İstiklâl Şairi Mehmet Akif Ersoy
Cumhuriyet tarihinin en önemli âlimlerinden biri de İstiklâl marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy’dur. Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılnın aralık ayında İstanbul’da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı babasının doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Akif’in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kâğıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür. Annesi Buhara’dan Anadolu’ya geçmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova’nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi’dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona “Akif” ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih, Sarıgüzel’deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır.
İlköğrenimine Fatih’te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların âdeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidaî (ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça Öğrenmeye başladı. Orta öğrenimine 1882 yılında Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı. Bir yandan da Fatih Camii’nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Akif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin hürriyetperver aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.
Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadîsi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Akif, Mülkiye İdadîsi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne kaydoldu.
Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi’nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.
Mezuniyetinden sonra Mehmet Akif, Fransızcasını geliştirdi. 6 ay içinde Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda “Kur’an’a Hitap”, adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.
Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda memur olan Mehmet Akif, memuriyet hayatını 1893-1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası’na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane i Amire veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.
Mehmet Akif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet’i Fünun Dergisi’nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde (1906) kompozisyon, sonra Çiftçilik Makinist Mektebi’nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.
II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Mehmet Akif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet’in ilânından sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye yaptı. Ancak Mehmet Akif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkmış, “sadece iyi ve doğru olanlarına” şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Akif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği yaparken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.
II. Meşrutiyet’in Akif’in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazılan bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilânından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebül’ula Mardin’in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908’de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebül’ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912’den itibaren “Sebil’ür Reşad” adıyla çıkmaya devam etti. Akif’in hemen hemen bütün şiir ve yazılan bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda İslâm Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.
1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.
Balkan Savaşı’ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden 1914 yılında ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilât’ı Mahsusa’dan gelen teklif üzerine İslâm birliği kurma gayesi güden Almanya’nın Berlin şehrine Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. İngilizlerle birlikte Osmanlı’ya karşı savaşırken Almanlara esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı “Berlin Hatıraları” adlı şiirini dönünce “Sebil’ür-Reşad”ta yayınladı.
İstanbul’a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Arabistan’a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için karşı propaganda yapmaktı. Mehmet Akif, Berlin’deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan’da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı’nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan’da kalan Mehmet Akif, “Necid Çölleri’nden Medine’ye” şiirinde bu seyahatini anlattı.
Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Akif, Lübnan’da iken Şeyhülislâmlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti başkâtipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslâm ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslâm aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa’nın “İslâmlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.
Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Akif, Balıkesir’e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii’nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul’a döndü. Bu arada “Sebil’ür Reşad” idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Akif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920’de Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti’ndeki görevlerinden azledildi.
Akif’in Millî Mücadele’ye Katılması
İstanbul’da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Akif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin’i yanına alarak Anadolu ya geçti. “Sebil’ür-Reşad” dergisini Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan davet gelmişti. Daveti kabul eden Akif, T.B.M.M’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara’ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.
Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Akif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Akif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. T.B.M.M’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı “Burdur milletvekili ve İslâm şairi” olarak geçmektedir.
Ankara’ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti. Büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilâyetlere ve cephelere dağıtıldı.
Akif, Anadolu’ya geçerken Eşref Edip’e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Şebil’ür-Reşad Dergisi’nin klişesini de alıp İstanbul’dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Akif derginin 464-466. sayılarını Eşref Edip’le beraber Kastamonu’da yayımladı. 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu’ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara’da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.
1921’de Ankara’da Taceddin Dergâhı’na yerleşen Mehmet Akif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara’ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri’ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Akif, Ankara’da kalınmasını, Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.
İstiklâl Marşı’nın Yazılması
Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey kendisini ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna etti. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta
katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Akif’in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Akif’in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45’te milli marş olarak kabul edildi. Akif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal’i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.
Akif, Milli marşımız için, “Allah bu millete bir daha milli marş yazdırmasın” diyerek o dönemde çekilen sıkıntıların büyüklüğüne dikkat çekti.
Akif’in Kur’an Tercüme Serüveni
Kamil Miras hoca, değerli Tefsir ve Hadis konusunda olduğu gibi diğer İslâmî ilimlere de vakıf olan mümtaz bir ilim adamı ve mütefekkir olmakla beraber aynı zamanda millî şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un da yakın dostudur. Tek parti dönemine en ciddi muhalefet yapan “Türk-İslâm Ansiklopedisi” kadrosu içinde de yer almıştır. Onun ilmi vukufiyeti Babanzade Ahmet Naim’in ömrünün vefa etmemesiyle bitiremeyip üçüncü ciltle bırakmak zorunda kaldığı “Sahihri Buhari ve Tecrid-i Sarih” adlı meşhur eseri tamamlamasıyla kendini göstermiştir.
Cumhuriyet döneminin önde gelen muharrirlerinden birisi olan Prof. Kamil Miras, çok partili hayata geçiş sürecinde yazdığı bir makalede, Akif’in Kur’an tercümesi işini başından sonuna kadar içinde bulunan bir müşahit sıfatıyla hatıralarını nakleder. Dahası, Akif’in hastalığı esnasında ondan duyduklarını hikâye ederek konuya açıklık getirir. Bununla da yetinmeyen Kamil Miras hoca, Cumhuriyetin ilk dönemindeki Tefsir ve Hadis çalışmalarına değindiği gibi “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’ın nasıl telif ettiğine ve Babanzade Ahmet Naim Bey’in Sahih-i Buhari’nin tercüme ve izahına nasıl başladığına dair önemli bilgiler de verir. Pek tâbii Akif’in Kur’an mealiyle ilgili çabalarına ve bu çabanın sonunun ne olduğuna dair verdiği bilgiler ciddî bir içerik taşır. Merhum Kamil Miras hoca, öncelikle makalesinde Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki Tefsir çalışmalarına temas ederek şöyle der:
“Cumhuriyet devrine kadar bizde matbu iki Kur’an tercümesi vardı: Tibyan, Mevakib. Tibyan tam bir tercüme değil, tefsir ile karışıktır ve çok eski bir üslüp ile yazılmıştır. Mevakib daha yeni ve daha sade bir kalem eseridir. Sultan Mecid zamanında o devrin tanınmış âlim ve ediplerinden Ferruh Efendi tarafından yazılmıştır. Mushaf-ı Şerif kenarında basılmış güzel bir nüshası da vardır. Cumhuriyet devrinde bir takım ehliyetsiz kimseler tarafından yanlış ve edebî kıymetten mahrum Kur’an tercümeleri yazılıp basılmaya başlanmıştı. Bunlar arasında doğrudan Fransızca tercümesinden Türkçeye çevrilenler de vardı. Bu fena cereyanı önlemek ancak halkın eline hatasız ve bugünün edebî üslübuyla yazılmış bir tercüme vermekle mümkün olabilecekti. ”
Kamil Miras hoca, kendi ifadesiyle Tefsir konusunda “fena cereyanı” önlemek için T.B.M.M nezdinde yaptığı girişimleri ise şöyle konu edinir:
“Büyük Millet Meclisi’nin ikinci intihap devresinde doğup büyüdüğüm Afyon’dan Mebus seçilerek iştirak ettiğimde Diyanet İşleri bütçesine icap eden tahsisat konularak Kur’an-ı Kerim’in mealen tercümesiyle ilmi bir tefsirinin yazılmasını teklif ettim. Bu teklifim Meclis’te ittifakla kabul olundu. Sonra Diyanet Riyaseti bu vazifelere kimlerin memur edilmesi hususunda fikrimi sordu. Tercümenin Akif, tefsirin de Elmalılı Hamdi merhumlar tarafından yazılmasının muvafık olacağını bildirdim. Meclis’te Sahih-i Buhari’nin tercüme ve izah edilmesine de karar verilmişti. Bu mebrur vazifenin de Babanzade Ahmet Naim Bey tarafından yazılmasının muvafık olacağını söyledim.”
“Memleketimizde en yüksek ilim ve kalem sahibi olan bu zatlar kabul olunarak bunlara bu vazifelere davete Müşavere Heyeti azasından Ahmet Hamdi Akseki memur edilip İstanbul’a gönderildi. Bu ilmî vazifeler bu zevata tevdi edildi. Fakat Ahmet Hamdi Bey, Akif’le Ahmet Naim Beylere bu vazifeleri kabul ettirmek için ciddî güçlük çekmişti. Hatta benden de yardım talep etmişti. Gerek Akif, gerek Ahmet Naim vazifenin ağırlığından bahisle itiraz ediyorlardı. Bilhassa pehlivan Akif in omuzlarına en ağır vazife yükletilmek isteniliyordu. O da Kur’ân’ın icazkâr belâgatine edebî zevkiyle hayran bulunduğu için bu ağırlığı çoktan duymuştu, çekiniyordu. Sonra Kur’an-ı Mübin’in ihtiva ettiği her sahaya ait hakikatleri onun nazmından anlayabilmek için manaya delâlet eden nazmın edebî ve lisanî sahalarda bir takım ahval-i hususiyeti vardır ki İslâm hukuk ve medeniyeti Kur’an nazmındarı bu ilmî düsturlara riayet ederek iktisap edilmiştir. Bu düsturları usul-i fıkıh denilen ilim ihtiva eder. Buna Kur’ân’ın Hadis ile müşterek bahisleri de vardır ki bunlar da usul-i hadis ilminin ihtiva ve mahşeri çoğunluk arz ettiği düsturlardır. Bu usul ve kavaidi bilmeyen kimse için tefsir ve hadis kaynaklarını anlamak mümkün değildir. Bunları hakkıyla anlamadan nazmi Kur’ân’ın medlülünü anlamak ve kalemle ifade etmek mümkün değildir. Akif merhum Cerrahpaşa’da oturduğu sırada bu iki usule dair birer metin okumuştuk. Ayrıca kendisi de mütalaa etmişti. Fakat o, bu ağır vazifeyi kabul etmek için bunu kâfi bulmuyordu…”
“Şu kadar var ki Akif’e, Elmalılı Hamdi Yazır gibi usulde, füruda ihtisas sahibi bir zatın refakati bir mesnet olacaktı. Hamdi Efendi’nin ilmiyle Akif’in edebî zevki birleşerek müfessir ile mütercim birbirlerini destekleyeceklerdi. Hamdi Efendi tefsir yazdıkça Akif’e verecekti. O da tercüme yazacaktı. İşte Akif tercümeyi bu suretle kabul etti, fakat bir müddet sonra Mısır’a gitti. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Hamdi Akseki İstanbul’a gelmişti. Beni de ziyaret ederek taltif etti. Tefsir yazısının ilerlediğini, fakat Akif Bey’in tercümeyi göndermediğini hikâye ederek, bir mektup yazsanız da tercümeyı gönderse, biz yazdık, aldırmadı dedi. Akif Bey’e, sevdiği Kuşadalı şair Rıza Efendi merhumla müşterek bir mektup yazarak tercümeyi göndermesini rica ettik. Adeti hilâfına bize de cevap vermedi. Nihayet Diyanet İşleri Riyaseti tercümenin yazılmasını da Elmalılı Hamdi Efendiye havale etti ve hepimizin malümu olan tercüme ile tefsir Hamdi Yazır tarafından yazıldı.”
Akif, Mukaveleyı Fesh Etti
Mehmet Akif, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı mukaveleyi feshedip aldığı kaporayı iade etse de, Mısır’da yoğun bir biçimde meal çalışmasını sürdürür. 1932’de Mısır’da kendisini ziyaret eden Eşref Edip, meali okuduğunu ve son derece belağatlı bir çalışma olduğunu söyler. Hatta meali Türkiye’ye getirip basma teklifinde bulunsa da Mehmet Akif, tamam olmadığı gerekçesiyle buna rıza göstermez. Nihayet ağır hasta olup vefat edeceğini anlayan Akif 1936’da hasretiyle yanıp tutuştuğu ülkesine avdet eder. Kamil Miras, bu geri dönüş hikâyesini ve mealin ne olduğuna dair hatırasını şöyle nakleder:
“Mehmet Akif Mısır’dan hasta geldikten sonra Kuşadalı Rıza Efendi merhumla Şişli’deki Şifa Yurdunda ziyaret ettik. İçeri girince, merhum hemen yatağından doğrularak neşe ile karşıladı. Hoş geldiniz, geçmiş olsundan sonra Akif, Rıza Efendiye, öteden beri mutadı olan ihtiyarlık lâtifesiyle söze başlayarak, “Hocam, bizim ihtiyar şair maşallah hâlâ genç!’ diyerek güldü, bizi de güldürdü. Rıza Efendi de, ‘Bu sene oldu yaşım tam elli, / Elli olduğu yüzümden belli.’ beytiyle sevgili dostunu karşıladı ve kahkahalar tazelendi. Çünkü Rıza Efendinin o sırada yaşı yetmişe merdiven dayamıştı. Bununla beraber üzüm gibi siyah sakalında bir tel beyaz yoktu. İstiklâl Marşı Şairi kırk yıllık şiir yoldaşını cevapsız bırakmadı ve irticalen, “İhtiyarlıkla yüzün saçmada nur, / Fakat Üstat, sakalın şahid-i zor.’ beytini söyleyerek mukabele etti. Bana da bu lâtif konuşmayı muhtıra defterime kaydetmek vazifesi düştü. Sonra uzun bir tahassürün hararetli muhasebesi başladı. Bu sırada Akif son derece teessür irade eden bir eda ile son mektubumuza cevap veremediğinden itizar ederek Kur’an tercümesiyle iştigalini veneticesini şöyle anlattı:
“Cevap yazmadığıma müteessirim, fakat mazurum. Çünkü Kur’an’ı tercüme edemedim. Hayır, tercüme ettim. Hem bir değil, iki kere tercüme ettim. İlk tercümeyi yaptım, hiç beğenmedim. İkinci bir tercüme daha yaptım, onu da bir türlü beğenemedim. Ahmet Naim merhumun Hadis tercümelerinde yaptığı gibi kavis içinde muavin kelimeler kullanarak eksikliğini tamamlamak istedim, bu da olmadı. Bu da Kur’an-ı Kerim’in aslındaki belâgatini bozuyordu. Bazı kelimelerin ve umumî surette edatların mukabillerinin bulunmaması, edebî birer vecize olan bazı cümlelerden olan o kısa ayetlerde müteaddit edatın içtima etmesi tercümeyi imkânsız hale koyuyordu. Kur’an’ın tam tercümesindeki imkânsızlık ne benim kusurum, ne de dilimizin. Ben tercüme ile meşgul olurken Farsça ve Fransızca tercümeleri de gördüm. Benim Türkçe tercümem onlardan yüksekti. Fakat bu nispî yükseklik benim edebi zevkimi tatmin etmiyordu. Kur’an’ın nazmındaki icazkâr belâgate baktıkça hayranlığım artıyordu. Tercümemden utanıyordum. Birisi Allah’ın (cc) kelâmı idi, öbürü Akif kulunun tercümesi. Bu vaziyette ben bu tercümeyi İslâm ümmetinin ve Türk milletinin eline nasıl sunabilirdim? Bu cihetle onu Mısır’dan getirmedim. Demir kasa gibi sağlam ve emin bir dostuma bırakıp geldim. Ben sağ kalırsam kısa notlar yazarak noksanları telâfiye çalışacağım. Ölürsem, ne yapılacağını o dostum bilir.”
Akif’in Türkiye’ye Dönüşü ve Vefatı
Mehmet Akif Kahire’de kaldığı sürede hastalandı. Hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle Önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti. Fakat iyileşmeden Mısır’a hasta olarak geri döndü. 17 Haziran 1936’da ise tedavi için İstanbul’a geldi. 27 Aralık 1936 tarihine kadar İstanbul’da kalan Akif, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 7 kitaptan oluşmuştur. Mehmet Akif, Istiklâl Marşı’nı Safahat’a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklamıştır: