Latife Hanım’la Röportaj Girişimim ve… Latife Hanım Gerçeği
Bu haber, Mete Akyol imzasıyla Bütün Dünya’da yayımlanmıştır.
En acımasız savaşların cephelerindeki barut kokularından, en ünlü sanatçıların kulak arkalarındaki parfüm kokularına… Tarladaki işçinin sadece ekmek, soğan, salatalık bulunan sofrasından, kralların sadece kuş sütü bulunmayan sofralarına… Temizlik işçilerinin yatakhanesinden, cumhurbaşkanının odasına…
Ve bir Anadolu tepesinin yamacında koyunlarına kaval çalan çobandan, saraylarda Mozart’ı canlandıran virtüözlere kadar uzanan geniş yelpazeli bir meslek yaşamımda hiçbir olay bende, Latife Hanım’la karşı karşıya gelebildiğim o unutulmaz otuz saniyenin derinliğinde bir iz bırakmamıştır.
Latife Hanım karşısındaki görsel beklentimin yarattığı düş kırıklığım ile onun sağlam otoritesinin gücü karşısındaki ezikliğim bir anda ve aynı anda oluşunca, bir heykel hareketsizliğiyle kendimi, şimdi hala taşımakta olduğum bir izin dibinde buldum.
Ağzım vardı, konuşamadım… Fotoğraf makinem vardı, kullanamadım… Ve bu beceriksizliğimi ise asla, bir “başarısızlık” olarak yorumlamadım…
Atatürk’ün, kendisine evlenme önerisinde bulunabileceği ve kendisiyle evlenebileceği denli çok sevebildiği bu tek hanımla bir röportaj yapabilmek isteğim, tüm yaşamı süresince bir Müslüman’ın bir kez olsun Kabe’yi ziyaret edebilmek isteği ölçüsünde, benim de meslek yaşamımda önemli bir istek oluşturmuştu.
O yıllarda Ankara’da oturduğumdan, bu isteğimi gerçekleştirebilmek için gerekli çalışmalarımı, İstanbul’a başka nedenlerle geldiğim zamanlarda yapabildim, ancak.
Önce, Latife Hanım’ın nerede oturduğunu saptadım. Adres, Harbiye’de büyük bir binanın en üst katıydı ama… Binaya girebilmek, binanın adresini bulabilmek kadar kolay değildi.
Yedi sekiz katlı, fakat çok geniş tabanlı bu bina, bir apartmandan çok, bir işhanı görünümündeydi.
Giriş kapısının her iki bölümündeki vitrinler, büyük bir gaz firmasına aitti.
Vitrinlerin üstünde bir baştan öteki başa uzanan harflerle gaz firmasının adının yazıldığı bu mağazada, içleri gaz dolu tüpler de bulunuyordu. 1960’lı yılların sonlarında bu gaz firmasına gidip de, firmanın sorumlularıyla konuşmaya başladığımda amacım, onlarla yakın bir ilişki kurmak ve onlardan, en üst kattaki komşularıyla ilgili kimi bilgiler alabilmekti.
Ne zamanlar sokağa çıkıyordu?.. Kimlerle görüşüyordu?.. Kendisine kimler hizmet ediyordu ve o hizmetkarlar ne zaman dışarı çıkıyorlardı?..
Bunları öğrenmek amacıyla gittiğim mağazada, firma yetkilisine sora sora, bu gaz tüplerinin koskoca apartman için bir tehlike oluşturup oluşturmadığını sorabildim.
Adamcağız kibardı, efendiydi de, bu “dam üstünde saksağan” patentli soruyu niçin sorduğumu o nedenle, kendisi bana sormadı.
“Tüm önlemleri dikkatle uyguladıklarını” söyledi, “tehlike oluşturabilecek hiçbir durumun bulunmadığını” bildirdi ve…
Bir iki aydır görüşemediği “Bizim Abdi”nin ne alemde olduğunu sordu.
Onun “Bizim Abdi”, dediği kişi, bizim gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’den başkası değildi, tabii…
“Onunla Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşıyız, sık sık görüşürüz ama” dedi. “İşler güçler, işte… Bak şimdi aklıma geldi… Sahi, iki ay olmuş birbirimizi görmeyeli…”
Bana Abdi Bey’i soran mağaza yetkilisi, benim kim olduğumu bildiğini de kibarca hissettiriyor ve… Geri dönemeyeceğim bir yalan söylemeye kalkışabilme olasılığını, işin bu noktasında kesiyordu.
Bu noktadan sonra firma yetkilisinden hiçbir niyetini saklamadım, amacımı olduğu gibi açıkladım.
Hiçbir gazeteciyle görüşmeyi hiçbir zaman kabul etmeyen en üst kattaki komşuları Latife Hanım’la karşılıklı gelebilmek ve… Bir “oldu bitti”ye getirerek onunla görüşmeye çalıştığımı söyledim.
Kendisinin içtenlikli yardımı sayesinde Latife Hanım’ın, her ay iki ya da üç gün, Göztepe’deki kardeşinin evine gittiğini öğrendim.
“Fakat her ayın belirli günü, belirli saatte evden çıkıyor da, öyle gidiyor değil ki…” dedi. “Bir araba geliyor, şoför yukarı çıkıyor, kendisini alıyor ve götürüyor… Üç dört gün sonra da aynı şoför getiriyor, dairesine kadar çıkarıyor…”
Latife Hanım’ın bu binada hemen hiç kimseyi kabul etmediğini, hiç kimseyle görüşmediğini söyledi firma yetkilisi.
“Zaten asansördeki en üst kata ait düğme de, öyle herkes tarafından kullanılabilen bir düğme değildir” dedi. “Galiba özel bir anahtarla kullanılabiliyor ve bu anahtar da sadece kapıcıda bulunuyor.”
Latife Hanım’ın kapısını öyle her önüne gelen kişinin çalmaması için uygulanan bu yöntemin gereksiz olduğunu söyledim.
“Onun kapısını çalmak isteyen kişi, asansördeki en üst kat düğmesinin bir altındaki düğmeye basar ve o kata gelince de bir merdiveni yürüyerek kolayca en üst kata çıkılabilir” dedim…
Latife Hanım’ın güvenliğindensorumlu makam ve kişiler de en az benim kadar akıllı imişler, meğer.
En üst katla, bir altındaki katı birleştiren merdivenlerin arasında, hemen her zaman kilitli, kocaman bir demir kapı varmış…
Latife Hanım’ın kapısının ziline dokunabilmek için tek çarenin, apartman kapıcısı sorununu aşabilmek olduğuna kesinlikle inandım.
Zaman zaman kullanmak zorunda kaldığımız kimi meslek sırlarımızı açıklamamak için ayrıntılarına girmeyi gereksiz bulduğum yöntemlerle, kapıcı ile aramda karşılıklı güvene dayalı bir arkadaşlık kurdum ve böylece de bu iş için önümdeki en büyük engeli aşabilmeyi başarabildim.
Kapıcı birgün beni asansöre bindirecek, elindeki özel anahtarla en üst katın düğmesini açıp, o düğmeye basarak beni Latife Hanım’ın kapısına bırakacak, sonra da hızla aşağı inerek, birlikte hazırladığımız “komplo”dan kendini sıyırmış olacaktı.
Benim o kapının zilini nasıl çalabildiğimin hesabı kendisinden sorulduğunda ise, bu işi kendisinin de aklının bir türlü almadığını söyleyecek ve “bundan sonra daha dikkatli olmaya” söz verip, paçasını kurtaracaktı.
Anlaştığımız gün Ankara’dan trenle İstanbul’a geldim ve… Anlaşma saatimiz 14’e kadar, Taksim ve çevresinde zaman geçirdim.
Saat 14’de Harbiye’deki binaya geldiğimde, kapıcının beni kaldırımda beklediğini gördüm.
Anlaştığımız gibi birlikte asansöre bindik ve kapıcı beni, en üst kata çıkarıp, orada asansörden çıkardıktan sonra, asansörü kaçırırcasına bir telaşla zemin düğmesine bastı, “olay yerinden kaçtı.”
En üst katta, kapıcıdan başka hemen hiçkimsenin parmağının dokunmadığı zile dokundum ve… Latife Hanım’ın kapısını çalmış oldum.
Kapıda, kapıcıdan başka bir kişinin olabileceğini aklına bile getirmeyen bir hizmetçi, büyük bir rahatlıkla kapıyı açtı ve…
Boynunda kocaman bir fotoğraf makinesiyle, “kapıcıdan başka bir kişi”yle karşılaşınca, olduğu yerde dondu, kaldı.
Sonra kendini birden toparlamaya çalıştı:
“Siz kimsiniz?..” dedi ve…
O an aklına geldi, hemen kapıyı kapamaya hazırlandı.
Ayağımı uzattım, eşikle kapı arasına koydum ve kapının kapatılmasını engelledim.
Hizmetçinin şaşkınlığına ve telaşına, şimdi doğal olarak, korkusu da eklendi.
“Kimi arıyorsunuz?” dedi. “Ne istiyorsunuz?..”
Korkmasına hiç neden olmadığını anlatmak için gülümsemeye çalıştım:
“Bakın, heyecanlanmanıza hiç gerek yok” dedim. “Ben bir gazeteciyim… Muhterem Latife Hanımefendiyle bir röportaj yapmak istiyorum… Bu, onun da, benim de tarihe karşı bir sorumluluğumuzdur… İnanın, başka bir amacım yok…”
Bu sözlerim, kendini hâlâ kapının arkasında korumaya çalışan hanımı biraz olsun rahatlatabildi:
“Hanımefendi böyle birşeyi hiç kabul etmez ki ama…” derken…
İçerlerden, koridorun ötelerinden bir yerden bir ses geldi:
“Kim var kapıda?.. Ne konuşuyorsun?..”
Hizmetçi Hanım, başını sesin geldiği yana çevirdi:
“Bir beyefendi… Gazeteciymiş, hanımefendi…” dedi. “Sizinle bir görüşme yapmak istiyormuş…”
Koridordan, sanki bir tabur askerin çıkardığı yürüyüş sesi gücünde, adım adım yaklaşan ayak sesleri duydum.
Bembeyaz dağınık saçlarıyla ve bir hastalığın yüzünde oluşturduğu parmak izi büyüklüğündeki siyah lekeleriyle bir hanım geldi, hizmetçiyi kolundan tutup, kenara çekti ve… Çatık kaşlarının siperlediği sivri sivri bakışlarını üzerime dikerek, fırtınalı bir havadaki gök gibi gürüldedi:
“Sen gazetene beni yazacağına, Taksim Meydanı’na git de, Taksim Anıtı önünde namaz kılınıyor artık bu ülkede… Git de onları yaz gazetene…”
Ve kapı kapandı yüzüme.
Birden kendime geldim… Ayağım vardı, kapıyla eşik arasında… Kapı nasıl kapanabildi peki?..
Biraz önce kapıyla eşik arasına soktuğum ayağıma baktım… Kapının tam iki adım gerisinde, öteki ayağıma yapışmış diyebileceğim denli onun yanındaydı…
Boynumda asılı duran fotograf makineme baktım… El değmemişliğiyle, olduğu gibi duruyordu öyle…
El dedim de aklıma ellerim geldi… Ya ellerim?..
Onlar da iki yanımda, avuç içleri bacaklarıma yapıştırılmış olarak duruyorlardı.
Sanki komutanının karşısında, ondan almakta olduğu emri dinleyen ‘cephedeki bir asker’dim…
Latife Hanım’la tanışmak, onunla karşılıklı görüşmek, bir fotografını çekmek ve kendisiyle bir röportaj yapmak isteğimin canlılığını, aylarca kafamda ve gönlümde özenle korumakta olduğumu yalnızca, İstanbul’daki foto muhabiri dostum Özkan Şahin biliyordu.
O İstanbul’da, ben Ankara’da idik ama, aynı gazetede çalışıyorduk. O günlerde aynı çatı altında çalışıp da, kendileriyle dostluk oluşturduğumu sandığım ve varsaydığım birkaç kişiden, kafa, gönül ve ruhsal yapısı yanısıra, aile terbiyesi ve yaşam görgüsüyle de apayrı bir konuma sahipti, Özkan Şahin. O, insanı insan yapan değerleri o yıllarda da, ilerideki yıllarda da hep, bir yaşam terbiyesi olarak benimsemiş, bir yaşam biçimi olarak uygulayan, sayılı dostlarımdan biriydi.
Ona telefon ettim, Ankara’ya dönmeden önce kendisiyle akşam yemeğinde buluşmak istedim.
“Merhaba”dan önce, “o işi” sordu.
“Tamam mı yoksa?” dedi. “Başardın mı?… Kutlamak için mi yiyeceğiz yemeği?…”
Yanıtımı yemekte vereceğimi söyledim.
Lokantada buluştuğumuzda da “merhaba”dan önce “o işi” sordu.
“Tamam mı?” dedi. “Söyle, oldu değil mi?…”
“O işi” başarmış gibi gülemedim ama, güler gibi yaptım:
“Hem evet, hem hayır” dedim.
Latife Hanım’ın kapısına kadar gidebildiğimi, kapısının açılmasını sağlayabildiğimi, kendisini görebildiğimi hatta…
Özkan Şahin heyecanla boynuma sarıldı:
“Bravo, sana” dedi. “Görüşebildin sonunda…”
Yine güler gibi yaptım:
“Görüşebildim ama… Tek taraflı görüşebildim…” dedim. “Ağzımı açamadım, sesimi çıkaramadım… O bana dedi ki…”
Latife hanım’ın, biraz önce size yansıttığım sözleri döküldü ağzımdan tek tek…
Özkan Şahin bir kez daha sarıldı boynuma:
“Yetmez mi, yetmez mi, yetmez mi?” diye haykırdı sevinçle.
“O iş”in ondan sonraki bölümünü, Özkan Şahin’e devrettim:
“Ben iki saat sonra yataklı trenle Ankara’ya dönüyorum” dedim. “İşin fotograf bölümünü sana bırakıyorum…”
Aradan galiba yedi-sekiz ay geçtikten sonra Özkan Şahin birgün Ankara’ya telefon etti:
“Fotografı çektim, tamam” dedi. “Türk Hava Yolları’nın kargosuyla gönderiyorum sana…”
Aylarca beklemiş Özkan Şahin, Harbiye’deki o binanın ana kapısı önünde… Sonra da Latife Hanım birgün, Göztepe’deki kardeşini ziyarete gitmek için çıkıp, kendisini bekleyen otomobile bindiğinde yaklaşmış ve…
Latife Hanım’ın, sizin de şimdi burada gördüğünüz bu tek fotografını çekebilmiş.
Atatürk’le evliliğinin bitmesinden sonra Latife Hanım’ın çekilen ve yayımlanan bu tek fotografı önce, bir 10 Kasım günü, Özkan Şahin’in o yıllarda çalıştığı Son gazetesinin birinci sayfasında, sayfanın yarısını kaplayan büyüklükte yayımlandı.
Aynı fotograf, Özkan Şahin’in daha sonraki yıllarda çalıştığı Hürriyet gazetesinin birinci sayfasında, Hürriyet başlığının üstünde yayımlandı.
Fotografın yanında ise, “Latife Hanım öldü” başlığı vardı.
Yıl 1975’ti… Aylardan da Temmuz’du…