İlber Ortaylı Seyahatname’sinin Düşündürdükleri Ve Anımsattıkları
Salih Bozok (2014) 02.02.2014 18:29:48
İlber Ortaylı, günümüzde Türkiye’nin en saygın ve tanınmış tarihçilerindendir. Özellikle Osmanlı tarihi konusunda uzman. “Bir tarihçinin gezi notları” altbaşlıklı seyahatnameyi büyük bir ilgiyle okudum. Elimdeki, kitabın 4’üncü baskısı. Ancak, bazı bölümleri aceleye gelmiş izlenimi uyandıran, benim de gezip gördüğüm, yakından tanıma olanağı bulduğum ülkelerle ilgili notlardaki hataları, yarı-doğruları ve söylenmemiş, yazılmamışları vurgulama gereği duydum.
Özellikle Bosna ile ilgili sayfalarda, Fatih Sultan Mehmed’in fethinden sonra Müslümanlaştırılan Bosna ülkesinin Osmanlı İslam kültürüne katkılarının haklı olarak altı çiziliyor. “Bunaldığımız zaman Bosna’ya gitmeliyiz”, diyor Ortaylı, “müezzinin kendi sesiyle İstanbul usulü ezan okuduğu camileri ve şehirde Osmanlı hayatının izlerinin devamını yakından görürüz.” (s. 111) Aynı yerde de, Bosna Müslümanlarının lideri Reisü’l-ulema Mustafa Çeriç’e birkaç kez övgü var.
Mustafa Çeriç, dini eğitimini Mısır’da El-Azhar’da almış, daha sonra Şikago üniversitesinde İslam araştırmaları konusunda doktora yapmış önemli bir dini lider. Türkiye ile de hep yakın ilişkiler sürdürmüştür. Başbakan Erdoğan’la bir karşılaşmasında, “Türkiye bizim anamızdır, hep öyle oldu ve her zaman öyle olacaktır” demiştir. Çok tartışılan kişiliği ve görüşleriyle de gündeme gelmiştir. Nitekim, bağımsız Bosna federasyonu kurulduğunda, yeni anayasada bazı şeriat hükümlerinin yer almasını savunmuştur. 2005 yılında, yazar Nedim Azam’ın kendisiyle Londra’da yaptığı söyleşide, “Bosna laik bir ülke olarak mı kalmalıdır, yoksa teokratik bir devlet statüsüne mi yönelmelidir?” sorusuna cevaben, ülkeleri üç bölümde ele alır. Yaptığı sıralamada Dar-ül İslam, şeriatın bütünüyle uygulandığı ülkeleri kapsar. Dar-ür harp, genellikle “batı modeli”dir, İslam’ın din olarak hukukta yer almadığı ülkelerdir. Dar-ül sulh ülkelerinde ise şeriat bütünüyle uygulanamaz ama, hükümetin şeriat ilkelerini ne kadar yapabilirse o kadar, hayata geçirmesi gerekir. Çeriç, Bosna için bu üçüncü modeli benimsiyor(1). Bunun günümüzdeki “ılımlı İslam” modeliyle ne denli çakıştığı da aşikar. Hakkını verelim ki, Dr. Çeriç, 1992-95 savaşında Bosnalı savaşçıların yanında yoğun olarak yer alan vahabi mücahitlerin de, yeni kurulan Bosna devletinde müdahil olmasını engellemiş bir kişi.
Ortaylı, Bosna’daki Osmanlı eserlerine, kültür katkısına değiniyor ama, ne yazık ki eserler notlarda yer almıyor. Kabul etmemiz gerekir, bu yapıtlar o kadar çok ki, kendi başlarına bir kitap konusu olabilirler. Belgrad bölümünde, Sırp başkentine gençliğinde yaptığı yolculuğu okurken, belleğimde tatlı acı anılar canlandı. Yazar, Belgrad’a gitmeden önce 1972’de vapurla Dubrovnik’e geldiğini, oradan “köylülerle dolu” trenle Travnik’e, sonra da Saraybosna’ya yolculuğunu anlatıyor (s. 134). Aradan geçen yıllar, bazı ayrıntıları unutturmuş olmalı. 1974’te Dubrovnik bağlantısı hizmetten kaldırılmış olan bu eski treni tanımış olması büyük bir şans. Ne var ki, o trenle “önce Travnik, sonra Saraybosna’ya” adım atamazdı. Tren hattı muhteşem görüntülü Neretva vadisini izleyerek, Mostar üzerinden Saraybosna’ya ulaşır, eski Bosna paşalarının ikâmetgahı dahil nice Osmanlı eserini barındıran ve Saraybosna’nın kuzey batısında yer alan şirin kasaba Travnik’e tren bağlantısı yoktur. Tren başkentten itibaren Banja Luka’ya doğru yoluna devam eder. Travnik’e ulaşım, güzergâhtaki Zenica’dan otobüs seferleriyle sağlanır. Zenica, son yıllarda, Dr Çeriç’in 500 davetli önünde 50 Boşnak çiftin topluca imam nikahını kıydığı tören yeri olarak ünlenmiştir. Halen, Dubrovnik’ten, savaşta Sırp topçusunun mermileriyle dörtte üçü yıkılmış, sonra aslına uygun restore edilmiş Adriyatik’in incisi bu muhteşem kentten Sarajevo’ya demiryolu ulaşımı, Bosna federasyonunun sahildeki nadir yerleşim birimlerinden turistik Neum kenti yakınındaki Hırvat kasabaları Ploçe ve Metkoviç’ten yapılmaktadır.
Bosna’ya 80’li yıllarda ilk ziyaretim öncesinde, büyük bir merakla ve farklı yazarlardan, bu yörenin Sırplar ve Osmanlılar için önemini kavramaya, Bosnalıların nasıl Müslüman olduklarını anlamaya çalışmıştım. Ortaylı’nın, “Sırp tarihini iyi öğrenmeliyiz” öğretisi çok doğru bir tespit. Geçtiğimiz yıllarda Bosna ve Kosova gibi insanlık dramına sahne olan yerler, gerek Sırplar, gerekse Osmanlılar için simge yöreler. Sırp ve Osmanlı tarihleri iç içe geçmiş, olaylar halkların kolektif belleğinde derin izler bırakarak simgeleşmiş. Saraybosna’da Avusturya-Macaristan imparatorluğu dük ve düşesini katlederek savaşın başlamasına vesile olan Sırp milliyetçi Gavrilo Princip bu simgelerden biri.
1389’da Kosova muharebesinde kazanılan zafer Osmanlıların Balkanlarda kalıcı egemenliğini simgeler. Yenilgi ise Sırpların belleğinde, Kosova’yı, Slav dillerinde “karatavuklar ovası” olarak bilinen Kosovo Polje’yi günümüze kadar “Sırp ulusunun beşiği” olarak yaşatmıştır. Kısa bir süre sonra, 1402’de Timurlenk’in Yıldırım Beyazıt’i yendiği Ankara muharebesinde, devşirme Sırp askerler Yıldırım’ın saflarında son neferine kadar savaşacaklardır. Türk dostu Fransız tarihçi Jean-Paul Roux, 80’li yıllarda, Fransa’da yaşadığım kent Grenoble’deki bir konferansında, bunu “Osmanlıların bir Avrupa devleti olduğunun” göstergesi olarak nitelemişti.
Bosna’nın fethi sonrası İslam dinini kabul eden Slav kökenli yerel halk, çoğunlukla, 14’üncü yüzyıldan itibaren, ismi “Tanrının sevgili kulu” anlamına gelen Bulgar rahip Bogomil’in öğretisiyle yörede egemen olan ve hem Ortodoks Sırplar, hem de Katolik Hırvat ve Macarlarca dışlanan, Heretik olarak nitelenen “Bogomil” tarikatından. “Düalist”, yâni iyi-kötü tefrikini ön plana çıkaran, ruhu iyinin, bedeni ve maddiyatı ise kötünün simgesi gören, aynı zamanda İsa peygamberin anası Meryem’i kutsamayan, kilisesi ve ruhbani hiyerarşisi olmayan, kiliselerin ve papazların ayrıcalıklarını eleştiren bu tarikatın mensupları, Osmanlı egemenliğinde topluca Sünni Müslümanlığı kabul edip hanefi mezhebine geçerek bir nevi ayrıcalık ve yeni bir benlik kazanıyor. Yüzyıllar sonra, Tito’nun yeni Yugoslavya’sında, din ve devlet işlerini birbirinden kesin olarak ayıran laik düzene de kolay uyum sağlamaları rastlantı değil.
Saraybosna özünde, fetih sonrası Osmanlıların inşa ettiği ve 1853’ye yıkılan Bosna sarayını işaret eder. Yöresel dilde Sarajevo, Slav dillerine has dil çekimiyle “Saray ovası” anlamına gelir. Ortaylı’nın yerinde benzetmesiyle, “Balkanların Bursa’sı”, camileri, medreseleri, en önemlisi “Bursa bedesteni” ismini taşıyan bedesten ve kapalı çarşılarıyla, tipik bir Osmanlı kenti, Osmanlı’nın Balkanlardaki başkenti. Gazi Hüsrev Bey camii ve yüzyıllık çınarların gölgesindeki ünlü Başçarşı meydanı ve “sebil çeşmesi” (bu tarihi çeşmenin bir benzeri, kardeşlik çeşmesi adıyla birkaç yıl önce Bursa, Osmangazi kent merkezine törenle konuldu), Kazancılar caddesi, Kurşunlu Han ve Saat Kulesi bu tabloyu tamamlıyor.
Seyahatnamede resmi bulunan ancak ismi geçmeyen Mostar’a (Bu kentin de başlı başına bir kitap konusu olabileceğini burada belirtmek isterim) Ortaylı’nın aksi istikametinden, Saraybosna’dan bindiğim bir trenle gitmiştim. Ellerindeki meyve ve sebze sepetleri, tavuk ve horoz kafesleriyle tahta banketli vagonları dolduran köylülerin yanı sıra, kepleri kızıl yıldızlı Yugoslav federal halk ordusu askerlerini görüce, 30’lar Rusya’sında bir Eisenstein filminde figüranlık yaptığım hissine kapılmıştım.
Mostar, ismini Slav dillerinde köprü anlamındaki “most” sözcüğünden alır. Mostar köprüsü, Neretva nehri üzerinde, Kanuni’nin emriyle, Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından inşa edildi. Yapımı yedi yıl sürdü. İnşaatında ağır taş bloklarını birbirine tutturmak için, harçla karıştırılan yüzbinlerce yumurta akı kullanıldı. O dönemin mimarlığında bir devrim niteliği taşıyan ve 1566’da tamamlanan bu yapı, yüzyılların yıpratıcı etkisine, Neretva’nın taşkınlıklarına ve insanoğlunun gaddarlığına meydan okurcasına direndi ve 1993’te Hırvat topçu ateşiyle çökertildi. 2004’te Türk mimarlarının katkısıyla, eski planına sadık kalınarak yeniden yapıldı. O köprünün üstünden, değerli dostum ve adaşım Salih Krpo ile geçmiştim. Bana, tipik bir Türk konağı olan Bişçeviç evini de o gezdirmişti. Aradan geçen yıllarda 1992-95 savaşında Hırvat ordusu tarafından öldürüldüğü haberini aldığımda yüreğim parçalandı.
Ortaylı, savaş sırasında Sırpların toplu tecavüzüne uğrayıp hamile kalan kadınların dünyaya getirdiği ve annelerince terkedilen nice bebeğe İslam dünyasının sahip çıkmamış olduğuna dikkati çekiyor ve “bu konuda İslam dünyası da, özellikle Türkiye de kusurlu ve ihmalkârdır” diyor (s.114). Katılmamak elde değil. O bebeklerin çoğu şimdi 18-20 yaşlarında. Bu konuda çok yazı yazıldı, filmler çevrildi. Amerikan yapımı ve bu konuyu işleyen “Savior” filmini gecikmeli olarak yeni gördüm. Türkçeye “Savaş Günahları” adıyla çevrilmiş. Son dönemlerin basın bültenlerinde, “tecavüze uğrayıp hamile kalan kadın kendini öldürmelidir” gibi, sözüm ona din adamlarının sağduyuya aykırı fetvalarına, Suriye’de rejime karşı savaşan köktenci mücahitlere destek uğruna kendini veren, ülkesine hamile dönen Müslüman kadınlarla, Mısır, Hindistan ve başka yörelerde toplu tecavüz suçlarına dikkat çeken haberlere tanık oluyoruz. İslam dünyası başta olmak üzere, toplumlar her türlü köktencilikten ve yol açtığı şiddetten arınmadığı sürece, iyimser olmak zor.
Seyahatnamenin Macaristan bölümünde önemli bir hata farkettim. Budapeşte’de “zarif parlamento binası” yakınındaki parka son yıllarda eklenen, 1956 yılının kahraman lideri Yanoş Kadar’ın heykelinden söz ediliyor. “Bir kaide üzerinde değil, parkta gölge bir vatandaş gibi duran” heykel (s.154), Yanoş Kadar’ın değil, 1956 Macar ayaklanmasının lideri İmre Nagy’nin heykelidir. Özetle Nagy, Rus egemenliğinden arınmış, Tito Yugoslavya’sı gibi bağımsız ve sosyalist bir Macaristan için kitleleri peşinden sürükledi ve Kruşçev’in tankları direnişi bastırmak için Macaristan’a girdi. Direnişçiler yenildi. Nagy, Yugoslav elçiliğine sığındı, kısa süre sonra, yeni iktidarın başı, Kruşçevin valizlerinde Budapeşte’ye gelen Yanoş Kadar’la yapılan bir anlaşma gereği, elçilikten çıkarılarak, “sağ bırakılması güvencesiyle” Kadar yönetimine teslim edildi, ama o sözünü tutmadı ve İmre Nagy idam edildi. Şimdi heykeli, parlamento karşısında bir parkta, küçük bir köprü üstünden geçenleri selamlıyor. Kadar, “normalleşme”nin yâni ayaklanma öncesi iktidarın yeniden tesisinin ardından 1988’e değin Sovyetler Birliği denetiminde ülkeyi yönetti. Olası bir ayaklanmayı önleme amacıyla, halka kısmi özgürlükler tanıdı. Endüstri sektörüne sınırlı “kapitalist ögeleri” dahil etti. İşçi devletinde bu reformlardan sonra endüstride işçinin durumunu anlatan “Parça başına ücret” kitabının yazarı o dönemin muhalifi Miklos Haraszti ile 1990 yılı yılbaşı davetinde, edebiyat eleştirmeni Török’ün (Macarcada Türk demek) Budapeşte’deki evinde tanışma fırsatı bulmuştum. Birkaç yıl önce, taraftarları, Kadar’ın küçük bir büstünü de, Budapeşte’nin Kerepesi mezarlığındaki mezar taşı üstüne yerleştirdiler. Az sayıda katılımcının hazır bulunduğu bu tören, Nagy heykeli kadar yankı yapmadı. Heykelle ilgili gerçek, kişisel yorumlarım ne olursa olsun, işte budur.
Ortaylı, Osmanlı yönetiminde Buda’nın son komutanına kitabında yer vermiş. “90’ına gelmiş Arnavut Abdurrahman Paşa elinde iki kılıçla şehri savundu. Budin düştü, Macarlar o gün bugündür onun mezarını bir abide olarak ihtiramla muhafaza ediyor” diyor (s153). Burada da bir hata var. Paşanın mezar taşında Türkçe olarak “1686 yılının Eylül ayının 2’inci günü yaşamının 70. Yılında maktül düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun!” ibaresi yer alır. Yâni paşa 90’ına gelmeden, 70 yaşında şehit olmuş.
Seyahatnamede yer verilmeyen önemli bir Osmanlı anıtı, Buda tepelerindeki Gül Baba türbesidir. Bir Bektaşi dedesi olan Gül Baba, Kanuni’nin daveti üzerine Budin seferine katılmış ve savaşta şehit düşmüştür (Eylül 1541). Türk hükümetinin katkılarıyla onarılan türbesi günümüzde Buda’nın önemli ziyaret yerlerinden biridir. Anıta, ismini taşıyan Gül Baba sokağından çıkılır. 1905’te Macar besteci Jenö Huszka, Gül Baba adına üç perdelik bir operet besteledi. Eser, 16’ıncı yüzyılda Osmanlı egemenliğindeki Buda’da Türk kızı Leyla’ya aşık olan Macar genç Gabor’un öyküsünü konu alır.
Budapeşte dışında, Osmanlı dönemi kalıntılarına Eger ve Pécs kentlerinde rastlarız. Eger’in Osmanoğulları tarafından fethi 1596’da, 3’üncü Mehmet döneminde gerçekleşti. Macarlar, 1552’deki kuşatmayı püskürttüler. Direniş, Macar ressam Székely Bertalan’ın, kuşatmacı güçlere karşı elinde kılıçla savaşan kadınları gösteren, ünlü “Eger kadınları” tablosunda resmedildi. Eger’de günümüze intikal eden tek Osmanlı kalıntısı, Avrupa’nın en kuzeydeki Osmanlı yapıtı olarak bilinen, 40 metre yükseklikteki minaredir. Mohaç meydan muharebesinin hemen ardından fethedilen (1526) Pécs’de ise halen birçok cami, türbe ve hamam bulunmaktadır. Güney Macaristan’da Osmanlı fetihleri döneminde müstahdem mevki olarak inşa edilen Bozok kalesini, ailemle aynı ismi taşıması ilgimi çektiğinden 2001’de ziyaret ettim. Birinci dünya savaşı sonrası Slovakya’ya katılan bu yöredeki kalenin ismi de Macar’ca Bozok’tan, Slovakça Bzovik olmuş, ama Macarlar, bu bölge kökenlilere “bozoki” demeye devam ediyor.
Ortaylı, Makedonya’yı tanıtırken, “Burası bir milliyetler deposu… Karışık dondurma Makedonya dendiği kadar var” demiş (s.117). Oysa, Makedonya “karışık dondurma” değildir. Mutfak literatüründe, küçücük doğranmış sebze veya meyvelerden oluşturulan yemek çeşitlerine “Makedon” denir, meyvelisi dondurma eşliğinde de sunulabilir. Seyahatnamede anlatılan Gostivar’da, Yugoslavya’da 1992-95 savaşının başlamasından az önce Karadağ ve Makedonya’ya yaptığım bir gezi sırasında mola vermiştim. Bu tipik Osmanlı kenti, yer yer sıvası dökülmüş binaları, karanlık sokaklarıyla bende kasvetli bir İç Anadolu kasabası izlenimi doğurmuştu. Bu belki de, benim o anki ruh halimden, oraya varmadan önce yaşadıklarımdan kaynaklanıyordu. Karadağ’ın sevimli deniz kenarı kenti Herceg Novi’de, davetli olduğum bir plaj evinde bir hafta boyu güzel bir tatil geçirmiştim. Bu liman kentinde de Osmanlı yapıtları eksik değildir. Özellikle, surlar ve ünlü “Kanlı Kule”. Herceg Novi’den otobüsle Kosova’nın başkenti Priştina’ya vardığımda, meydanda pasaport kontrolü yapan Sırp milisleri, Arnavutlarda oldukça yaygın Salih ismini ve Arnavutlarla Sırplar arasında artan gerginlik döneminde benim orada bulunmamı şüpheli bulmuş olmalılar ki, göbeğime bir Kalaşnikof dayayıp beni duvara yasladılar. Benimle aynı otobüsten inen ve yol boyu ahbaplık ettiğim Amerikalı turistler meydandan ayrılmadan olayı şaşkınlıkla izliyordu. Bunu fark edince görece rahatladım, ama karnımdaki namlunun ve milislerin gözlerindeki soğukluğun yarattığı korku beni bir süre terk etmedi. Bir dizi telsiz konuşması ardından pasaportum geri verildi, Priştina’da kalamayacağım söylendi ve ilk otobüsle Gostivar’a geldim. Babam Cemil Bozok, anılarında, büyük dedemiz Hoca Cafer Efendi’nin Arnavut olduğunu anlatır. Ata diyarında hayata veda etme endişesi ve kasvet duygusu yolculuğun geri kalan kısmında beni terk etmedi. Üsküp’de, özellikle 1963 depreminde duran, o zamandan bu yana yolculara bir felaket habercisi gibi aynı anı işaret eden demiryolu istasyonundaki saat gibi, içimdeki tedirginliği sürdürdü, Anadolu tarzı çarşı ve pazarlara, bir tarih profesörüyle mastika (sakız rakısı) eşliğindeki sohbetler ve Arnavut asıllı öğrencisinin evinde içtiğimiz Türk kahvesine rağmen. Ülkemizde gitgide Starbucks kafelerde ya da başka “gözde” mekanlarda kahve adı altında içilen “erzats”lar gitgide moda olurken, Balkan ülkelerinde Türk kahve geleneğinin sürmesi başlıbaşına kayda değer bir konu. Bir zamanlar Bosna’dan aldığım bakır bir kahve takımı, tepsisi, cezvesi, şekerliğiyle, evimin baş köşesinde yerini korur.
İlber Ortaylı’nın, “Türkiye’yi savunan ülke” olarak tanıttığı Portekiz notları da önemli ögeler içeriyor. Yazar, eskinin fakir tarihli Lizbon’unun restore edildiğini vurguluyor, tarihi Alfama ve Graça semtlerinin dar sokaklarından, eski binaları neredeyse yalayarak geçen tek vagonlu tramvayı anlatıyor. Söz konusu olan, Portekizce ismiyle sarı renkli 28 no’lu İngiliz yapımı “Electico”, 40’lı yıllardan kalma, bizdeki eski İstanbul tramvaylarının ve şimdi sadece Beyoğlu hattında kullanılanın kardeşi. Bairro Alto (yukarı mahalle) ve Baixa (aşağı mahalle) semtlerini de kapsayan ve turistlerin çok rağbet ettiği bir “ring seferi” yapar.
Portekiz’e ilk, 1974 sonlarında, 30’lu yıllardan beri süregelen Salazar diktatörlüğü takipçisi Caetano’yu iktidardan indiren ve sömürge savaşlarına son veren “karanfil devrimi” sırasında gitmiştim. Trenle geçtiğimiz İspanya’da Franco rejimi son demlerini yaşıyor ve komşu ülkedeki gelişmeleri endişe ve hırçınlıkla izliyordu. 1936-39 arası İspanya iç savaşının ilk yıllarında Franco’nun karargâhı görevi gören Salamanca’da hüzünlü bir Noel gecesi ardından gece treniyle Porto’ya gelmiştim. Bitmek tükenmek bilmeyen ve Portekiz ekonomisini de yıpratan sömürge savaşları boyunca üç yıllık askerlikten ve savaştan kaçarak özellikle Fransa’ya ve diğer Batı ülkelerine iltica eden, önemli bir bölümü radikal sol örgüt sempatizan veya militanı Portekiz gençlerinin, yoğun olarak nice umutlarla ülkelerine geri döndüğü günlerdi. Eski sömürgelerde, geniş yeraltı zenginliklerine sahip Angola ve Mozambik‘te rakip fraksiyonlar arası iktidar kavgası alevleniyordu. Trende, Portekiz’e geri dönen bir gencin yanı sıra, bir de Türk tanıdım. İstanbul’da kıskançlık nedeniyle karısını kurşunladığını, ardından şilebe binerek kaçtığı Amsterdam’da esrar ticaretinden hapise girdiğini, çıkar çıkmaz yolda yaşlı bir adama darp ederek cüzdanını çaldığını gururla anlatan, Lizbon’a eski sömürgelerdeki iç savaşa paralı asker yazılmaya giden endişe verici bir karakterdi.
Yollarımız hudutta ayrıldı, ben Porto’ya o Lizbon’a, değişik yönlerde yolumuzu sürdürmüştük. Douro kıyısındaki Porto’da büyük bir hayretle nehir kenarında mum ışığında çamaşır yıkayan siyaha bürünmüş kadınlar görmüş, balıkçı semti Matosinhos’ta, ham üzümden elde edilen ünlü “yeşil şaraplar” eşliğinde, bol sardalyalı salaş lokantalarda sabahlara kadar süren coşkulu devrimci sohbetlere tanık olmuştum. Yılbaşı gecesini geçirdiğim Lizbon’a sonradan birkaç kez daha gittim. Büyük umut ve beklentilerle Avrupa Birliği’ne giren bu ülke halihazırda, Yunanistan’daki gibi büyük bir kriz yaşıyor. AB’den gelen yardımlar cömertçe ve bilinçsizce israf edilmiş. Ücretler ve emekli gelirleri sürekli tırpanlanıyor ve bakımsız kent merkezi, özellikle Rossio ve Comercio meydanları, evsiz barksız kalmış işsizlerin gündüz dilendikleri, bakımsız resmi binaların girişlerinde geceledikleri hüzünlü mekânlara dönüşüyor. Bunu, üç yıl önce gözlerimle gördüm.
Seyahatnamede ilgiyle sözü edilen Gülbenkyan vakıf müzesi, gerçekten de önemli koleksiyonları barındırır (s.249-250), ancak Ortaylı’nın “Bu Üsküdar’lı petrol milyarderi 1940’larda koleksiyonları bize vermek istedi ve o dönemin tembel hariciye bürokratları istememişler. Gülbenkyan’da çaresiz Lizbon’a yerleşmiş” şeklinde özetleyebileceğim görüşlerine katılmıyorum. Olay, bu kestirme ifadede dile getirilenden daha karmaşık ve nüanslı.
Üsküdar doğumlu işadamı Gülbenkyan, Osmanlı imparatorluğunun son döneminde ve Birinci Dünya savaşı ertesinde, İngiliz egemenliğine giren Mezopotamya petrol yatakları işletiminden elde ettiği “% 5 hisselerle” ünlenmiş, “Mr % 5” olarak anılmıştır. Kendi deyimiyle, “küçük pastadan büyük pay yerine büyük pastadan küçük pay” almayı yeğlemiş, koleksiyonunun önemli bölümünü de öncelikle o dönemde bölgeden getirdiği parçalardan oluşturmuş. 1929-30 yıllarında Ermitaj müzesi koleksiyonlarından da bazı eserleri edinmek için Sovyet yetkililerle sıkı pazarlıklara giriştiği yazılmıştır.
Savaş başladığında, Gülbenkyan’ın koleksiyonları, Paris’te, Iena caddesindeki malikanesinde bulunmaktadır. Kendisi İran’ın Fransa nezdinde temsilciliğinde danışmandır ve Fransa’nın Alman ordularınca işgalinin ardından, işbirlikçi Petain yönetiminin merkezi Vichy’ye taşınır. Bu nedenle, o zamana kadar iyi ilişkiler içinde olduğu İngiliz hükümetiyle arası açılır, hatta İngilizlerce dışlanır. O günün şartlarında paha biçilmez eserlerini herhangi bir ülkeye nakletmesi düşünülemezdi. Portekiz’e yerleştiği, savaşın seyrinde belirsizliklerle dolu 1942 yılı öncesi, kendisini ve Alman işgalindeki Paris’te bulunan koleksiyonunu güvenceye alma endişesinde olduğu, bu nedenle tarafsız ülkelerle temas sağladığı kesin. Bu ülkelerin başında gelen ve İngiltere ile tarihi ilişilere sahip Portekiz’I yöneten Salazar ve İspanyol diktatör Franco, Hitler’le iyi ilişkileri sürdürmektedir. Gülbenkyan’i 1937’den beri yakından tanıyan Fransız tarihçi Maurice Rheims, milyarderin Lizbon’a taşınma kararının ne denli isabetli olduğunu anlatır (2). Bu sayede, Gülbenkyan sahip olduğu eserlere Almanların el koymayacağı yönünde güvence almış, savaşın bitiminde İngiltere’yle ilişkileri de düzelmiştir. Rheims, Gülbenkyan’ın Franco’ya Almanya yanında savaşa girmekten kaçınması telkininde bulunduğunu da yazar.
Gülbenkyan’ın Lizbon’da 1955’teki ölümünden önce Portekiz’e bağışladığı eserler, 1960’larda, General De Gaulle’ün özel izniyle Paris’ten Lizbon’a nakledilecek, Gülbenkyan müzesi ise 1969 yılında açılacaktır.
Ortaylı, kitabının İspanya sayfalarında Barselona, ve ülkenin iktisaden en gelişmiş yöresi Katalonya’dan bahisle “Halen de Türkiye ile ticaret ilişkileri iyi gitmektedir. AB blokuyla ticaret üstünlüğünü ABD, ardından Türkiye izliyor” demiş (s. 243). Bu ifadeyi kuşkuyla karşıladım ve araştırmam beni yanıltmadı. Katalonya ticaret odası istatistiklerine göre (karşılaştırmalı 2011 ve 2013 rakkamları – Catalunya Comercio/icex/cma) , Katalonya’nın ithalatında % 60’lık payıyla ön sıradaki AB’yi, % 8’le Çin, ardından Güney ve Orta Amerika ülkeleri, ABD ve İsviçre izlemektedir. Türkiye’nin payı sadece % 1.45… İhracatta ise, ön planda AB ve Orta ve Güney Amerika ardından küçük paylarla İsviçre, ABD, ve Çin geliyor. Türkiye’nin payı % 2,11. Katalonya ile Türkiye’nin dış ticaret dengesinde, ülkemiz 200 milyon avrodan fazla bir açık veriyor, yâni değer olarak sattığından fazlasını alıyor. Türkiye’nin satışları genellikle tekstil ürünlerine dayanıyor, Katalonya’dan dış alımda ise motorlu araçlar, endüstri ara ürünleri, yarı mamuller egemen. Bu durum, Türkiye’nin özellikle son 10 yılda derinleşen dış ticaret açığı ve borçlanmada ifadesini bulan iktisadi yapısıyla da uyumlu ve ülkemiz açısından sevindirici değil. Katalonya’nın Türkiye’ye ihracatı geçen yıl % 19 artmış ama aynı dönemde ülkemizden ithalatta artış % 9’da kalmış. Barselona’daki yetkililerin bu gelişmeden duydukları mutluluğu iyi anlıyorum.
Seyahatnamenin sonunda yer verilen “Müzeler Dünyasından” bölümünde Türkiye açısından önemli bir eksik gördüğümü söylemeliyim. Osmanlı’nın son dönemlerinde Anadolu’dan kaçırılan dünyaca ünlü eserlerin, özellikle de Zeus Sunağı’nın sergilendiği, Berlin Bergama Müzesi’nin neden Louvre, British Museum ve Ermitaj yanında kitapta yer almadığını anlamadım.
Değerli tarihçimizin, hata ve önemli eksiklerden arındırılmış Seyahatname’nin yeni baskısıyla yeniden okurlarıyla buluşmasını dilerim.
(1) “ A conversation with Dr. Mustafa Ceric ”, 2005 Nadeem Azam and Azam.com, Inc., New York and London.
(2) Maurice Rheims, Haute curiosité, Robert Laffont, 1975, p .65