İsmail Habib’in Hatıralarında Mahmut Esat Bozkurt

Kalem dostluğu

Dostluğumuz, çey­rek asır önce, şahsen birbirimizi gö­rüp tanımadan baş­ladı. İstiklâl cenginin ilk devirlerinde Kastamonu’daki «Açık Söz»ün baş mu­harrirliğini yapıyordum. O da Yunus Nadi’nin Ankara’da çıkarmakta olduğu «Yeni Gün»e yazıyordu. Karşılıklı bir kaç makale neticesinde onun yanlış yere dar sanılan Türkçülüğünün genişliğini meydana çıkarmışım. Bundan ne kadar memnun olduğunu 1922 martının birinde Ankara’ya gelip kendisi ile şahsan tanışın­ca anladım. O günden son güne kadar ne zaman rastlaşsak yanımızdakilere «Biz İsmail Habib’le tanışmadan dost ol­duk» der ve buna «kalem dostluğu» adını verirdi. Onca kalem dostluğu gövdesiz olduğu için manevî; manevî olduğu İçin de en temiz dostlukmuş.

Bir ithafiye

Ankara’ya yerleştikten biraz sonra «Yeni Gün»ün 21 nisan 1922 tarihli nüs­hasında başmakale olarak çıkan «İki ba­har ve iki gazi» başlıklı yazıyı «Anadolu Türklüğünün en şuurlu âşıkı Mahmut Esat Bey’e» sözleri ile kendisine ithaf et­miştim. Bu ithafın paha biçilmez kârı o yazının Atatürk tarafından okunduğunu ve üstelik beğenildiğini o İthaf sayesinde öğrenmekliğim oldu. Bunu 1939’da çıkan «Atatürk İçin» kitabında (S: 114) şöyle yazmıştım:

(Yazının neşrinden birkaç gün sonra muhterem dostum Mahmut Esat anlattı; Gazi kendisine «Maşallah size güzel yazılar ithaf ediliyor» demiş« Kendisi de şu cevabı vermiş: «Yazıların ithafı bize ama içi efendimize.»)

O gün­lerin büyüklüğü içinde zaten ruhlarımız gövdelerimize sığmazken o sözle içimi büsbütün kanatlanmış sandımdı.

Odasında toplanışlar

O zamanki Ankara’da hemen herke­sin ya bir Musevinin, ya bir Ermeni katoliğinin evine pansiyon diye sığındığı zamanlarda müstakil ev kiralayabilen na­dir mes’udlardan biri de Mahmut Esat idi. Karaoğlan semtinin iç sokaklarından bi­rindeki bu evde sık sık toplanırdık. De­vam edenler arasında Tevfik Rüştü ve Faruk Nafiz de vardı. En çok şiir ve edebiyat sohbetleri yapıyorduk. Çetin bir Türkçü olduğu halde birinci sınıf di­van şairlerine candan âşıktı. Anlardık, onun Türkçülüğü Türk’e şeref olan her şeyi sevmekti.

Vekillik ve âlimlik

«Yeni Gün»deki içtimaî yazıları ile bir fikir adamı olarak görünmeye başlayan gene Mahmut Esat’da vekil olmak eme­lini de seziyorduk. Bütün bir gönül sa­mimiyeti ile buna muarızdım. O «Peki ve­kil olmak için cahil mi olmalı?» diyordu. Belli ki hem iktidarı özlüyor ,hem fikir adamı kalmak istiyor. Hayatının sonraki safhalarından anladık, ikisinde de haklıy­mış. Henüz otuzundayken vekil oldu, bütün ömrünce de fikir adamlığını bı­rakmadı.

Hitabetinin dokunaklığı

1923 yılında, İkinci Millet Meclis’nin ilk zamanları. «Teşkilâtı Esasiye» kanunu müzakere edilmektedir. Cumhur Reisi’ne veto hakkı verilmek gibi salâhiyetler münakaşa ediliyor. Böyle salâhiyetlerin verilmesine muhalif olan Mahmut Esat kürsüye çıktı. Ağır, mat, inanan ve inan­dıran bir kudretle söylüyor. Meclis’te çıt yok tesir o kadar büyüktü ki ondan son­ra aynı fikri müdafaa için daha bir çok hatipler söz aldığı halde hepsi vazgeç­ti. Hitabeti yalnız aleyhtarlarını değil taraftarlarını bile eritmişti.

Zeybeklik ve o

Mahmut Esat yeni Adliye Vekili iken 1926’da Edirne’yi teftişe geldi. Türk Oca­ğında şerefine ziyafet veriyoruz. Ocak reisi sıfatı ile nutuk söylerken, bir aralık dinleyicilerime kendilerini bir kaç da­kika için mevzudan çekeceğimi söyleyerek sanki bir hikâyeden bahseder gibi İsviçre’de tahsilini bitirip memlekete yeni gel­miş bir Türk gencini anlatmaya başla­dım. Bu gene kalemi ile ve ilim ile hizmet edecekti, fakat İzmir İşgali kendini gösterince… Zaten o havaliden olan gen­cimiz derhal kalemi bırakıp mavzere sa­rıldı ve elbisesini atıp zeybek kıyafetine girerek dağa çıktı. Birdenbire cemaate Mahmut Esat’ı gösteriyorum: «Size bu zeybeği takdim ederim!» Alkış, alkış. Ne derin bir memnunlukla heyecanlandı, ne derin. O ki bütün ömrünce fikir adamlığından ayrılmadı. Fakat ruhunda daima mızraklı bir zeybek vardı.

Bakinin gazeli

Edirne Ocağındaki cevabı nutkunda benim bir sene evvel çıkmış olan «Türk teceddüd edebiyatı tarihi»nden bahse­derken Gazi’nin sofrasında bu kitapdan imtihan edilip durduklarını söylemiş ve kendisine kitap açıldığı zaman tesadü­fen Baki’nin:

Ferm an-i aşka can iledir inkıyadımız

Diye başlıyan gazelinin çıktığını anlat­mıştı. O, bu gazelde bilhassa

Baş eğmezüz edaniye dünya-yi dûn için

Mısrasına bayılıyordu. Bu hâdiseyi 1928’de Gazi Antep’de de anlattı. O sene­nin yazında o binlerce kilometrelik bir teftiş seyahatine çıkmıştı. Ben de Adana mıntıkası Maarif Emini sıfatı ile teftiş için Antep’de bulunuyordum. Belediyenin verdiği bir kaç yüz kişilik ziyafette gene Gazi’nin sofrasındaki imtihanı ve gene Baki’nin gazelini anlattı. O bunları yal­nız bana cemile olsun diye söylemiyor­du. Kitap Gazi’nin sofrasında bir fal gibi açılıp da kendisine «Baş eğmezüz edani­ ye…» diye bir gazel çıkınca o bunda kendi idealinin fal tarafından bile teyid edilen bir delilini görerek seviniyordu. Evet, baş eğmemek, yer yüzü ancak o zaman yaşanmaya değer.

Lotus zaferi

Antep’de Muallimler Birliği de kendi­sine bir hürmet içtimai yaptı. Bir ilk mekteb başmuallimesi çok güzel ve sa­mimî bir nutuk söylüyor. O sıralarda. Mahmut Esat’ın Lahey’de kazandığı Lotüs zaferi, hatıralarda henüz çok can­ lıydı. Nutuk söyleyen kadın bilhassa bu­nun üzerinde duruyordu, içtima bitince Mahmut Esat bana «İsmail Habib, nut­ku dinlerken o kadar heyecan duydum ki dişlerimi sıka sıka bak, dişlerimden birini kırdım» dedi ve kırılan dişini gös­terdi. Bundan onun yalnız ne kadar he­yecanlı bir ruhu olduğunu değil, aynı zamanda Lotus zaferinden ne kadar övünçlü bir heyecan duyduğunu da anla­dım. Bir kırık diş bütün bir Mahmut Esat’ı gösteriyordu.

Mavzer ve mitralyöz

Antep’den Maraş’a gidilecek. Orası da kendi mıntıkam dahilinde olduğu için ben de beraberim. Maraş’ta alay kuman­danı rahmetli Hacı Şükrü, Mahmut Esat’ın silâha merakını bildiği için, resmî bir atış tertip etti. Vuruş puanları res­men alay defterine geçecekmiş. Daire daire çizilmiş hedef çok uzakta. Bir kaç subay siperimsi hendeğe girerek numune atışı yaptılar. Herkes üç defa atacak. Mahmut Esat da attı, hedefe isabet et­miş. Bana «Haydi bakalım Maarif Emini, sen de» diyor. «Çatlak patlak bir kalem kullanırım, fakat si­lâh kullanmam» diyorum. Beni ille kış­kırtmak istediği bel­li: «Erkek olan silâh atmayı bilir.» Söz damarımda bir yere dokunmuş olacak, hendeğe girdim. Çok dikkatliyim. Netice­yi bildirdiler. Tesadüfe bakın, en iyi puanı ben almışım. Dostumun bayağı canı sıkıldı. Ben de sanki bir hünerim var da saklıyormuşum gibi suçlu bir mevkie düşmüştüm. Ondan sonra mavzerle mitralyözün ev­lenmesinden doğma yeni bir silâhla atış yapıldı. Bize nasıl kullanılacağını öğret­tiler. Mahmut Esat hedefe isabet ettir­di. Ben gözümü yumarak boşa attım. Dostum memnun: «Sen mavzerde beni, ben mitralyözde seni geçtim» diyor. İyi ki geçti. Hiç yoktan dostumun kalbini kırmıştım. Gene hiç yoktan kalbini ka­zandım.

Kulak hakkı

Bir akşam beş altı kişilik bir ziyafet verdi. Masada Faruk Nafiz de var. Bir aralık Mahmut Esat bana «Kadehleri çın çın diye neye tokuştururlar?» dedi. «Ne bileyim, dedim, galiba kadehin içindekini ağız tadıyor, göz görüyor, el tutuyor, burun kokuyor, beş hassamızdan yalnız kulak açıktadır; kadeh tokuş­turmak kulak hakkı için olacak!» Baş­ladı gülmeye, beş dakika, on dakika boyuna gülüyor. «Canım bunda bu ka­dar gülünecek ne var?» dedim. Meğer kulak hakkı deyince aklına kendi mem­leketindeki Çolak Hakkı gelmiş. Nekre bir adammış. Onun tuhaflıklarını anlat­maya başladı. Ne kadar gülüştük, ne ka­dar.

Fatih ve Yavuz

Bir gün beş altı kişi, İstanbul’da Ab­dullah Efendi lokantasında yemekteyiz. Mahmut Esat o sıralarda Üniversitede inkılap derslerini vermek için sık sık İstanbul’a gelirdi. Sofradakilerden biri, inkılapçı Mahmut Esat’a yaranmak için olacak, ulu orta padişahlara atıp duru­yor. O sıralarda benim «Tunadan Batı­ya» yeni çıkmıştı. O kitabı vesile yapa­rak Cumhuriyetten beri ilk defa Varna’yı yazarken İkinci Murat’dan, Niğbolu’da Yıldırım’dan, Belgrat’da Fatih’ten ve Mohaç’ta Kanuni’den tarihin hakkını ve­re vere bahsettiğimi söyledikten ve on­ların yalnız birer padişah değil aynı za­manda birer serdar olduğunu anlattıktan sonra, Faruk Nafiz de hatırlar sanırım, aynen şunu söyledi: «Bu millet Fatih’le Yavuz’un yüzü suyu hürmetinedir ki Deli İbrahim’lere Deli Mustafa’lara kat­landı.» Onun Türkçülüğü gibi inkılapçılığı da dar değildi.

Son görüşüş

Onunla en son, ölümünden bir kaç haf­ta önceye kadar meclis lokantasında bir kaç defa görüştük. Bacakları siyatikten rahatsız olduğu için meclise seyrek geli­yordu. İçkiyi kat’î olarak çoktan bırakmıştı. Bütün emeli «Atatürk İhtilali» adındaki üç ciltlik eserini bitirmekti. Bu­nun neşredilen birinci cildi tükendiği için hem onu yeniden bastıracak, hem de hummalı bir hamleyle diğer iki cildi bi­tirecek. Eserini bitirmeden gitti. İşit­tik ki ölümüne sebep dimağ damarının patlamasıymış. Mahmut Esat Bozkurt, bu dünyaya beyhude gelenlerden değilsin. Yalnız adliyemizde değil inkılabımızda da si­linmez izin var. Nurlu iz. Ölümün vakit­sizdi, fakat izini vaktinde çizdin. Hep faniyiz. Lâkin geride böyle izi olanlardır ki fenayı yeniyorlar. Hayattayken dost­luğun övüncümdü; şimdi bütün dostlu­ğumla temiz ruhunun önünde selâm du­ruyorum.


23 birincikânun 1943: Ankara

İsmail Habib SEVÜK