Kumandan Kime Derler İyi Biliyor Musunuz?

Yunus Nadi’nin 18 Kasım 1938’de Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından:

Atatürk’ün askerlikteki marifet ve kabiliyeti anlatılmak lâzım geldiği zaman, zannederiz ki en doğru ifade, bu mesleğin hakikaten dahilik derecesine varmış bir bilgisinin kendi şahsında tecessüm edecek halde bulunduğunu söylemek olacaktır. Askerliğin Atatürk’teki yüksek bilgi derecesinin yalnız tahsille elde edebilir bir irfan derecesi olmadığını itiraf etmelidir. Fıtraten Büyük Kumandan yaratılmış olan Atatürk bütün tarihin en sayılı kumandanlarından muhakkak en büyüğü idi.

Mesele olur ki Atatürk onu halletmek için bütün varını tehlikeye koymayı göze alır, ve alınca da onu behemehal istediği neticeye götürür. Fakat gene mesele olur ki mukabilinde dünyalar kazanacağını temin etseniz Atatürk’ü yerinden kımıldatamazsınız. Bu iki halin birincisinde harp ve fedakârlık elzem, hattâ belki hayati idi. İkincisinde ona göre sarf olunacak her kuvvet derecesi bir israr ve hederdir. İşte Büyük Kumandan Atatürk’ten bir tek cephe. 

Bu Büyük Kumandan harp işlerini nasıl görür, nasıl yürütür? Bu bir âlemdir. Atatürk her iş gibi askerî işleri dahi, ehemmiyetlerini asla büyütmeksizin normalin asla üstüne çıkmayan, heyecan ve telâşa hiç düşmeyen bir tabiilik içinde yürütürdü. Böyle olmasına rağmen eline aldığı her meselede çok, devamlı ve verimli çalışan Atatürk’ün askerî işlerdeki çalışması şekli her faninin akıl erdiremeyeceği bir kuvvet ve azamet derecesi arz ederdi. Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, hattâ icap ederse yetmiş veya daha fazla saat aynı masanın başında oturarak; asla, uyku emaresi göstermeksizin çalışır ve yanındakileri de çalıştırırdı. Bu harikulâde, âdeta insanın fevkalbeşer diyeceği gelen bir çalışma şeklidir ki, Atatürk’ten başkasında hattâ yarı derecesinde eşine tesadüf edilebileceğini tasavvur edemiyoruz. 

Atatürk fiilen ve bizzat askerlikte meşgul olduğu zaman onun işinde tesadüfe bırakmış tek nokta dahi bulunamaz. Bütün cephe ve hareket vaziyetleri, hattâ karşılıklı kuvvet şekilleri, tıpkı bir satranç tahtasında olduğu veçhile onun önüne serili değil de, adeta müfekkiresine yazılı bir vaziyet alırdı. Atatürk’te başka türlü düşünülemeyecek kadar normal olan bu hali bizzat gördüğüm bir misali hayret verecek kadar karakteristiktir. 

Sakarya zaferimizden sonra Başkumandan Ankara’ya gelmiş, yeni cephe Eskişehir-Afyon hattında teşekkül ederek karşılıklı kuvvetler oralarda yer almışlardı. Başkumandan vaziyeti Ankara’dan takip ediyordu. Bu ‘takip ediyordu’ sözünden en hurda noktalarına varıncaya kadar manasını anlamalısınız. Mustafa Kemal’in askerliğinde işin şaka götürür veya hafif geçilebilir zerre noktası dahi yoktur. 

Hattâ sırası gelmişken kaydolunmaya değer ki alelade zamanlarda davetli arkadaşları ile uzunca sofra sohbetleri yapmayı seven Büyük Şefimiz askerlikle bizzat ve fiilen meşgul olduğu zamanlarda bu sofra usul ve adetini tamamen ortadan kaldırır, o vakitler kendisi yalnız çalışma masası başında görülebilirdi. 

İşte Sakarya’dan sonraki harp vaziyetinde bir sabah Çankaya’ya çıkarak Başkumandan’ı ziyaret ettim. Mevsim ilkbahar sonları idi. Saat takriben 9.30 – 10.00 raddeleri. Atatürk çoktan kalkmış giyinmiş, iş başında. 

Kendisiyle harp vaziyeti ve memleket işleri üzerinde konuşurken bir aralık, o zaman Başkumandan’ın irtibat erkânıharp zabitliğini yapan kaymakam Arif Bey, elinde bir telgrafla geldi ve Başkumandan’a büyük hürmetle selâm verdikten sonra askerce bir eda ile elindeki telgrafın zaten pek de uzun olmayan muhteviyatından haber verdi. Telgraf şu haberi bildiriyordu: 

“Düğerin takriben üç kilometre şimalinde filân mevkiinde bir fırka düşman askeri görülmüştür.” 

Atatürk telgrafnameyi bir daha tekrarlattıktan sonra hattâ fazla düşünmeye bile mahal görmeden şu cevabı verdi: 

-Düğerin takriben üç kilometre şimalinde bir düşman fırkası görülmemiştir. Çünkü görülemez ve çünkü oraya düşman fırkası gelmiş olamaz. Derhal yazınız. dikkatle baksınlar ve bildirsinler. 

Arif Bey topuklarını yekdiğerine vuran askeri vaziyeti ile Başkumandan’ı selamlayıp gitti. Ve biz konuşmamıza devam ettik. 

Atatürk beni öğle yemeğine alıkoydu. Evde ikimizden başka kimse de yoktu. İki kişi için hazırlanan sofrada karşı karşıya oturarak yemeklerimizi yerken, deminki muhavereden takriben bir buçuk saat sonra kaymakam Arif Bey gene zuhur etti. Gene askerce bir selâm ve elde gene bir telgrafname. Bu yeni bir telgrafname idi. Başkumandan’ın emri ile ve derhal yapılmış tetkikler neticesini haber veriyordu. 

Filhakika ilk telgrafın verdiği haber doğru değilmiş. Düğerin takriben üç kilometre şimalinde filân mevkiinde düşman fırkası yokmuş.. 

Atatürk bu haber üzerine yalnız yüzünü ekşiterek:

-Dikkatsizler! Demekle iktifa etti. 

İşte hikâye bu. Ankara’da Çankaya’da oturan bir adam, cepheden müşahade üzerine düşman fırkası haberini veren bir telgrafnameyi tekzip ediyor, yanlış görmüşsünüzdür, orada düşman fırkası olamaz, diyor. Ve gelen cevaptan anlaşılıyor ki orada hakikaten düşman fırkası yokmuş. Bunun, delâlet ettiği mânayı anlıyorsunuz: Bütün cephe karşılıklı kuvvetlerin bütün hareketi ihtimalleri ile Başkumandan’ın müfekkiresinde çizilidir, O yüzlerce kilometre uzaktan cephe vaziyeti ne cephenin içinde olandan daha emin bir müşahade ile göz önünde bulunduruyor. İtiraf etmelidir ki bu her kumandanın harcı değildir. Bu hal müstesna kumandanlara nasip olan mazhariyetlerdendir. 

Bu müstesna kumandanların birincilerinden biri veya en büyüğü olan Atatürk bir gün ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir hafi celsesinde gene bu Eskişehir Afyon hattı dolayısıyla harp vaziyeti üzerinde söz söylemeye mecbur olarak bilhassa kumandanı tarif etmişti.

Sakarya’dan sonra Eskişehir-Afyon hattında hemen bir sene kalındığı malümdur. Türk Ordusu’nun noksan olan vasıtalarını, levazımı ikmal etmek icap ediyor, çok paraya tevakkuf eden bu işi kolaylıkla ve süratle başarmak mümkün olamıyordu. Birinci Meclis’te mebus olarak bazıları miralay rütbesinde ve kumandanlık payesinde bir kaç erkânı harp zabitimiz de vardı. Atatürk’ün uhdesinde Başkumandanlık müstesna salahiyetlerle mücehhez olduğu için üç aydan üç aya tecdid olunuyordu. Galiba gene böyle bir tecdid işinde idi. Bilhassa Meclisteki asker mebusların da dekodularından azma bir tereddüt havası içinde Meclisin bir kısım âzalarının taarruz ne zaman yapılacak, yoksa hiç mi yapılamayacak, böyle ise halimiz ne olacak sual ve endişelerinin hüküm sürdüğü anlaşılınca Atatürk kürsüye çıkarak müthiş tabirle ancak ifade edebileceğimiz çok şiddetli bir nutuk söylemişti. Bunda kurtuluş harbi başlarken bir santim paramız ve adeta tek kurşunumuz olmadığını, bugün ise ordulara malik olduğumuzu anlatıyor ve sırası gelince yapılacak her harp hali gibi taarruzun dahi icap edince pekâlâ yapılacağı şüphesizken zihinleri kimlerin tereddüte düşürdüğünü kükremiş bir aslan haliyle soruyordu. Ve bu esnalarda gözleri o bir kaç asker mebus üzerine dikiliyordu. Nihayet gözleri ekseriyetle hep o zatlar üzerinde durarak sözlerine şöyle devam etti. 

-“Efendiler, taarruzu kumandan yapar, harbi idare etmek iktidarındaki kumandan. Efendiler, kumandan kimdir bilir misiniz? Zabit vardır ki idaresine yüz veya bin kişi verebilirsiniz. Kumandan olur ki bir alaya veya fırkaya memur edebilirsiniz. Fakat vakta ki alaylar ve fırkalar dağlar ve dağlarla ayrılarak cepheler yüzlerce kilometre imtidadında uzar, işte bu gözlerin görmediği geniş sahaya kumanda edecek adam, baş kıratta ve başka kudrette bir adamdır. Kimdir bu Meclis’te o zabit ki Türk ordusunun taarruz yapıp yapamayacağından bahsetmek selâhiyetini nefsinde buluyor? Efendiler, bu Meclis’te öyle kimse yoktur. Ben size emniyet ve katiyetle söylüyorum ki Türk ordusu vazifesini yapacaktır!..”

Atatürk son sözlerini söylerken gözlerini Miralay Kara Vasıf’a dikmiş olduğundan bu azarlar altında ezilen merhum:

-Ben söylemedim, ben söylemedim! Demeye mecbur olmuştu. 

Yukarıki nutuk parçasında Atatürk ağzından kumandanın tarifini görüyoruz. Bu tarifi yapan Büyük asker, en çetin kumandanlığın istediği en ileri kırat ve kudrette, yani eşsiz yükseklikte bir Kumandandı. 

18 Kasım 1938 (Cumhuriyet) Yunus Nadi