Kemalizm ve Demokrasi
Nasıl ki her bitki her iklimde yetişemezse, demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesinin de belirli koşulları vardır.
Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.
Bunlar bir anlamda demokrasinin nesnel koşullarıdır. Ama bu koşulların büyük ölçüde var olması, demokrasinin de kendiliğinden var olacağı anlamına gelmez. Çünkü demokrasinin bir de öznel koşulu vardır: Demokratik kültür. Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı olan demokratik kültür ise, ancak demokrasinin bir yaşam biçimine dönüşmesiyle ve uzun zamanda oluşur. Hoşgörüsüzlüklerin, uzlaşmazlıkların yarattığı sıkıntılar çekilerek, bilincine varılarak, ağır ağır oluşur.
1920’lerin Anadolusunda, bu koşulların hemen hiçbirisinin bulunmadığını biliyoruz.
Yoksul ve eğitimsiz bir tarım toplumu. Batı’da demokrasiyi yaratan iki temel sınıftan da yoksun. Ne gerçek anlamıyla bir burjuvazi ne de gerçek anlamıyla bir işçi sınıfı var… Radyo yok. En büyük gazeteler, ancak 3-4 bin basabiliyor… Demokratik kültür değil, büyüğe itirazsız uyulan, tartışmaya yer vermeyen bir kültür, aile düzeyinde de egemen, toplum düzeyinde de.
Birkaç aydın dışında, özgürlük ve demokrasiyi ne bilen var, ne de isteyen.
Atatürk’e saldıranların Kemalizm’de demokrasi yoktur savını iyi değerlendirebilmek için, sadece 1920’lerin 1930’ların Anadolu’sunun koşullarını anımsamak yetmez. O dönemin Batı’sına, bugünkü demokratik ülkelerin o dönemdeki durumlarına da bakmak gerekir.
1930’larda, bugünkü anlamda katılımcı bir demokrasi, Avrupa’nın hiçbir yerinde yok. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933, İspanya 1938 yılında faşist bir yönetime geçmiş. Merkezi bir yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır.
Ve ünlü sosyolog Max Weber bile, demokrasiyi şöyle tanımlıyor:
“Demokraside, halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder, ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin’ der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar.”
Almanya, İtalya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin bile, demokrasiye kendi iç dinamikleri ile değil, savaş yenilgisiyle birlikte dayatılan koşullar nedeniyle geçtiklerini unutmamalıyız! Unutmamalıyız ki Kemalizm’in erdemlerini ve demokrasi karşısındaki tavrını daha iyi anlayabilelim!
Demokrasinin ne “nesnel” ne de “öznel” koşullarının bulunduğu bir toplumda; demokrasinin gerileyip faşizmin yükseldiği bir dünyada; acaba Mustafa Kemal ne düşünüyordu? Toplumunu nasıl bir yönetim biçimine hazırlamak istiyordu?
Atatürk için, Kemalizmin cumhuriyetçilik ilkesi ile demokrasi eş anlamlı idi:
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.”
Atatürk için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunu idi:
“İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.”
Atatürk özgürlük düşüncesini topluma yaymak için büyük çaba gösterdi. Hem de bunu, özgürlük ve demokrasinin yükselme döneminde değil özgürlük ve demokrasinin kötü ve zararlı olduğu düşüncesinin Avrupa’ya büyük ölçüde egemen olduğu bir dönemde yaptı. Kendi el yazısı ile kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabı, halka özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için hazırlanmış bir el kitabı gibiydi. Daha sonra okullarda ders kitabı olarak okutuldu.
Örneğin bu kitapta -demokrasinin temel öğelerinden olan- kamuoyu şöyle anlatılıyordu:
“Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir.”
Kitaptaki basın özgürlüğü ile ilgili düşünceleri, Atatürk’ün ne ölçüde içten bir özgürlükçü olduğunun da kanıtıydı:
“Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür.”
Özgürlük ve demokrasinin ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla böyle bir istemi bulunmayan bir halka, özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için büyük çaba sarf eden bir “diktatör” olabilir mi?
Atatürk’ün, daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi ismini alacak olan Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlarken, bu partinin laik demokrat olduğunu vurgulamaya özen gösterdiğini de biliyoruz. Zamanın Fransa Büyükelçisi’ne söyledikleri ise, hiçbir yanlış anlamaya meydan bırakmayacak kadar açıktır:
“Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım.”
Atatürk’ün hem padişah, hem halife olması için hiçbir engel yoktu. Tersine, yakın çevresinden ve hatta yurt dışındaki Müslümanlardan, bu yönde telkinler geliyordu. Ama o, bunları hiç düşünmeden reddediyordu. Cumhurbaşkanlığını bile geçici bir görev olarak düşünmekteydi. Fethi Okyar’ın 9 Ağustos 1930 tarihli mektubuna verdiği yanıtta şu satırlar vardı:
“Bildiğiniz gibi resmi görevim dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Genel Başkanlığını fiilen yapamamaktayım. Fiili Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı görevimin bitiminde, bizzat kurduğum Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Başkanlığını fiilen yerine getireceğim tabiidir.”
Mustafa Kemal’in demokrasiyi hedeflediği, cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı şeyler olarak düşünmediği açıktır. Üstelik ülkenin koşulları uygun olmadığı, dünyanın koşulları ters yönde geliştiği bir dönemde, bu düşüncesinden sapmamıştır. Baskı rejimlerinin hepsini eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadığını vurgulamıştır.
Ama bu kadarı yetmez. Kemalizmin “demokrasi” karşısındaki tutumunu, sadece sözlere bakarak değerlendiremeyiz. Asıl önemli olan, Kemalizmin demokrasiye ulaşabilmek için neler yaptığıdır.
Mustafa Kemal, Samsun’a ayak bastığı andan gözlerini yaşama kapadığı ana kadar, kişisel bir yönetim kurmamaya özen gösterdi. Baskı ve tehditle değil, insanları inandırarak adımlarını atmaya öncelik verdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bile, oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert bir biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihini yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir yasallık kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Birinci Dünya Savaşı’nda -çeşitli cephelerde- zafere ulaşmış tek Osmanlı paşasıydı. Daha o zamandan büyük bir ulusal kahramandı. Ulusal hareketi bir emir komuta zinciri içinde yürütme kolaylığını seçebilirdi.
Bunu yapmamıştır. Demokrasinin, halk desteğinin, kendisi açısından bir temel tercih sorunu olduğunu hemen her davranışında göstermiştir. Devrim tehlikeye düşüp de sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığında, bunu hiçbir zaman doğal saymamıştır. “Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır” demiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında görev yapan ilk TBMM’de bile, sayıları 120’yi bulan milletvekilinden oluşmuş bir muhalefet grubu vardı. Örneğin, sıtma ve frengi ile savaş yasası çıkarılırken, hastalığın mihraplar yüzünden değil, Allah’ın takdiriyle oluştuğunu savunuyorlardı.
Muhalefet, 1923 yılında Meclis yenileneceği zaman, Mustafa Kemal’i milletvekili seçtirmemek için oyunlar düzenleyebilecek kadar cüretliydi. Seçim yasasına şöyle bir hüküm eklenmesini önermişlerdi:
“Doğum yeri bugünkü sınırlarımız içinde bulunmayan, ya da herhangi bir yerde beş yıl süreyle kesintisiz yaşamamış olanlar milletvekili seçilemezler.”
Hedefin Mustafa Kemal olduğu açıktı. Doğum yeri olan Selanik ulusal sınırlar dışında kalmıştı. Cepheden cepheye koştuğu için de, hiçbir yerde beş yıl kalma gibi bir olanağı olmamıştı. Mustafa Kemal söz aldı, kendisini en basit yurttaşlık haklarından yoksun bırakma girişimi üzerindeki düşüncelerini söyledi. Oyun bozuldu. Yurdun her yanından, önerge sahiplerine protesto telgrafları yağdı.
Atatürk’ün ve Atatürk döneminin demokrasi açısından değerlendirilmesinde, anlamlı bir örnek de 1924 Anayasası tartışmalarıdır. Bir kere, Atatürk’ün -bazı telkinlere karşın- cumhurbaşkanına hükümeti de kurma yetkisi veren bir “başkanlık sistemi“ni hiç düşünmediğini biliyoruz. Üstelik yeni anayasa, cumhurbaşkanına meclisi dağıtma ve yasaları veto etme yetkisini bile tanımamıştır. Bu yetkiler birçok demokratik anayasada bulunduğu ve özellikle de veto yetkisini Atatürk’ün kendisi istediği halde, Meclis bu önerileri reddetmiştir.
Cumhurbaşkanına, seçimlerin yenilenmesini sağlamak amacıyla, hükümetin de görüşünü alarak meclisi dağıtma yetkisi tanıyan madde, 130 milletvekilinden 126’sının oylarıyla tasarıdan çıkarıldı. Veto yetkisi isteğinden ise, sert eleştiriler üzerine Atatürk’ün kendisi vazgeçti. Bu konularda karşı tutumun öncülüğünü yapmış olan Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu gibi isimler de, beklenilenin tersine Atatürk’ün saygı ve beğenisini kazandılar. Hükümetlerde önemli görevler üstlendiler.
9 Eylül sadece İzmir’in kurtulduğu gün değil, aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin -bir yıl sonra- Halk Fırkası adıyla kurulduğu gündür. Ama Atatürk devrimini gerçekleştirmek için böyle bir örgütlenmeye gitmek gereğini duyarken, başka partilerin kurulmasını yasaklayan hiçbir hukuksal düzenleme yoktu. 1924 yılında da, Atatürk’ün eski silah arkadaşlarından bir grup, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular.
Bu parti ne istiyordu? Neyin muhalefeti idi? Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha hızlı atılımlar istediği için mi kapatıldı?
Hayır! Gerek hareketin öncüleri olan Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi isimler, gerekse partinin programı, gerçek amacı saklamak gereğini bile duymamışlardır. Amaç, daha çok geç olmadan “saltanatı ve halifeliği geri getirmek”tir. Devrimi ve dolayısıyla demokrasiye gidişi önlemektir.
Mustafa Kemal, karşı-devrimci olmayan, demokrasiye bağlı bir siyasal muhalefetin bir an önce doğması konusunda sabırsızdı. Kendi partisi içinde oldukça geniş bir düşünce özgürlüğü ve tartışma ortamı bulunduğu halde, bunu yetersiz görüyordu. Serbest Fırka’nın oluşumu (1930), doğrudan doğruya onun çabalarının ürünüdür.
“Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun” görüşünü savunan Ergun Özbudun’a katılmamak olanaklı mı? Serbest Fırka’nın kurulması aşamasında, Atatürk’ün Fethi Bey’e (Okyar) yazdığı mektupta şu satırlar vardır:
“Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde millet işlerinin serbestçe münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.”
O dönemde -ağırlıkları olmadığı için- pek bilinmeyen başka partiler de kurulmuştu. Ama “devletçi” CHP’nin karşısında “liberal” Serbest Fırka’nın, Atatürk’ün gereksinme duyduğu demokratik muhalefeti yaratabileceği, demokratikleşme sürecini hızlandırabileceği umuluyordu. Oysa bu parti de hızla karşı-devrimci bir niteliğe kaydı. Ekonomik ve toplumsal görüş farkları arka plana itilirken, rejim sorunu ön plana çıktı. Fethi Okyar bile, konuşmalarında şapkanın kafirlik olduğunu, fesin ve şeriatın geri gelmesi gerektiğini savunmaya başladı.
Atatürk’ün, bu olumsuz gelişimi gördüğü halde, müdahale etmemesi, partiyi kapatma yoluna gitmemesi önemlidir. Ama bu kez de Fethi Bey, başında Mustafa Kemal gibi bir ismin bulunduğu parti ile sert bir savaşıma girmekten ve giderek ülkede bir iç karışıklık çıkması olasılığından ürkmüş, partisini kendi elleriyle kapatmak gereğini duymuştur.
Gerçi tek partinin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu, baskı rejimlerinde düşünülmesi bile olanaksız bir durumdu!) Altı Ok’un bir ilkesi de devletçilik olduğu halde, Celal Bayar ve arkadaşları, parti içinde açıktan liberalizm yanlısı bir tutum takınıyor ve önemli görevlere gelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli görmeyerek, TBMM’ye bağımsız milletvekillerinin de girebilmelerini ve grup oluşturmalarını sağladı. Yasal muhalefetin yararına ve hatta zorunlu olduğuna kesinlikle inanıyordu.
Atatürk’ün saltanat kaldırılırken, bazı dirençleri kırabilmek için tehdit edici konuşmalar yaptığını, devrime yönelik ayaklanmaları şiddete başvurarak bastırdığını biliyoruz. Ama doğruluğuna inandığı yöntemin ne olduğunu, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde ortaya koymuştur:
“Düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkili çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir.”
Mustafa Kemal sadece özgürlüklerden ve demokratik muhalefetten yana değildi; aynı zamanda yargı bağımsızlığını da savunuyordu. “Yargısı bağımsız olmayan bir devletin kendi bağımsızlığı tartışılır” diyordu. Böyle bir düşüncenin, bir diktatör tarafından savunulmasına olanak var mıdır?
Ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’nin Kemalist Tek Parti yönetimini özenle incelediğini biliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejimin geçerli olduğu toplumlarda demokrasinin gerektirdiği ortam ve koşulları hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyi gerçekleştirmek amacına yönelik olduğu görüşündedir. Duverger, Kemalizmin, demokrasi geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için, demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda en uygun ideoloji olduğunu savunmaktadır.
Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı. Tek partili sistem, olayların zorlamasıyla doğmuş, ama sürekli değil, sadece bir geçiş dönemi için öngörülmüştü. Başlangıçtaki memur-eşraf komiteleri görünümündeki ocak örgütlenmesine dayalı yapısı, totaliter partilerden çok kitle partilerine benziyordu. Partinin kapısı herkese açıktı. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı yapıtında bu durumu şöyle anlatıyor:
“Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi, en koyu gericilikten en ileri fikre kadar, bütün eğilimleri, itiraz edilmez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir karma parti idi. Bu karma parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık. Atatürk’e: ‘Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda toplayınız’ gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur.”
Başka bir deyişle, Atatürk’ün tek partisi, dışında bulunmayan çoğulculuğu içinde taşıyordu. Geleceğin muhalefeti ve daha sonraki demokratik iktidarı da, gene oradan çıktı. Partinin ideolojisini yansıtan altı ilke Anayasa’da da yer aldığı halde, o ilkelere ters düşen iktidarların, tek parti anayasasından hemen hiç yakınmaları olmadı.
Maurice Duverger, Siyasal Partiler kitabında Kemalist tek partiden uzun uzun söz ederken şöyle demektedir:
“(..) üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanizması mevcut değildi; üniformalar, geçit törenleri ve sert bir disiplin yoktu. Gerçekten parti içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen her kademedeki yöneticiler seçimle iş başına geliyorlardı. Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, faşist yöntemlere göre tasfiye edilmeksizin kurulabilmiş olmaları da kayda değer. Örneğin İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, Atatürk’ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan çoğulculuk, parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir.”
CHP, toplumu çok partili demokratik yaşama hazırlayan bir siyasal okul görevini yerine getiriyordu. Ama Atatürk’ün en yakınları bile, faşizmin yükselişinden ve özellikle de İtalyan modelinden etkilenmişlerdi. CHP’yi faşist bir modele göre yeniden yapılandırma çalışmalarının -İsmet İnönü’nün bile onayından geçerek- Atatürk’ün önüne kadar ulaştığını biliyoruz. Atatürk’ün bu öneriyi saçma, modeli hazırlayan yöneticileri de zorbalar olarak nitelendirdiği çok sert tepkisi ünlüdür ve düşündürücüdür.
Atatürk’ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün katılımcı demokrasi anlayışını daha o zamanlar benimsediği inancını bize veriyor. (Bu açıdan, Kemalist demokrasi anlayışı, 12 Eylül Anayasası’nın demokrasi anlayışından çok daha ileridir!)
Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve bu vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri, çocukların kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır.
Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş; 1924’te de seçmen yaşını 18’e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin ana yurdu sayılan bazı Batılı ülkelerden önce- veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk’tür. Eğer bugün Almanya’da her 100 üniversite öğretim üyesinden ancak birisinin kadın olması karşılık, bu oran Türkiye’de tam otuz katı yüksekse, bunda Kemalist devrimin katkısı yadsınabilir mi?
Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 Halkevi ile sayıları 4 bini bulan Halkodası da, kağıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmıştır. Bu kurumlar aracılığı ile halk sadece eğitimini ve kişiliğini geliştirmek olanağını bulmamış; aynı zamanda toplumsal ve siyasal yaşama etkin bir biçimde katılma fırsatını da elde etmiştir. Halkevlerindeki çalışmalarda başarılı olanlara, seçimlerde CHP listesinden aday gösterilme yolu açılmıştır.
1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri de, Kemalist devrimin ürünüdür. Orada verilen eğitim, sadece içerik olarak değil biçim olarak da, demokratik kültürün yerleşmesine büyük katkı yapmıştır. Köy Enstitüleri, köylünün toplumsal ve giderek siyasal yaşama katılmasının önemli bir aracını oluşturmuştur.
Zaten Kemalist eğitimin amacı belliydi. Amaç ümmet anlayışına sahip bir topluma ulus bilinci kazandırmak, kulu yurttaşa dönüştürmekti. Atatürk öğretmenlere şöyle sesleniyordu:
“Biz sizden düşüncesi özgür, vicdanı özgür, anlayışı özgür kuşaklar istiyoruz.”
Atatürk, sivil toplum örgütlenmesine dayalı katılımcı bir demokrasiye inandığının somut örneklerini vermiştir.
Anadolu Ajansı, bir devlet dairesi değil de bir anonim ortaklık olarak yeniden kurulduğunda, yıl 1925’ti. Anaparanın tümünü devlet koyduğu halde, payların yarısı çalışanlara verilmişti. Daha sonra Türkiye’de ilk radyoyu da kuracak ve TRT’nin anası olacak olan Telgraf Telefon Anonim Şirketi 1927 yılında kurulduğunda, tüm payları özel kişilerindi. Bir devlet kuruluşu olan Ziraat Bankası’nın karşısında, İş Bankası; bir özel girişim örneği olarak kuruldu ve Atatürk de paydaşları arasında yer aldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halka kooperatifçiliği öğretmek, toplumda kooperatifçiliği özendirmek için büyük çaba sarfedenlerin başında yine Atatürk vardı. Silifke Tarım Kredi Kooperatifi ile Ankara Memurlar Tüketim Kooperatifi’nin bir numaralı üyesi Atatürk’tü.
Atatürk, öncüsü olduğu devrim açısından çok önem verdiği Türk Dil ve Tarih Kurumları için önerilen devletçi modelleri geri çevirmişti. Hatta Fransız Akademisi modelini bile uygun bulmamıştı. Onların birer dernek olarak yapılanmalarını sağlamakla yetinmedi; parasal açıdan da, devletten ve geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kılmak için, onları kendi mirasçıları olarak belirledi.
Bütün dünyada katılımcı demokrasinin, özerk kurumların moda olduğu bir dönemde mi yapıldı bunlar?
Tam tersine! Her şeyin devletin içinde olduğu, aile dahil hiçbir kurumun devlet denetimi ve düzenlemesi dışında kalamadığı, faşizmin ve komünizmin yükselme döneminde ve bu yöndeki telkinlere karşın yapıldı! Atatürk’ten 27 Mayıs Anayasasına, Türkiye’ye bağımsız ve demokratik kurum anlayışını Kemalistler getirdiler. Daha dünyada açık bir sivil toplum anlayışının bulunmadığı bir dönemde, son derece yoksul ve eğitimsiz bir toplumda, baskıcı geleneklere karşın, geleceğin sivil toplumunun tohumları birer birer atıldı.
Aslında tarihsel olgu ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de, ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile ya da aynı dönemde benzer koşullara sahip olan başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırarak.. Her iki yaklaşımda da, Kemalist Türkiye’nin oldukça demokratik sayılması gerektiği açıktır. Atatürk yönetiminin, kendisinden önceki Osmanlı rejiminden de, aynı dönemde ya da daha sonraları var olan benzer koşullardaki geri kalmış ülke rejimlerinden de çok daha demokratik olduğu tartışma bile götürmez.
Tarihçi Sina Akşin -alışılmışın dışına çıkarak- bir başka yaklaşım deniyor. Kemalist tek parti yönetimini, aynı dönemin Avrupa ülkelerinin yönetimleriyle karşılaştırıyor. Vardığı sonuç şudur:
“Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde, Atatürk döneminden çok daha ileridedir. Ama Atatürk döneminde Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945’ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa’ya göre geriledik”
Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve başkanlık sistemini niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını , Mustafa Kemal’in Meclis’i dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl reddetti? Nasıl reddedebildi?
Hitler dönemi Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, başta ABD, Batı’nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken, niçin Türkiye’ye gelmeyi tercih etti? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını, güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi? Gelişmiş bir ülkenin baskı rejiminden kaçıp, geri kalmış bir ülkenin baskı rejimine sığınmış olmaları düşünülebilir miydi?
Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde gelen devlet adamı, yoksul ve geri kalmış bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için adeta sıraya girmişlerdi. İngiliz kralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk’e ve Kemalist Türkiye’ye gösterilen bu ilgi çok anlamlıydı.
1920’lerde eski dünyada Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş sadece dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan (Etiyopya) ve İran da zamanla istilaya uğradı. Mussolini’nin bir demeci, bu ortamda Türkiye’de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şu mesajı vermek gereğini duydu:
“Türkiye bu kapsamın dışındadır. Çünkü bir Avrupa ülkesidir.”
60 yıl öncesinin Türkiye’si, faşist İtalyan diktatörünün bile bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?
Atatürk’ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı demokratikleştirme sürecinin önemli bir aşamasını tamamlayarak tek partili döneme son veren İsmet lnönü, daha ileriki yıllarda şöyle demiştir:
“Atatürk’ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır. (…) Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı.”
Ahmet Taner Kışlalı
Geri bildirim: unutulmazlar, – Aşk ve Spor