İsmail Habib Sevük

“Bütün büyüklüğü millette gören, Mustafa Kemal’le konuşurken şunu anladım ki O, hem sözleriyle büyüyor, hem sözler O’nunla!” 

Bu sözler, Türk edebiyatının hem bilim, hem de sanat yönünden ün yapmış İsmail Habib Sevük’ündür. 

Sevük, İzmir’in işgali sırasında Balıkesir’de yayınlanan “İzmir’e Doğru” ve daha sonraları Kastamonu’da yayınlanan “Açık Söz”de, yurt sevgisiyle dolu coşkulu yazılarını Ankara’da yayınlanan “Yenigün”de sürdürmüştür. 

Bu memleket çocuklarına öğretmen olarak da yıllarını veren Sevük, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk’ün Güney illerimize yapmış oldukları gezilerinde görevli olarak bulunmuştur. 

1.3.1923 tarihinde Adana’ya yaptıkları gezileriyle ilgili olarak Sevük, o günleri şöyle anlatmaktadır: 

“Yolun ortalarına geldiğimiz zaman, birdenbire sahne değişti. Yas sembolleri gibi siyahlara bürünmüş bir küme kadın, içinden iki levha taşıyan ikişerden dört kız, birdenbire yolun ortalarına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskenderun’un adları vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcı’ya kendilerinin de kurtarılmasını yazıyordu. 

İki levha taşıyan dört kızın önüne başka bir kız geldi. On sekiz yaşlarında sevimli bir kız.. Söylev veriyor. Elinde kağıt yok, dilinde sürçme yok, tutumunda yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden söylevi dinliyoruz. 

Beş dakikalık bir söylev. Fakat bir söylev değil, bu söz biçimine girmiş bir hıçkırıktı. Söylemiyor, inliyor. Bu Antakyalı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o beldelerin konuşan bir ruhu, o beldelerin ağlayan ve ağlatan yürek gücü idi. 

Büyük Kurtarıcı’ya: “Kurtar.” diye yalvaran kız susmuştu. Şimdi, bütün gözler Kurtarıcı’ya dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemliydi. Bize mi öyle geldi, bilmiyorum. Yağmurda yıkanmış güneşli birer gök parçası maviliği ile ışıldayan gözlerini bir an göğe dikti. 

Söyleyeceği sözü gözleriyle gökten alıyormuş gibiydi. İnsana, o an gökten iniyor sezintisini veren bir tonla tane tane şunları söyledi: 

“Kırk asırlık Türk yurdu, yabancı elinde kalamaz!” 

Bu inanla 1937 yılında Fransız Büyükelçisi’ne: 

“Büyük Millet Meclisi kürsüsünden milletime söz verdim, Hatay’ı alacağım!… Milletim, benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun karşısına çıkamam, yerimde kalamam. Ben, şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam.” diyecek ve daha sonra Hatay’ı alacaktır. 

Sevük, anılarına şöyle devam ediyor: 

“Güney gezisi sürüyor ve 1923 Mart’ının 17. günü Mersin’e giriyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında tıpkı Adana’ya girerken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan bir kaç kız Şef’in karşısına çıktı. Levhada şu cümle yazılı idi: 

“Suriye hemşirenizi de kurtarınız.” 

Bir kaç gün evvel Adana’da, Antakya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antakya‘lı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef’in ona verdiği tarihi yanıtla, yüce bir nitelik almıştı. Şef, şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti: 

– Her millet layık olduğu mutluluğa erişir! dedi ve yürüdü.”

Yine Sevük anlatıyor: 

Birinci dönem Meclisi’ndeki İkinci Grupçuların sinsi ve dolambaçlı saldırıları Mustafa Kemal Paşa’ya karşıdır. Ama, her engeli ortadan kaldırmak için Mustafa Kemal Paşa’da bütün gücüyle bunlara göğüs germektedir. Sevük’ün o günlere ait anıları, hem Mustafa Kemal Paşa’nın kişiliğini hem de çektiği sıkıntıların kapsamını gösterir: 

“Malta dönüşünden sonra Fethi (Okyar) Bey’in yeni İçişleri Bakanı olduğu zamandı. Trabzon’a bir subay, vali yardımcısı olarak atanmış, İkinci Grup, onun tutumu hakkında İçişleri Bakanı’ndan gensoruda bulunuyor. Sorunun dışı hiçten gibi, fakat içi…

Bakanlar Kurulu’na bir kaç bakan seçtirecek kadar -çünkü o zaman bakanlar teker teker Meclis tarafından seçilirdi- önemleri artan İkinci Gurupçular, vali yardımcısı işini neden yaparak, bütün güçleriyle hükümeti, daha doğrusu hükümetin arkasındaki Şef’i sarsmaya çalışıyorlar. O günkü heyecanımı hala unutamam. Meclis’in az görünür olağanüstü günlerinden biri. Görüşme o kadar heyecanlıydı ki, herkes yemeği filan unutmuş, gece saat on olduğu halde tartışmalar bütün hızıyla sürüyor. Değil milletvekillerinden, bizim gibi gazetecilerden, seyircilerden bile Meclis’i bırakıp giden yok. Kürsü, durmadan işlemektedir. Sinirler, telleri gergin rubablar halinde hassaslaşmış, elektrikle dolu çalkantılı bir hava içindeyiz. 

Gensoruya Trabzon Milletvekili sıfatıyla Ali Şükrü öncülük etmektedir. Dolgunca endamlı, geniş omuzlu, ablak ve pembe yüzünde kumral bıyıklarının gürbüzlüğü ile sempatik bir yüz taşıyan söylevci, iyi kurulmuş bir parlamento eğitimi içinde, bol, kolay ve dalgalı konuşuyor. Görüşmelerin son aşamaları Ali Şükrü ile Fethi (Okyar) Bey arasında karşılıklı bir düello halini aldı.

Milletvekili heyecanla saldırdıkça bakan da hiç istifini bozmadan tok tok ve soğukkanlı yanıtlıyor. Milletvekilinde uğultulu saldırı, bakanda heykel sessizliği. Fethi Bey, saatlerce ve saatlerce kim bilir kaç defa kürsüye çıkıp, kaç defa kürsüden indi. Hep aynı sabır. Bir kere sinirlendiği yok. Hep o öfkesiz ılımlılık. Eğer: “Efendiler, ben daha yeni bakan oldum, sorumlu tutulamam” deyiverse şıp diye kendini kurtaracak, fakat demedi, demiyor ve belli demeyecek de.

Fethi Bey, kim bilir kaçıncı defa kürsüye çıkmaya hazırlanırken ve Ali Şükrü henüz kürsüdeyken birdenbire bir lav patlamış gibi Gazi’nin sesi duyuldu:

– Reis Bey söz isterim!

Gazi, Meclis’te çoğu defa, kapıdan girince sol tarafta bulunan Diyap Ağa’nın yanında otururdu. Diyap Ağa, seksenlik, uzun ve süt gibi beyaz sakallı, okuma yazması olmayan, fakat Gazi’ye hep “Kurban olam Paşam” diye seslenmeyi alışkanlık haline getirmiş iyi yürekli bir Doğulu milletvekili idi. Şef, şimdi yine onun yanında ayağa kalkmış:

– Reis Bey söz isterim! diyor.

Belli, saatlerdir sorumluluğu kendinden atıp Şef’e kadar götürmemek için arkadaşı Fethi Bey’in gösterdiği dayanıklılığa artık kendisi dayanıklılık gösteremez duruma gelmiştir.

O’nun ansızın bir patlama ile “Söz isterim” diye ayağa kalkması üzerine bütün Meclis, durmuş bir kalp gibi sustu. Çıt yok. Baktım, kürsüde duran Ali Şükrü’nün yüzü sapsarı. “Söz isterim” diyen ses:

– İçişleri Bakanı yenidir, onu niye sıkıştırıp duruyorlar? Sorunu ben bilirim. Eğer sorumluluk varsa bana sorsunlar, ben yanıtlayacağım.

Ali Şükrü yumuşak ve sakin yanıtlıyor:

– Meclis Başkanımızdan gensoruyu yanıtlamasını istemeye hakkımız olduğunu bilmiyordum ve sanıyorum ki, böyle bir hakkımız yoktur.

Doğru, Meclis Başkanı demek eylemli olarak Devlet Başkanı demekti. Devlet Başkanı’ndan istizah olunur mu? Ansızın bunun farkına varan Şef, o, şaklar gibi çıkan sesiyle konuşmasını sürdürüyor: 

– Yalnız Meclis Başkanı değil aynı zamanda, Başkomutanım; o sıfatla istizah edebilirler!

Yoo.. Bu hiç olmadı. Baktım ki, Ali Şükrü’nün benzi yerine gelmiştir. Mantığın kendisinde olduğunu bilen bir insan emniyetiyle karşılık veriyor:

– Sorun askerliğe ait bir iş değil ki, Başkomutan’dan istizah edelim.

Şefteki patlama yeniden hıza gelmiş bir atılışla gürledi:

– Ne demek! Gensoruya konu olan kişi yüksek rütbeli bir askerdir. Ordunun şerefli bir üyesi hakkında söylenmedik söz kalmadı. Bu kürsüden bunları da mı işitecektik?

Bu kez verilecek karşılık daha kolay; nasıl ki Ali Şükrü de karşılık veriyor:

– Biz, onun davranışı hakkındaki gensoruyu asker olduğu için değil salt vali yardımcısı olduğu için veriyoruz.

Şef oturuverdi. Sanki hiç bir şey olmamış gibi Diyap Ağa ile sessiz sessiz konuşuyor. Lavını fırlatıp duran volkan, bak birdenbire lavını içine çekivermiş. Şef, Meclisi hangi silahlarla yönetiyordu? Büyüleme, inandırma, susturma, gözdağı, sergileme, uyarma, açığa vurma… Şimdi yeni bir silahını daha görüyoruz: “Hazım”. Bu hazım bize en görkemli gürleyişinden daha heybetli geldi.”

Yine o günlerin Meclisi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın kişiliğini ortaya koyarak sürdürdüğü savaşının arkası kesilmemektedir. Başkomutanlık Kanunu’nun uzatılması hakkındaki Meclis görüşmeleriyle ilgili olarak diğer bir anısını da şöyle anlatmaktadır:

“1922 Mayıs’ın altıncı Perşembe günü. Meclis, gizli toplantısında Başkomutanlığın üç ay daha uzatılması hakkındaki kanunu görüşüyordu. Şef, Köşkü’nde hasta. Meclis dağılınca Başkomutanlık kanununun geri çevrildiğini büyük korku ile öğreniyoruz. İki gece gözümüze uyku girmedi. Bütün milli mücadele süresince bu kadar üzüldüğümüz an olmamıştı. Gazi, Meclis’i dinlemezse fena, dinlerse büsbütün fena. Birincide o kadar heyecanla sarıldığımız ulusal egemenlik, ikincide yakın olduğuna inandığımız zafer gidecek.

Fakat O, ikisine de meydan vermemenin yolunu buldu. Görüşme tutanaklarını yatağında okuyarak Cumartesi günü Meclis’e gelen Gazi, kürsüden gürlüyor:

– Verdiğiniz kararla ordu iki gündür başsız kaldı. Fakat, düşman karşısında ordu hiç başsız bırakılır mı? Bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım!

Bir kelimenin üç çekimi: Kanun oybirliği ile kabul edilmiştir.

O’nu asıl o zaman görmeliydik, o zamanlar! Cephedeki komutanla içerdeki yönetim adamı: Hangisi daha büyük? kestiremezdik.”

1923 yılının 20 Mart’ında Konya’da bulundukları günlerde verdikleri demeci basına gönderilmek üzere tekrar okutturuyorlar.

Muhtar Bey (şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor:

– Yaşasın Başkomutan!

– Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun?

Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla:

– Hele, ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın! diyor.

Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor:

– Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır sanıyorsun? (sesini tabileştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum’da Ordu Müfettişliği’ni nişanlarını yakamdan atarak, “ferdi millet” kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (adını söyleyecekti söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim: 

– Paşa, Paşa dedim. Size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız! 

Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat, çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya, komutan düğmeye basıp da: “Posta, bunu dışarı çıkarınız! ” deseydi? (sesi yine heybetleşerek) Fakat diyemezdi, Muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! 

Muhtar Bey kadehini kaldırıyor ve yürekten bağırıyor: 

– Yaşasın Mustafa Kemal!” 

Sevük, şu anıyı da Atatürk’ün kendisinden dinler: 

“Öğretmenler Ankara’da bir toplantı yapmışlar, toplantıya iki, üç bayan öğretmen de katılarak salonda ayrı bir yere oturmuşlar… 

Bayan öğretmenlerin toplantıya katılmalarını hoş karşılamayan Meclis’in sarıklıları Gazi’ye şikayete gidiyorlar. 

Gazi kızarak: 

– Kimmiş Öğretmenler Derneği Başkanı? Çağırın onu! 

Ve Mazhar Müfit (Kansu) bir kaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor: 

– Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu? 

Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi’den bu davranış mı beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir tavırla gülüyorlar, sevinç içindeler. Gazi’nin sesi hep aynı tonda sürüyor: 

– Olur şey değil, olur şey değil! 

Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir durumda karşılık vermeye çalışıyor: 

– Efendim, vallahi… Bırak, bırak ben hepsini biliyorum; toplantıya bayan öğretmenleri de çağırdınız, fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, Türk kadınının erdemliliğine mi? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı? bir daha!.. 

Gülen sarıklılar inmelenmiş gibidirler. 

Bu biçimde vuruşa, O’na özgü bir sistem denilebilir. Dumlupınar’daki vuruşla o odadaki vuruş: Hepsi bir. Vurduğu zaman kımıldanacak hal bırakmamak ve düşmanı en ummadığı yerinden en ummadığı biçimde vurmak. Sivil kıyafetle yaptıkları da üniformasıyla yaptıklarıdır.”

Milletvekilliği de yapmış olan İsmail Habib Sevük’ün yaşantısı 17.1.1954 günü son bulmuştu.