İzmir Alındığı Gün Gazi Ölseydi Cumhuriyet Kurulamazdı

Hıfzı Topuz’un ‘Bana Atatürk’ü Anlattılar’ eserinden:

Falih Rıfkı Atay gençlik yıllarımızın en ateşli başyazarlarından biriydi. Ulus’ta yazıyordu, hükümetin sözcüsü durumundaydı ve büyük saygınlığı vardı. Galatasaray’dan sınıf arkadaşım Halil Atay’ın da babasıydı. O bakımdan da kendisini bize daha yakın sayıyorduk. Daha sonraki yıllarda üvey kızı, dostum Mîna Urgan’dan ve annesi Şefika Hanım’dan birçok kez Falih Rıfkı’yı dinlemiştim. 1894’te İstanbul’da doğmuş olan Falih Rıfkı Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra 17 yaşında Servet-i Fünun’da yazmaya başlamış, iki yıl sonra da yazılarını Tanin’de yayınlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katıldı ve Cemal Paşa’nın katibi olarak askerliğini yaptı. 1918’de üç arkadaşı ile birlikte, yani Necmettin Sadak, Ali Naci Karacan, Kâzım Şinasi Dersan’la Akşam gazetesini kurdular. Gazete 1919’dan sonra Milli Mücadele’nin İstanbul’da sözcüsü durumuna geldi. 

Falih Rıfkı Akşam’daki yazıları nedeniyle yargılandı. İdama mahkum edilirken Anadolu’ya kaçtı. Önce Bolu, sonra da Ankara milletvekili olarak meclise katıldı. Bir yandan da Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye gazetesine yazıyordu. Bir süre sonra gazetenin başyazarı oldu. Her zaman Atatürk’ün yanında yer aldı, yazılarında onun düşüncelerini yansıttı. 

1952’de İstanbul’a yerleşen Falih Rıfkı Atay, Dünya gazetesini kurdu. Önceleri CHP çizgisinde olan Atay, bir süre sonra Demokrat Parti liderleriyle yakın ilişkiler içine girdi. 10 Aralık 1962’de de CHP’den istifa etti. 

Dünya gazetesi, Cemal Nadir Sokağı’nda, Akşam gazetesinin hemen arkasındaki bir binada çıkıyordu. Yani, komşuyduk. Kendisine bizim sokakta sık sık rastlıyordum. 

Falih Rıfkı’dan “Cumhuriyeti Kuranlar Anlatıyor” için randevu almam hiç güç olmadı. Beni Dünya’daki odasına çağırdı. Genelde soğuk ve mesafeli davranışına karşın kendisiyle uzun ve tatlı bir konuşma yaptık. Gündemde elbette ki Atatürk vardı. Birçok şey anlattı. Atatürk hakkında anlattıklarını bir yıl sonra Dünya’da çok akıcı bir dille yazdı. 

Kendisine sorduğum ilk sorunun yanıtını o yazılardan aktarıyorum: 

“Atatürk ne yaptığını, ne yapacağını, kimlere ne yaptıracağını, kimleri nasıl ve nerede kullanacağını bilir, pek hesaplı bir adamdı. Yapmış oldukları üzerinde istediğiniz tenkitlerde bulunabilirdiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, kendi kendine vefalı bir lider olduğu su götürmez. Tarih boyunca bütün kendi gibi olanlara benzerdi. O da bal veren bir çiçek değil, her çiçeğin balını almasını bilen bir arıydı. 

Atatürk kızıp darılır, barışıp gene bozuşur, bazen huysuzluğu, bazen keyfi tutar, bir müddet herhangi bir dedikodunun etkisi altında haksızlığa gider, sonra pişmanlık duyar, üstelik alayı, şakayı seven tabii bir insandı. Atatürk’ün devlet sırlarını sofrasının üstüne döktüğü sanılmamalıdır. Resmi işlerini sorumlu hükümet adamlarıyla görüşürdü. Akşam meclislerinde dostlarıyla buluşmak, olaylar ve şahıslar üzerine anılarını anlatmak, tartışmak da eski âdetiydi. Yaman bir politikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalıydı. Bir zorba değil, inandırıcı, bağlayıcı, bir lider olmayı ister ve bazen pek zeki olmayanları şaşırtacak dolaylı yollar seçerdi. 

Atatürk’ün anlatışı ne nutuk söylemesine ne de yazı yazmasına benzerdi. Ara sıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir şiveyle renkli hikâyeler anlatırdı. 

Sofrasının iki türlü dağılışı olurdu. Ya Atatürk’e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir, odasına çekilirdi. Ya da yabancı ve yarı bildikleriyle vedalaşıp birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında ya da köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra hafifler ve ayrılırdı.”

Atatürk’ün ideal arkadaşlarından biri olan Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün ölümünün 13. yıl dönümünde cumhuriyetin kuruluşu hakkındaki sorumu şöyle yanıtladı: 

“Eğer Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basmasaydı ya da Samsun’a çıktıktan hemen sonra ölseydi ne olurdu? Bin türlü tahmin yürütülebilir. Büyük Taarruz’dan bir gün önce ölseydi ne olurdu? Yine istenildiği kadar tahminler yürütülebilir. Fakat İzmir alındığı gün ölseydi cumhuriyet kurulamazdı. 

İzmir alındığı gün her tarafta, Anadolu’da ve İstanbul’da yapılacak işlerin bittiği hissi vardı. Padişahlığın ve hilafetin kaldırılması bir iktidar değil, bir rejim sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Tanzimat’tan beri devam eden eski ve yeni mücadelesi, Garpçılık ve Türkçülük tartışması laiklik prensiplerine göre yenilerin zaferiyle sonuç bulmuş olacaktı. 

Tarihi bir gerçektir ki, bu yeni düzen fikri birinci Büyük Millet Meclisi’nde de, hilafeti kaldıran ikinci Büyük Meclis’te de azınlıktaydı. Yeni düzen taraftarları arta arta çoğunluğu oluşturacaklardı. Onun için cumhuriyetin kuruluşunu bir dikta eseri telakki edenler haksız değillerdir. 

Bu dikta Atatürk’ün kişisel bir zorlaması olarak alınmamalıdır. 1908’den sonraki ileri görüşlü milliyetçiler Atatürk’ün doğal fikir arkadaşlarıydılar. Halk yığınları bir milli kahraman olarak kayıtsız şartsız Atatürk’ün arkasındaydı. Eğer o sıralarda Atatürk halk yığınları arasında eski düzeni temsil eden liderlerden biriyle kendi arasında bir referandum yapmış olsaydı, halk yığınlarının Mustafa Kemal’i bırakmayacaklarına şüphe yoktu. 

Çevresindeki bütün insanların kendisini anladığı söylenemez. Şimdiki genç ve devrimci kuşak o zaman onun çevresinde olsaydı muhakkak ki çok daha mutlu olurdu.”

1923’teki hedefleriniz ne ölçüde gerçekleşmiştir?

“1923’te biz, sözde en ileri fikirde olanlar, Atatürk’ün yapmış olduğu devrimlerin hiç olmazsa bir kısmının bu kadar kısa bir zamanda gerçekleşeceğine inanmazdık. Atatürk yeni düzenin bütünlüğüne ve ödünsüzlüğüne inandığı için davranışlarında ve eylemlerinde bizim hayallerimizi bile aştı. 

Size kişisel olarak bir örnek göstereyim. Yeni yazı hakkındaki komisyon teklifini Ankara’dan İstanbul’a ben getirmiştim. Atatürk bana, ‘Bu yazının ne kadar zamanda tatbik edileceğini düşünüyorsunuz?’ diye sordu. 

Komisyondaki arkadaşlar 15 ile 5 yıl arasında bir geçiş süresi tasarlamaktaydılar. İlkokullarda önce iki yazı bir arada gösterilecek, gazeteler yarımşar sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazı oranını artıracaklardı. Kendisine bunları söyledim. Bana dedi ki: ‘Bu yazı ya üç ayda yürür ya da hiç yürümez. Siz beş sene gazetelerde yalnız bir sütun eski yazı bıraksanız bile herkes yalnız o sütunu okur. Bu arada savaş gibi herhangi ağır bir buhran çıktı mı, sizin yeni yazınız da Enver Paşa’nın yazı girişimi gibi yok olur gider.’ 

Dediğini yaptı. Kendi âdeti üzere yeni yazı devrimini de bir halk hareketi haline soktu. Yakın zamanlara kadar en büyük askeri makamlarda bile müsveddelerin eski yazıyla hazırlandığını hatırladıkça şimdi Atatürk’ü acelesinde haklı bulduğum kadar, kendimi ve komisyon arkadaşlarımı haksız buluyorum. . 

Bugün bu devrimler geri alınamaz. Fakat bu devrimlerin Türk milletine vermek istediği Batı uygarlığı dünyası içinde tam bir yeni çağ toplumu olma davası hâlâ bir gelecek zamanlar sorunudur. 

Bilhassa bütün halk çocuklarının müspet ilimlere dayanan ilk eğitimden geçirilmesi bir sorundur. Atatürk devrimlerinin savunulmasında üç değişmez ilke vardır: düşünce ve vicdan özgürlüğü, kadın hakları ve yeni yazı.”

Atatürk rejiminin korunması için neler yapılabilir?

“Tek meclis daima bir devrim meclisidir. Tek meclis kendi devrim düzenini kurduktan sonra memleket ihtiyacına ve zamanın anlayışlarına göre bir kuvvetler dengesi yaratmalıdır. Tek meclis ile rejimin kararlılığından söz edilemez.” 

(Akşam, “Cumhuriyeti Kuranlar Anlatıyor”, 10 Kasım 1951) 

Dünya gazetesini kuran Falih Rıfkı Bey’i, yaptığım bu konuşmadan 20 yıl sonra, 20 Mart 1971’de yitirdik.