Kılıç Ali
“Atatürk’ün seçkinliği, yüksek niteliği ve büyük başarılarının sırrı, çok sevdiği ve her zaman ona bağlı olmakla övünç duyduğu ulusunun ruhunda yer alan cevheri ve onun gerçek eğilimlerini herkesten daha iyi, daha önce sezmesinde, millet ve memlekete hizmet yolunda bu sezişini bir an gözden ayırmayıp kendisine rehber edinmesindeydi.”
Bu sözler, O’nun yakın arkadaşlarından “Maraş-Gaziantep Müdafii” Ali Kılıç’ındır.
Ali Kılıç’ın asıl adı “Asaf Kılıçalipaşa”dır. Daha sonraları Ali Kılıç’a dönüştürülmüş ve hep bu ad’la anılagelmiştir. Subay olarak katıldığı Çanakkale savaşlarında yara almış ve düşmanla Kafkas cephesinde de dövüşmüştür. Milli mücadeleye katılabilmek için ordudan istifa edip Sivas Kongresi sıralarında Mustafa Kemal Paşa’nın yanına gitmiş ve O’nunla hem tanışmış, hem de Fransız işgali altında bulunan Maraş ve Gaziantep dolaylarında bu işgalci güçlere karşı gerekli örgütü kurması için emir almıştır.
Maraş – Gaziantep ve çevresi Kuvai Milliye Komutanı olan Kılıç, “Maraş-Gaziantep Müdafii” olarak ün yapmıştır.
Savaştan sonra milletvekilliği ve İstiklal Mahkemesi üyeliği görevlerinde de bulunmuştur.
Yukarıda belirttiğimiz Sivas görüşmesi ile ilgili anılarının bir bölümüne Ali Kılıç şöyle değinmektedir:
“İstanbul’dan Ankara’ya gitmiştim. Sivas Kongresi yapılalı iki ay kadar olmuştu. Ankara’dan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile birlikte Sivas’a hareket ettik. Bir akşam üzeri, Atatürk’ün karargah yaptığı okul binasına varmıştık. Kendisine o tarihte yaverlik eden yeğenim Muzaffer Kılıç’tan geleceğimi haber almıştı. Yanında Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Rasim’in oğlu Mazlum (Can) vardı. Hemen orada bulunmuş görünümü veren bir redingot ile çizgili pantolon giymişti. Bu gösterişsiz dekor ve elbise içinde kendisiyle ilk defa tanıştığım insan, bana Eminönü’nde gördüğüm parlak generalden daha görkemli göründü.
İlk görüştüğümüz ve beni tanıdığı dakikadan itibaren olağanüstü bir yakınlık gösterdi. İstanbul’dan bilgi istedi. Ne yapmak istediğimi sordu. Emrinde olduğumu bildirince, bir coğrafya kitabı haritasından, Güney illerimizi işaret ederek, beni orada görevlendirdi. İki üç gün sonra, Maraş ve Gaziantep’e gitmek üzere O’ndan ayrılıyordum.”
Kılıç savaştan sonra da hep Atatürk’ün yanında ve hizmetinde bulunmuştur. O’ndan dinlediği ve yanında geçen bir olayı bizlere şöyle aktarmaktadır:
“İttihat ve Terakki Cemiyeti, Mustafa Kemal’in kendisine karşı aldığı karşı tutuma son vermek üzere daha Selanik’te iken O’nu iki defa öldürmeye girişmişti. Bir defasında Enver Paşa’nın akrabası olan ve sonradan ordu komutanlığı görevinde de bulunan bir zat, bir defasında da Ankara Valiliği de yapmış olan Abdülkadir, O’nu öldürmeye girişmişler fakat bunlar Mustafa Kemal’in sağduyusu, cesareti, dayanıklılığı önünde kendilerine verilen görevi yerine getirememişlerdi.
Yıllardan sonra bir akşam, Çankaya’da sofrada oturuyorduk. O akşam konuklar arasında bu eski ordu komutanı da vardı. Atatürk, kendisine hitaben:
– Paşa! Paşa! Selanik’te üzerine aldığın görevi yapamadın ve yapamazdın da! Çünkü buna izin vermezdim!
Diyerek kendilerine yapacakları suikastı hatırlattıkları zaman bu Paşa, Atatürk’e:
– Paşam, gerçekten yaptırmadınız ve biz de yapamazdık!
Diyerek başka verilecek karşılık bulamamıştı.”
1930 yılında Ankara’da toplanan I. Türk Tarih Kongresi sonunda Marmara Köşkü’nde öğretmenlere verilen çay şöleninde din ve hilafet konularında bir öğretmenin sorusuna Atatürk’ün verdiği yanıtları Kılıç şöyle anlatır:
“Paşam, din gerekli bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur?
Atatürk, bu soruya çok yumuşak bir davranışla şu yanıtı vermişti:
-Evet, din gerekli bir kurumdur. Dinsiz ulusların sürekliliğine olanak yoktur. Yalnız şurası vardır ki din, Tanrı ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele ettiğimiz ve edeceğimiz bu kimselerdir.
Hilafete gelince: işin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan bana hilafet önerileri olmuştur. ”Siz Halife olunuz” demişlerdir. Ben, bu önerileri daima gülerek yanıtladım. Hilafet, gereksiz ve hatta zararlı bir kurum haline gelmiştir. Bundan beklenen amaç gerçekleşmemiştir. Dünya Savaşı’nda gördük: Müslümanlar, Halife ordularına karşı savaştılar. Halife ordularını Suriye’de arkadan vuranlar olmuştur. Bunlar aynı Halife’ye yıllarca başkaldırmış ve bunları ortadan kaldırmak için gönderilen Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilafet yararlı durumunu korusaydı Müslüman dünyasının buna sahip çıkmaları gerekirdi. Birincisi ne kadar yararlı ise ikincisi o kadar gereksiz bir durum almıştır. Hilafeti ortadan kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin bunu üstlenmemesi, Müslüman dünyasının Halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?”
1. Büyük Millet Meclisi’nde görüşmeler sırasında Kılıç’ın laiklik konusunda bir anısı da şöyle:
“Bir gün laiklik söz konusu ediliyordu. Mustafa Kemal Paşa, o gün Meclis’e Başkanlık ediyordu. Meclis’in tanınmış din bilginlerinden bir milletvekili kürsüye geldi. Alaylı bir davranışla:
– Arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben laikliğin manasını anlayamıyorum.
Diyerek söze başlarken Başkanlık kürsüsünde bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:
– Adam olmak demektir. Hocam, adam olmak!
Diyerek hoca efendinin sorusunu yanıtlamıştır.”
Kılıç, Hatay davasının sürüp gittiği günlerde geçmiş olan bir anısını da şöyle anlatmaktadır:
“Bir akşam sofrada ansızın Ankara Palas’ın altındaki pavyona gitmeye karar verdiler. Çoğu defa Atatürk, insana şaşkınlık veren böyle kararlar verirlerdi. Pavyona gittiğimiz zaman Atatürk, rastlantı olarak orada o günlerde Ankara’ya gelmiş olan Fransa’nın Suriye Fevkalade Komiseri Poçent’in de hazır bulunduğunu haber aldı. Bu haberi alınca kendileri için hazırlanan sofraya oturmadı. Salonun ortasında yeni bir masa hazırlanmasını emretti. Bu masaya Fevkalade Komiser Ponçent’i de çağırarak beni, Nuri Conker’i, milletvekillerinden Kazım Paşa’yı onunla tanıştırdı. O günlerde Hatay sorunu nedeniyle, Fransa Hükümeti’nin bazı zorluklar çıkardığı ve bu durumun Atatürk’ü üzmekte olduğu için, bilerek sofraya çağırdığı Komser’e içlerini döktüler ve ona aynen: Hatay işi benim kişisel davamdır. Dedikten sonra biraz sert bir anlatımla: Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki beni, sorunu başka türlü çözümlemeye zorunlu kılacaksınız! diye eklediler. Atatürk, bu sözleri yüksek sesle, Türkçe söylüyor ve etrafta herkes dinliyordu. Sofrada bulunan arkadaşlardan zannederim Kazım Paşa Atatürk’ün sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün, Fransız Fevkalade Komiserine karşı olan bu coşkun hitabesindeki “Beni üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz hazır bulunanlardan bir genç ayağa kalkarak heyecanlı ve gür bir sesle:
– Atatürk! Üzülme! Arkanda biz varız! diye bağırdı.
Atatürk, birden başını sesin geldiği tarafa doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, görkemli bir görünüş almıştı. Salon bir anda derin bir sessizlik içinde kaldı. Herkes Atatürk’ün bu gencin araya girmesine sinirlendiğini sanıyordu. Halbuki tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun:
– Üzülme! Arkanda biz varız! Sözüne karşılık vererek:
– Biliyorum çocuğum. Onu bildiğim için böyle konuşuyorum!
Demişler ve bütün salonun heyecanlı gösterileriyle karşılanmışlardı”.
Vurduğu zaman kımıldayacak bir hal bırakmamak O’nun bir başka özelliği idi. Kılıç, 1923 Mart’ında Güney illerimize yaptıkları gezide O’nun bu yönüne değinen bir olayı şöyle anlatır:
“İstasyon’a gelen Mersin heyetleri arasında ikinci grup milletvekillerinden ve kendisini Gazi’nin karşısında sayan Mersin Milletvekili Ziya(Eraydın) Bey de vardı. Bu zat, Birinci Meclis’te herşeye, her işe karşı olan ve hükümete türlü zorluklar çıkaranlardan biri idi. Bu zat, heyetlerin önüne düşmüş, milletvekilliği sıfatıyla onları Gazi’ye tanıtmaya başlamıştı. Gazi, sert bir yüzle Ziya Bey’e döndü:
– Sizin tanıştırmanıza gerek yok. Ben onları tanırım.
Dedi ve heyetlerle bizzat kendileri tanıştı ve yürümeye başladı. Trene binerken de bize:
– Bu adamı yanıma sokmayınız, fena muamele yaparım! dedi.
Ben, Ziya Bey’e bunu uygun biçimde hissettirdim. Fakat o, nedense dinlemedi. Mersin’e geldik. Gazi, hükümet konağına gitti. Orada kabul töreni vardı. Ziya Bey, uyarmanın karşın burada da Gazi’ye sokulup gelenleri tanıtmaya başlamasın mı? Bu defa Gazi, fena halde sinirlendi:
– Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam? Çekil buradan!
Diye kendisini sertçe payladı ve etrafında bulunan heyet üyelerine dönerek:
– Bana karşı olanlara bir şey diyemem. Bunlar, görüş ve düşüncelerinde, herhangi bir anlayışlarında özgürdürler. Hatta böylelerini takdir bile ederim. Fakat, hiç bir düşünceye ve anlayışa dayanmadan benden ayrılıp şimdi de beni seven bu halka karşı sözde kendisini benimle berabermiş gibi göstermeye kalkmalarını, iki yüzlü siyasetlerini de hoş karşılamam!
Diye küçük bir diskur vermeye zorunlu kalmışlardı.”
Kılıç, Cumhuriyet döneminde Atatürk’e İzmir’de düzenlenen suikast girişimi ile ilgili olarak O’ndan dinlediği bir anısını şöyle anlatır:
“Gazi, İzmir’e gelir gelmez, Ziya Hurşit’ler diğer şerirleri karşısına alıp sorguya çekmiş. Ziya Hurşit, bütün alçaklıklarını söylediği zaman Gazi:
– Ziya Hurşit! Seninle hayli arkadaşlık ettik. Canıma kıyacak kadar ileri gitmende sebep ne idi? Bana acımadın mı?
Dediği zaman, yüzünü aşağıya eğip susmuş, bir tek kelime karşılık verememiş. Gazi, bu arada önünde bir yılan gibi kıvranan Gürcü Yusuf’a:
– Bana atabilecek miydin? diye sordu.
– Seni gördükten sonra atamazdım!
Diye karşılık vermiş. Bir aralık Ziya Hurşit Gazi’ye sığınmak istemiş. Fakat Gazi, buna karşılık:
– Ben şahsen kin güden bir adam değilim. Fakat iş mahkemeye intikal etmiştir. Bunun sonucunu beklemek gerekir. Karışmaya hakkım yoktur, demiş.”
Kendini hiç saklamayan Atatürk halkın önünde de olduğu gibi görünmek istemiştir. İki yüzlülükten her zaman tiksinmiştir. Kılıç, bir gece gezintisini şöyle anlatır:
“Bir akşam, birdenbire Saray’dan kalkarak Gülhane Parkı’nda Halk Partisi’nin verdiği bir açık hava toplantısına gittiğimiz zaman, orada toplanan on binlerce insana harf devrimini müjdelemiş ve bu sırada ayağa kalkarak halka hitaben:
– Arkadaşlar, bu elimdeki rakıyı evvelce Padişahlar da, Vezirler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında dört duvar arasında içiyorlardı. Ben ise sevgili milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum!
Diye kadehini kaldırdığı zaman halkın alkış tufanı arasında Sarayburnu dakikalarca çınlamıştı.”
Bizlere bu anıları bırakan Ali Kılıç’ı 14.7.1971’de toprağa vermiştik.
Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2