Kemalizm ve Demokratik Toplumculuk
Adına ister sosyal demokrasi, ister demokratik sosyalizm, isterse demokratik sol densin, demokratik toplumculuk bir sentezdir. Liberalizm ile sosyalizmin tarihsel bir birleşimidir. Hakça paylaşım ile özgürlükleri bir arada gerçekleştirmek istencinin, barışçı bir toplum özlem ve gereksinmesinin ürünüdür.
İnsanlar için ilk önce önemli olan, yaşamlarını sürdürebilmektir. Açlığın olduğu yerde özgürlüğün anlamı yoktur. Ama ana gereksinmeler karşılandıkça, özgürlüğün kendisi de gereksinme olur. İnsan aydınlandıkça, özgürlüğe olan gereksinmesi de artar. Demokrasi, ana gereksinmelerini karşılama çabası içindeki kitleler açısından bir araçtır. Durumunu düzeltmesine yardımcı olduğu ölçüde anlam taşır. Ama aydınlar için sadece bir araç değil, aynı zamanda bir amaçtır. Bir vazgeçilmez yaşam biçimidir.
Son yüzyılın tarihi, aynı zamanda iki sav arasındaki çarpışmanın tarihidir: Birinci sava göre; özgürlükler -kaçınılmaz olarak- paylaşımdaki haksızlıkların düzeltilmesi gibi bir sonuç verecektir. Çünkü demokrasilerde iktidarları belirleyen oy çoğunluğu silahı kitlelerin elindedir.
İkinci sava göre ise; hakça paylaşım olmadan, sınıfsal ayrıcalıklar ortadan kalkmadan ne gerçek anlamda demokrasi olabilir ne de özgürlük. Çünkü ekonomik gücü elinde bulunduranlar -kitle iletişim araçları dahil- toplumu yönlendirebilecek tüm silahlara sahiptirler.
“Önce demokrasi, sonra hakça paylaşım” diyen model, uzun bir deneyim çizgisinin sonunda bile, henüz hedefinden uzaktadır. Dengeli ve barışçı bir toplum kuramamıştır. “Önce hakça paylaşım, sonra özgürlük” diyen model ise, ancak acılar ve sarsıntılarla demokrasiye geçebilmek aşamasındadır.
Demokratik toplumculuk bir üçüncü yoldur: Ne özgürlükleri ne de hakça paylaşımı erteleyen, ikisini de diğerinin ön koşulu sayan, sağlıklı bir topluma ancak bu birleşimle varılabileceğine inanan bir yol!
Atatürk komünizme karşıydı. Üretim açısından getirdiği modeli yeterli görmediği gibi, birey hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi içermemesini de kendi amaçlarına uygun bulmuyordu. İçte bir komünist örgütlenmeye de karşıydı; çünkü bunun “kayıtsız koşulsuz Rusya’ya bağlanma” anlamına geleceğine inanıyordu. Böyle bir durum ise, tam bağımsızlık ülküsüne tersti.
Şöyle diyordu:
“Komünizm sosyal bir konudur. Ülkemizin durumu, sosyal koşulları, dinsel ve ulusal geleneklerimizin baskısı, Rusya’daki komünizmin bizde uygulanmasının elverişli olmadığı inancını doğrular niteliktedir. Biz ne Bolşevikiz, ne komünist. Ne biri, ne öbürü olamayız. Çünkü biz milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Bizim hükümet biçimimiz tam bir demokrat hükümettir.”
Mustafa Kemal’in 1921 yılında TBMM’deki bir tartışma sırasında sarf ettiği şu sözleri de ilginçtir:
“Komünizme karşı çare vardır. O da komünizmin ilkelerini, kurallarını, ülkemizde uygulanabilirliğini anlamak ve tüm ulusumuza anlatmaktır. Bu gerçekler ulusumuzun çoğunluğunca tam olarak anlaşılırsa, ya yeteneğimiz vardır, yaparız ya da uygulanabilir değildir, anlarız. Korkar, yapmayız. Ancak uygulanabilirliği olmadığı halde uygulamaya kalkışacak olanlara karşı hükümet her yola başvurmakta kendini haklı sayar.”
Atatürk komünizme karşıydı; ama halkçılık ve devletçilik ilkeleri bir arada değerlendirildiğinde, ortaya ılımlı bir toplumculuk çıkıyordu. Çünkü Atatürk halk derken, gerçek üreticiyi, geçimini emeği ile sağlayanı anlıyordu. Devletçilik anlayışı ise, toplum yararının öne çıkarılmasını ve devletin “kamu yararı”nı gözetmesini de içermekteydi.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye’de “işyerlerinde çalışan işçi sayısı” 70 bin dolayında idi. Bu nedenle de emekçi sınıfı işçi değil çiftçi temsil ediyordu. Ve halkçılığı “toplumsal düzenini emeğe dayatmak” biçiminde, yani bugünkü deyimiyle “emek en yüce değerdir” biçiminde anlayan Atatürk şu düşüncedeydi:
“Milletimizin yüzde 80’i çiftçidir. Öyleyse Halk Fırkası dendiğinde bu asıl kitle kastedilmektedir. Yalnız çiftçilerin ve köylülerin haklarını sağlamak için öbür sınıflara karşı parti mi kuracağız? Hayır. Köylünün düşmanı olabilecek olanlar kimlerdir? Çok çiftlikleri ve geniş toprakları olan insanlardır. Oysa arkadaşlar bizim ülkemizde böyle geniş toprakları olanlar kaç kişidir? Ve acaba mevcut olan geniş toprak ve çiftlik sahipleri düzeyinde, her köylüye toprak vermek için ülkemizin toprakları yetmez mi?”
Seçkinciliğe karşı halka, bireyciliğe karşı topluma öncelik veren; sınıf egemenliğine karşı olan; sömürünün her türünü reddeden ve çoğulcu demokrasiye inanan Kemalizmi, ideolojiler yelpazesinde nereye yerleştirebiliriz?
Kemalizmin Atatürk’ten sonraki en büyük ismi olan İsmet İnönü, 1965 yılında bu sorunun yanıtını ortanın solu olarak vermiş ve eklemişti:
“Biz zaten 1923’ten beri ortanın solundaydık; adını şimdi koyuyoruz!” Ortanın solunun daha açık tanımı ise ılımlı toplumculuk ya da -daha doğru anlatımı ile- demokratik toplumculuktur. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin kapattığı Atatürk’ün partisinin son tüzüğünde, CHP’nin demokatik sol bir parti olduğu yazılıdır.
Ne 1920’lerin halkçı fırkası ile 1960’ların “ortanın- solu”ndaki CHP’si, ne de ortanın solu ile demokratik sol arasında bir kopukluk ya da çelişki vardır. Hepsi de Kemalizmin devrimci anlayışının -değişen koşullar içindeki- aşamalarıdır. Ve aynı süreç, 27 Mayıs Anayasası’na sosyal devleti yerleştirmiştir.
Kemalistlerin öncülüğünde hazırlanan bu anayasanın demokratik toplumcu özünü Bülent Ecevit şöyle özetliyor:
“Mülkiyet ve miras hakkını tanıyan, ama bu hakların toplum yararına aykırı olamayacağını da belirten; toprakta da özel mülkiyeti esas tutan, ancak bu mülkiyet hakkından, geçimi toprağa bağlı herkesin yararlanabilmesi için, bireylerin elindeki toprak genişliğinin sınırlanabileceğini söyleyen; özel girişime serbestlik tanıyan, hatta güvenlik sağlayan, ancak özel girişimi ‘milli iktisadın gereklerine ve sosyal amaçları na uygun’ yürümeye mecbur tutan; yatırımlarda toplum yararını öncelikle gözetmeyi emreden; ücret adaletini ve bütün halk için sosyal güvenliği gerekli kılan; öğrenimde fırsat ve olanak eşitliğini şart koşan; kooperatifçiliğin geliştirilmesiyle devleti görevli kılan; tarımda emeğin değerlendirilmesini isteyen; doğal servet ve kaynakları, devletin hüküm ve tasarrufu altında tutan Anayasamız… “
Batı’da demokratik sosyalist ya da sosyal demokrat partilerin uzun yıllar süren savaşımlar sonunda gerçekleştirdiklerini, Türkiye’ye Kemalizm getirmiştir: Genel ve eşit oy hakkı, sekiz saatlik iş günü, ücretli izin, çeşitli sosyal sigortalar, gelir düzeyine göre değişen vergi sistemi, parasız eğitim vb. bu listenin sadece bir bölümüdür. Türk Dil ve Tarih Kurumlarından üniversiteye, TRT’ye, yargıya kadar, özerk ve bağımsız kurum anlayışını da Türkiye’ye getiren Kemalizmdir. Üreticiyi ve tüketiciyi kooperatifler aracılığıyla örgütleme çabaları da, aynı ideolojik çerçevenin parçalarıdır. Türk işçisine grev ve toplu sözleşme hakkını, uzun ve kanlı bir savaşım değil, Kemalist devrimci çizgi sağlamıştır. “Yurtta barış, dünyada barış” ülküsü bile, demokratik toplumculuğun çok bilinen barışçıl ilkeleri ile çakışmaktadır.
Batı’da sosyal demokrat ya da demokratik sol nitelikli hareketlerin uzun çabalar, acılar ve kayıplar sonucu gerçekleştirebildiği bu kazanımlar, Türkiye’de -Kemalist devrimcilik anlayışı içinde- çok daha kısa sürede ve acısız, kayıpsız sağlanmıştır. Kemalizmin bir liberal demokrasiyi değil, sosyal demokrasiyi hedeflediği açıktır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, demokratik toplumculuk, liberalizm ile sosyalizmin tarihsel bir sentezidir. Cumhuriyetçilik, laiklik ve ulusçuluk ilkelerini liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini ise sosyalizmden esinlenerek oluşturan Kemalizm; bu yüzyılın 21. yüzyıla devretmeye hazırlandığı bu sentezi daha 1920’lerde yakalamış olmanın onuruna sahiptir!
Ahmet Taner Kışlalı