.


Açık sarı saçlı, kısa boylu bir adam. Sarışın, çiğ yeşil gözlü 1877’de İstanbul, Üsküdar’da dünyaya geldi. Sıradan bir ailenin çocuğu olan İhsan Bey, mühendishaneyi bitirdikten sonra topcu subayı oldu. İttihat Terakki’nin gizli cemiyet olarak yeraltında çalıştığı zamanlarda topçu binbaşı rütbesiyle oynadığı fedailik rolüne fırkanın iktidar senelerinde de mesul kâtiplik gibi mevkilerde bulunmak suretiyle devam etti. Hayatının bu devresinde yakın arkadaşlık ettiği bir kısım insanlar onun için her daim felaket sebebi olmuştur. Bunlardan Yakup Cemil, Birinci Dünya Harbi içinde az daha İhsan Bey’i de beraberinde ölüme sürüklüyordu. Diğeri ise yakışıklılığı ve ataklığı ile meşhur Çerkez Ethem idi. Manevi ölümünün belki de hakiki âmiliydi.

Binbaşılık rütbesindeyken ordudan ayrılarak sivil hayata devam etme kararı aldı. Fakat içindeki fedailik arzusu onu bir an olsun bırakmadı. O artık arkadaşlarıyla birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından ve önde gelen isimlerindendi. Topçu Binbaşısı, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ateşkes antlaşmalarının imzalanmasının hemen arkasından Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya suikast hazırladığı iddiasıyla idama mahkûm oldu. Bir yük kayığında, pis bir kömürcü kılığı ile Anadolu’ya kaçtı. Ardından Ankara’da kurulan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en nüfuzlu azalarından oldu. İhsan Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk İstiklâl Mahkemeleri Reisi olarak görevlendirildi. Mecliste 3 dönem görev yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son Bahriye Vekili (Denizcilik Bakanı) odur. Hapse girdi, amatör balıkçı olarak senelerce boğaz sularında dolaştı. En sonunda kalbi nihayetsiz hüsranlar, ümitler, kederler, tesellilerle dolu olarak dünyayı bıraktı.

Hayatında yalnızca bir insandan vefa gördü: Karısından. Bu çok genç, insana temaşa etmek arzusunu verecek kadar güzel kadın, kocasını ikbalin en yüksek zirvesine, uçurumun en derin karanlıklarına kadar aynı canlılıkla, aynı güzellikle, aynı bağlılıkla takip etti.

Millî Mücadele yıllarında topçu binbaşısı Büyük Millet Meclisi’nin “Teceddütperverlerinin” en ileri gelenlerindendi. Birinci Grup nami altında toplanan Teсeddütperverlerin reisi Mustafa Kemal idi. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de bu grubun fikirlerini neşrediyordu. Mustafa Kemal eski İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerini inkılâpların sürekli uygulanmasında kullanmıştır. Bu isimler arasında hiç şüphesiz İhsan Bey de bulunuyordu. Millî Mücadele’nin kazanılmasında büyük rolü olan İstiklâl Mahkemeleri ikinci defa kurulmuştu. Topçu Binbaşısı, Millî Mücadele’de olduğu gibi yeniden bu mahkemelerin başkanlığına getirildi. Fakat İhsan Bey’in İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı’nda verdiği kararlar, kendisine karşı düşmanlar oluşturmaya başlamıştı.

“Sizden inkılabın korunmasını bekliyorum” diye fısıldayan sesin sahibiyle, Millî Mücadele’de İngiliz casusu Mustafa Sağir’i sehpaya çıkarmış İstiklâl Mahkemesi reisinden, korkunç bir iftira ile Ağa Han’ın casusları olarak gösterilen insanlar için de aynı kararı bekleyenler, onun bunların masumiyetini ilan eden hükmü karşısında evvela şaşırdılar. Sonra bütün husumetlerini ona çevirmekte tereddüt etmediler. Âdeta vurmak için sırasını beklediler.

Gazetecilerin beraat etmiş olmalarının ilk reaksiyonunu İhsan Eryavuz İzmir’de gördü. Mahkemeden sonra İstanbul’da masumiyetlerini ilan ettiği insanlarla beraber yemek yemiş, samimi konuşmalar yapmış, hatta daha ileri giderek onların Mustafa Kemal ile görüşmelerini istemişti. Bu davranışlar bazı siyasiler ve bu siyasilerin kontrol ettiği gazeteler tarafından ağır eleştirilere maruz kaldı.

Atatürk ve (iki) solda İhsan Eryavuz, Cumhuriyet Bayamı’nda Meclis’ten çıkarken.

Fethi Bey Kabinesi’nin kurulmasıyla beraber bir Bahriye Vekaleti’nin (Denizcilik Bakanlığı) kurulmasına karar verildiği vakit Gazi Mustafa Kemal’in aklına bu makam için gelen ilk adam o oldu. Siyasi hayata binbaşı rütbesiyle atılmıştı. Şimdi Bahriye Vekilliği koltuğunda oturuyordu. Bu askerî bir vekaletti. O halde kendisini birkaç rütbe atlayarak amiral olmuş görmekte haklıydı. Bu masum hissin tahrikiyle bir taraftan hakiki bir amiral heyecanıyla perişan donanma bakayasını biraz çeki düzen vermek için ele alırken, diğer taraftan kendisine de hakiki bir amiral edası vermeyi ihmal etmedi. Gazetelerde bahriyeli şapkası, beyaz pantolonu ve lacivert ceketiyle sık sık resmi çıkıyordu. Artık dillere destan oluyor, donanma için yaptığı en iyi şeyler bile acemi, toy hareketleri yüzünden alay mevzuu haline geliyordu. Hatta onun daire amirlerine tasavvur maksadıyla mürekkep şişelerinin kapaklarını, sıcaktan buhar olup uçmasın diye daima kapalı tutmak emrini verdiği yolunda hikâyeler anlatılıyordu.

İlk askeri şura üyeleri ve ilk toplantıları; Mareşal Fevzi Çakmak, Recep Peker, İhsan Eryavuz, Orgeneral Cevat Çobanlı, Fahrettin altay, Korgeneral İzzet Çalışlar,

İhsan Bey, Şeyh Sait İsyanı başladığı zaman, takip etmek istediği yumuşak politikanın Hükûmet Reisi’ni zayıflattığını hisseder hissetmez kabinedeki Hariciye Vekili ile beraber şiddet taraftarı oldu. Bu suretle tekrar hükûmetin başına geçeceğini sezdiği İsmet Paşa’ya yaklaşmak istiyor, çok benimsediği vekilliği emniyet altına almaya çalışıyordu. Hadiseler tahmin ettiği gibi çıktı. Fethi Bey çekilerek yerine İsmet Paşa başvekil oldu. Fethi Bey’e karşı yeni başvekili tutmuş olmakla beraber, kökleri Millî Mücadele senelerine kadar inen endişeler vardı.

Meşrutiyet’ten evvel Edirne’de Hançer ve Kur’ân üzerine gözü kapalı yeminlerle gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne aza yazılmasına rehberlik ettiği Millî Şef’le yıldızları bir türlü barışmamıştı. Fena tesadüfler onları daima karşı karşıya getiriyordu. Bursa’nın Yunanlılar tarafından alınmasına sebep olan İsmet Paşa’nın askerî hatalarını her tarafta şiddetle tenkit etmişti. Ankara İstiklâl Mahkemesi Reisi olarak Batı Cephesi Kumandanı Ali İhsan Paşa hakkındaki ithamlarını tetkik etmiş, meselenin İstiklâl Mahkemesi’ni alakadar etmediğine karar verirken, bir raporla da Mustafa Kemal Paşa’ya bu ithamların hiçbirinin doğru olmadığını bildirmişti. İhsan Bey’in Ali İhsan Paşa hakkında verdiği karar İnönü’yü bir hayli öfkelendirmişti. İstanbul gazetecilerinin beraatı bütün bu hadiselerin son halkası olmuştu.

Bahriye Vekili’nin hükûmetteki yerinin sarsılmaya başladığı rivayetleri onu gittikçe daha haşin, daha sert, daha asabi yapıyordu. Nihayet bir gün kendisine vekaletin yakında ilga edileceğini bildirdiler. Bu onun için ağır bir darbe oldu. Gerçekten hayırlı işlere başlamıştı. Donanmanın ayakta sayılan tek parçası Yavuz’u tamir ettirmek için lazım gelen bütün tedbirleri almış, zamanın Başvekili’nin, hatta bütün hükûmetin kabul ettiği firma ve şartlarla mukavele imzaya hazır hale gelmişti. Cumhuriyet donanmasının temelini ve çekirdeğini teşkil edecek Yavuz’un tamirine ait şerefi elinden kaçırmak istemedi. Bir çocuk toyluğu ile Başvekil İsmet Paşa’nın verdiği muvafakate de güvenerek vazifesinin bitmesine birkaç gün kala mukaveleyi imzaladı. Bu, kanun bakımından olmasa da siyaset bakımından büyük bir hata idi. Hele tamir işinin verildiği firmanın mümessilinin İttihat ve Terakki’nin eski tanınmış fedailerinden olduğu göz önüne alınırsa, hatanın affedilmez olduğunu kabul etmek icap eder. Bu suretle mukaveleyi imzalamaktaki acelenin Yavuz’un tamiri şerefini kazanmaktan ziyade, bir zamanlar aynı fırka içinde, aynı saflarda ve aynı vazifeleri beraberce gördüğü eski dostları himaye ve onlar vasıtasıyla menfaat temin etmek maksadına dayandığı iddiası kuvvetli bir delil buldu.

Halbuki bu eski dostları himaye ve onların eliyle menfaat sağlamak düşüncesi hiç değilse bu işte asla aklına gelmemişti. Evet, etrafında hemen herkesin iş takip ettiği, yabancı firmalara komisyonculuk yaptığı, devlete karşı bu firmaların mümessilliğini kabul ettiği, bütün bunların da bir mahzur görülmediği bir zamanda, o da bazı dostlarıyla bu çeşit işlere girmeyi tasarlamıştı. Fakat şu Havuz-Yavuz Meselesi’nde Sapancalı Hakkı’yı İhsan Bey’e tavsiye edenler başkaları, hatta arzularına emir diye itaat edeceği kişilerdi. Onlar da daha Millî Mücadele’nin ilk günlerinde Sapancalı Hakkı’nın kendilerine yaptığı para yardımlarını hatırlayarak bu eski, koyu ittihatçı fedaiye gerçekten zor bir zamanda yardım ellerini uzatmak istemişlerdi.

Başvekil İsmet İnönü ile Kastamonu mebuslarından birisi tarafından verilen ve “Havuz-Yavuz Meselesi” üzerine meclis tahkikatı açılmasını talep eden önergeyle, bu vazifeye çağırıldığı zaman korkunç kinlerin, saklandıkları pusulardan birdenbire meydana fırladıklarını gördü. Birkaç eski dostu müstesna, bütün meclis aleyhinde idi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi koridorlarında o günün en çok dedikodu yapılan konusu, Yavuz zırhlısıyla ilgili mesele idi. Bir anda gazete ve siyasetin tek konusu haline gelmişti İhsan Bey. O hayatında Mustafa Kemal’den başka kimse için o günkü kadar kendi benliğini hiçe sayan bir konuşma yapmamıştı. Başvekillik koltuğunda oturan İsmet Paşa’yı kastederek, “Şefimin ayakları altıda ölmeye hazırım!” diyordu. İnönü, topçu binbaşısının kendi ferik (Tümgeneral ile Korgeneral rütbeleri arasında bir askerî rütbe) rütbesi önünde titrediğini hissetti. Kürsüye bütün hayatının en iğneli ve en hakaretamiz nutkunu söylemek için fırladı, “Mademki ayaklarımın altında ölmeye hazırsın, öl öyle ise!”

Kendisini kurtarmak için yaptığı bütün teşebbüsler boşa çıktı. Meclis tahkikatı uzun sürmedi. Fakat Cumhuriyet tarihinin en dikkate şayan hadiselerinden biri oldu. Eski binbaşı, sabik vekil bu tahkikat esnasında, tamir işinin ihale edildiği firmaya Başvekil İsmet Paşa’nın muvafakat ettiğini, teklif ettiği iki müesseseden birinin ismini çizerek diğerini kabul ettiğini ispat eden vesikayı hatırlattığı zaman Başvekil, “Çizgi benim, mesuliyet onundur. Kim bilir bana ne yalanlar söyledi ki kabul ettim” diye siyasi mesuliyet müessesesini kökünden yıkan bir cevabı vermekte tereddüt etmedi.

Kendisini mecliste son defa şiddetle müdafaaya karar vermişti. Fakat İnönü kendisine, “Başını yem torbasına sokarak galiz tezahüratta bulunan bu adam.” şeklindeki çıkışı karşısında kudretli hasmi onun bu cesaretini meclis hitabet tarihinin belki de en kaba cümlesiyle karşılayarak kırdı. Bundan sonra korkunç, hazin, kâbuslu, hummalı bir rüya başladı. Bir akşam geç vakitte evini yüz polis birden sardı. O sırada Keçiören’in küçük meydanında geliş gidişler durduruldu. Biraz sonra bir düzine otomobil süratle Ankara’ya doğru yol aldı. Evde genç karısı ve çocuklarıyla yalnız kalmıştı. Yanlarında kimse yoktu.

İhsan Bey’in Divaniâlîde (Yüce Divan) yargılanmaya başladığının ilk günüydü. Mahkeme reisi maznunu getiriniz dediği zaman, bütün başlar soldaki kapıya çevrildi. İçeri evvela parlayan bir süngü girdi. Arkasından eski Bahriye Vekili’nin açık yeşil gözleri belirdi. İhsan Bey’in siması ıslanmıştı, yüzü avuçta buruşmuş bir kumaş parçasına benziyordu. Sesi titrek ve boğuktu.

Divaniâlî’nin önünden devletin büyüklü küçüklü siyasi ve devlet memuru olan birçok sima gelip geçti. Celseler, yalan şahadetler, haksız tefsirler, lüzumsuz izahatlarla birlikte “Cumhuriyetin şeref ve faziletinin korunmasını” hâkimlerden şiddetli bir lisanla isteyen ifadelerle dolup taştı. Nihayet karar günü geldi. O, her zamandan daha muntazam kıyafetle, yine her zamandan daha sakin yüzle yerine oturdu. Son defa isteksiz bir şekilde, mahkûmiyete hazır olduğunu söyleyerek kendini müdafaa etti.

Karar okundukça Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Heyeti’nin ve kudretli hasmının suçladığı noktaların beraat hükmüyle birer birer reddedildiğini gördü. O zaman bir an için tekrar ümitlendi. Yoksa şerefi, haysiyeti, hayatı ve hatta istikbali kurtuluyor muydu? Fakat öyle olmadı. Tahkikat Komisyonu, İhsan Beyi suçlanan konuların tamamında suçsuz gördüğü halde yargılama esnasında meydana çıkan bir mektup, Yavuz’un tamiri işiyle alakalı firmaların mektubu her şeyi değiştirmişti. Mektubun içinde Ankara’da nüfuzlu kimselere dağıtılmak üzere şu kadar yüz bin frankın gönderildiğini anlatıyordu. Mektupta “nüfuzlu kimselerden” diye bahsedilen kişinin olsa olsa Bahriye Vekili İhsan Eryavuz olabileceği yorumunda bulunuldu. Bu yorum İhsan Bey’i irtikâba teşebbüsten mahkûm ettirmeye kâfi görüldü.

İki sene, tam iki sene hapishanede hiçbir farklı muameleye tâbi tutulmadan kaldı. Diğer mahkûmlar, adi katiller, hırsızlar evvela bir devlet düşkününün yanına yaklaşmak istemediler. Sonra onun babacan bir adam olduğunu gördüler. Etrafında toplanıp ona hayat dersi verdiler. Eski vekil, bu iki senesini bir taraftan hatıralarını yazmakla diğer taraftan da durmadan okuyarak geçirdi. Cezasını çekip, hapishane arkadaşlarıyla ayrılma zamanı geldiğinde, gözlerinden, kendi arkadaşlarından çok daha fazla vefa gördüğü bu insanlar için yaşlar dökülüverdi.

Eski Bahriye Vekili artık Ankara’da kalmak istemeyip ailesini de alarak İstanbul’a taşındı. Havuz-Yavuz meselesi kendisini o kadar yıpratmıştı ki her şeyi unutmak ve bir kaçış olarak görmek için soyadını Topçu olarak değiştirdi. Artık o İhsan Topçu idi. Ankara ve siyaset artık onun için mazide kalmıştı. Hapishanede basit halk adamlarıyla oturmuş, gururun ızdıraplarından kurtulmuş, yalnızlığın sükûnetini tatmıştı. Artık bundan sonra hayatının sonuna kadar yapacağı son işine atıldı. Birçok balıkçıların, meraklıların eski bahriye vekilini görmek için etrafına toplandığı kayıkla balıkçılığa başladı. Birkaç sene içinde de boğazın sayılı amatör balıkçılarından oluverdi.

Seneler geçti ve İhsan Bey’in arkasından Ankara’dan İstanbul’a çok sayıda isim taşındı. Bir zamanlar inkılâpçılıkla dinsizliği bir tutarak kendilerinin Allah’sız olduğunu iftiharla ilan eden bu insanlar simdi ümitlerini değişik şekillerde rüyalarında görüyor, hocadan hocaya koşuyor, gece gündüz namazdan başlarını kaldırmıyordu. Bu bekleyiş sırasında İhsan Bey maziyi düşünürken bir türlü cevabını bulamadığı bir soruyla karşılaşıyordu: Gazi onu neden bırakmıştı? Neden yardım elini uzatmamıştı? Bunu düşünürken nefesi daralıyordu. Artık o eski atak ve hırçın adam gitmiş yerine daha sakin ve karşısındakini dinlemeyi tercih eden bir adam gelmişti. Hemen hemen oturduğu her insana geçmişte yaşanan hadiseleri anlatıyor, masumiyetini ispat etmeye çalışıyordu.

Bir gün gazetelerde Atatürk’ün İsmet Paşa’yı Başvekalet’ten uzaklaştırdığını okudu. Beklediği günler nihayet yaklaşıyordu. Mahkemenin, itibarını nasıl iade edeceği yönündeki imkânları araştırmaya başladı. Bir kısım avukatlar bunun ancak kanunla olabileceğini söyledi. Çünkü mahkûmiyet kararı Divaniâlîde verilmişti. Meclis’teki eski arkadaşları vasıtasıyla siyasi havanın buna müsait olup olmadığını inceledi. Ama bu mümkün görünmüyordu. Biraz daha beklemesi lazımdı. Fakat yaşı ilerliyor, kalbi günden güne yoruluyordu. Acaba o büyük güne kadar yaşayabilecek miydi?

Fakat o umutlu bekleyişle birlikte karısının ölümü onu perişan ediverdi. Aralarındaki yaş farkına, kıskançlıklarıyla en güzel günlerini zehirlemiş olmasına rağmen, yükseliş ve düşüşün bütün derecelerinde kendisine en çok destek veren ve teselli eden bu güzel kadın genç yaşta kalpten öldüğü zaman derin, simsiyah bir uçurumun içine yuvarlandığını hissetti. Onu bu karanlık uçurumdan çekip çıkaracak kimsesi kalmamıştı.

1944 senesinde memlekette Tek Parti devrinin sona ermeye başladığına dair emareler belirince tanıdığı herkesi yeni bir parti kurmak fikrinin etrafında toplanmaya teşvik etti. En fazla eski İttihat ve Terakki’nin yeniden canlandırılması düşüncesindeydi. Fakat eski ittihatçılardan kimse kalmamıştı. Geriye kalan ittihatçılar da kimseler tarafından tanınmayan üçüncü, dördüncü dereceden adamlardı.

Kalbi gittikçe zayıflıyor ve krizler sıklaşıyordu. Hastalığı gittikçe artıyordu. Günlerinin büyük bir kısmını yatakta geçirmeye başladı. Ancak birkaç dostunu görebiliyordu. Tek bir arzusu kalmıştı, o büyük hasminin, o kudretli kinin yıkıldığını görmek. Sıkışan kalbini eliyle tutarak Allah’tan biraz daha nefes, biraz daha hayat istiyordu. Bir gece son kriz üzerine kaldırıldığı hastanede derin bir uykudan sabaha karşı uyandı. Yanında kimse yoktu. Belirli belirsiz hülyalar görmeye başladı. Birden kalbinde kuvvetli, çok ızdıraplı bir ağrı hissetti. Doğrulmak, kalkmak istedi. Muvaffak olamayınca elini zile ancak uzatabildi. İçeri giren hastabakıcı onu boğazında hırıltı, gözleri duvarda bir noktaya dikilmiş, son nefesini verirken buldu.

Hasmının ona karşı yıllarca beslediği kin, İhsan Bey’in Millî Mücadele’de oynadığı çok önemli rolleri de unutturmuş, silip yok etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda neredeyse bütün cephelerde savaşmış bu meşhur Topçu Binbaşı’sının yaptıkları teker teker silinirken, geriye sadece tarihin sayfalarında Yüce Divan’da ilk yargılanan siyasetçi kimliği kaldı.


Kaynak:Kara Defter, Atatürk’ün Silah Arkadaşı İhsan Eryavuz Anlatıyor, Kamil Maman

İHSAN ERYAVUZ KİMDİR?

1877 yılında İstanbul, Üsküdar’da doğdu. Annesi Fatma Hanım, babası ise İshak Bey’dir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun’u (Topçu Harbiyesi) bitirdikten sonra topçu subayı oldu. 1910’lu yıllarda Edirne’deki İkinci Ordu’nun önemli subayları arasındaydı. Yine aynı tarihler arasında Edirne’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdu ve kâtipliğini yaptı. Osmanlı’nın son döneminde Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde üyelik yaptı. 1914 Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Cephesi Sahra Topçu Birlikleri Batarya Kumandanlığı’nı sürdürdü. Yine Birinci Dünya Savaşı’nda Onuncu Kolordu Topçu Kumandanı olarak Erzurum ve civarında Ruslara karşı savaştı. Savaşın ardından ordudan ayrılarak emekli oldu. İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sırasında Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti’nin önemli isimleri arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı’na katıldı. 1920 yılında Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1. 2. ve 3. dönemlerde Cebelibereket (Osmaniye) milletvekili olarak mecliste görev aldı. 1920 yılında ilk kez kurulan İstiklâl Mahkemelerinin kurucu başkanı oldu. 1924’ten 1928’e kadar Fethi Okyar ve İsmet İnönü hükümetlerinde Bahriye Vekili (Denizcilik Bakanı) olarak görev yaptı. Türkiye İş Bankası kuruculuğu ve yönetim kurulu üyeliğini sürdürdü. Evli ve 2 çocuk babasıydı. İhsan Eryavuz, Yavuz Zırhlısı’nın onarımı için havuz alımı sırasında bir Fransız şirketinden rüşvet aldığı iddiasıyla Yüce Divan’da yargılandı ve 1928 yılında hüküm giydi. Olay tarihe “Yavuz-Havuz Yolsuzluğu” olarak geçti; verilen karar ise, Yüce Divan’ın Cumhuriyet tarihinde verdiği ilk mahkûmiyet kararı oldu. 26 Ocak 1928 tarihinde milletvekilliği düştü. Soyadı Kanunu ile aldığı “Eryavuz” soyadını Yavuz-Havuz Yolsuzluğu Davası’ndan sonra “Topçu” olarak değiştirmiştir. 1930’dan sonra balıkçılık yaparak hayatını sürdürdüğü sırada 6 Mart 1947’de İstanbul’da hayatını kaybetti.