Karar Vermiştik, Cenaze Namazı Sarayda Kılınacaktı…

Fahrettin Altay “O günü“ anlatıyor:

1938 yılı ka­sım ayının ilk günleri birbi­rini kovalar­ken, bütün mil­let her sabah “İyi bir haber alabilecek mi­yiz?” diye kal­kar, gazetelere sardırdı… Ama üzüntüler, her gün biraz daha kâbus gibi çöküyordu. Ayın 9’undaki haberlerden artık ümitler kesilmiş, gözler yaşar­maya başlamıştı.

ATATÜRK GİDİYOR…

Bütün millet için ne ıstıraplı düşünceydi bu. Nihayet, kara gün geldi çattı. 10 kasım sabahı, her tarafta şu haber uçuştu: Dolmabahçe Sarayında bayrak yarıya indirilmiş…

Bu kara haberi duyan herkes, “Eyvah ATA’mızı kaybettik.” di­ye hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bü­tün bir milletin sinesinden ko­pan feryat her yerde duyulu­yordu. Herkesin bu iç acısına, hele O’nun silâh arkadaşlarından biri olarak yana yana katıldığım sı­rada, acı bir emir aldım: Rah­metli Atatürk’ün cenaze alayına kumanda edecektim…

YALNIZ KALMIŞTIK

O’nunla beraber vuruştuğu­muz günler, Millî Mücadelenin sıkıntılı zamanları, kan ve ateş çemberi gözümün önünde, her zamankinden çok daha canlı, çok daha mânalıydı. Ama, O, yoktu şimdi. Kara toprağa veri­yorduk. Gidiyordu, Büyük Ata­türk, aramızdan gidiyordu. Fakat, mavi gözlerinin bebek­lerinde pırıldayan manalı ifade sönmüş olsa da, batmayan bir güneşti O… Fakat gidiyordu. İnanılmaz bir şeydi bu haber. Hani, “Benun nâçiz vücudum bir gün elbette toprak olacak, ama Türkiye Cumhuriyeti ilele­ bet payidar kalacaktır.” dediği günleri hatırlıyordum. İçim yanıyordu. Kara haber, can evimden vurmuştu beni. Üstelik, O büyük askerin naaşını toprağa verirken, töreni ida­re etmek, sorumluluğu bana yüklenmişti.

BÖYLE ACI DUYMADIM

Birçok seneler, çok çok savaş­lara girdim. Yendim, yenildim. Yenmek ne kadar tatlıysa, yenil­mek de o kadar acı. Lâkin, bu son görev, bana savaşlarda ye­nilmekten de çok acı geldi. O’nun sayesinde başımız yu­karıda gezebiliyorduk. Bir mil­leti zülden kurtaran O. Büyük Varlık, bizi bırakıp gidecek miydi? O’nu toprağa mı verecek­tik şimdi? Evet, O uçup gitti aramız­dan. Ama, 58 gibi genç bir yaşta mı bize bu acıyı tatdıracaktı ? Gözyaşlarımızı tutamıyorduk. Havsalamız almıyordu bu gerçeği. Hayır, o güneş batmamıştı. İstiklâlini kurtardığı bir milletin sinesinde, müsterih, ebedî bir uykuya dalıp gitmişti…

CENAZE NAMAZI, MESELE OLMUŞTU

O’nun cenaze namazı bir me­sele oldu. Töreni idareyle gö­revli bir kumandan olarak An­kara’dan sordum: Namazın İs­tanbul’da mı, Ankara’da mı kı­lınması münasip idi?.. Bu konu, o günün idare adam­larını başka yönden düşündürü­yormuş. Cenaze namazı, İstan­bul’da veya Ankara’da bir camide kılınırken, birtakım geri kafalı müfritlerin, lâikliği kö­tülemek için, dinî büyücek bir nümayiş yapmaya teşebbüsleri halinde, kalabalıkta meydana gelecek kargaşalık, nâhoş sonuç­lar yaratabilir… deniliyordu.

KARAR VERİLİYOR

Bu tereddüt karşısında, za­manın Başbakanı İstanbul’a ge­lerek Dolmabahçe Sarayı’nda bizleri bir müzakereye çağırdı. Cenaze namazının mutlaka bir camide kılınması için, dinî ba­kımdan mecburiyet yoktu. Te­miz bir köşe, bu dinî vecibeyi yerine getirmek üzere, kâfi ge­lecekti. Bütün bunları, uzun uzun konuştuk.

Yukarıdaki fotoğrafta Büyük Kurtarıcı’yı Dolmabahçe’nin geniş Muayede salonunda altı meşalenin aydınlığı içinde, ebedî uykusunda görüyoruz…

Nihayet, Dol­mabahçe Sarayı’nın büyük sa­lonunda Büyük Atatürk’ün ce­naze namazı kılındı. Namaz sırasında imam, İs­tanbul’un aydın hocalarından Şerafettin Efendi idi. Namaza, Atatürk’ün Sarayda bulunan hemen hemen bütün silâh arka­daşları, birçok milletvekili katılmış ve cemaat, salonu doldur­muştu ve herkesin gözü, kan çanağı gibiydi ve ağlamaktan artık kurumuştu gözlerimiz.

BATMAYAN GÜNEŞ…

Namazdan sonra, O’nu, omuz­lar üstünde top arabasına gö­türdük ve genç Türkiye’nin bin­lerce mahzun evlâdı, o top ara­basını çekiyor, Büyük Atatürk’ü, milletin sinesine götürüyordu.

O’nun şerefli evlâtları!

Biliniz ki O güneş batmadı. Bu dünya var oldukça ışıkları içimizde parlayacaktır. Biliniz ki O’nun izinde yürüyen sîzler, hepiniz bir ATATÜRK’sünüz. Allah, O’na rahmet eylesin ve O’nun gücünü, bizim üstü­müzden eksik etmesin…


Hürriyet Gazetesi, 10 Kasım 1963