İki Savaş Arasında Gitti Geldi Hatay
Aşağıdaki yazı, Hatay’ın kurtuluşu ve anavatanına bağlanması için çeşitli ortamlarda savaşım veren Erginlik Cemiyeti yöneticilerinden Şeyh Maruf Cilli ve oğlu Abdullah Cilli’nin torunları yazarımız Sibel Cilli tarafından kaleme alınmıştır.
Birinci Dünya Savaşı Biterken Kaptırdık İkinci Dünya Savaşı Başlarken Kurtardık
Sibel Cilli – Bütün Dünya
Ulusal görevlerimizi başarıyla yerine getirdiğimiz ve bu nedenle haklı bir ulusal övünç ve sevinç duyumsayarak andığımız gurur günlerimizden biri de, 23 Temmuz’dur.
Bu yıl 66’ncı yıldönümünü kutlayacağımız 23 Temmuz 1939 tarihinde Hatay ilimiz, anavatanına kavuşmuş ve o günden sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez varlığıyla bütünleşmiştir.
Birinci Dünya Savaşı biterken Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu güç durum nedeniyle kaybettiğimiz Antakya, İskenderun ve çevresini, İkinci Dünya Savaşı başlarken, bu kez kendileri güç durumda kalan işgalcilerin elinden kurtardık ve Hatay ili olarak anavatanına bağladık.
Bu ulusal görevin başarıyla yerine getirilmesiyle aynı zamanda, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hatay meselesi benim vazgeçilmez bir davamdır” dediği bir “kişisel davası” da başarıyla sonuçlanmış oldu.
Atatürk, bu ulusal sorunumuzun kendisi için ayrı bir “özellik” taşımasını, şu sözleriyle özetlemiştir:
“Gerekirse Hatay davasını şahsen halletmek için, bir zaruret karşısında kalırsam, derhal devlet reisliğinden ve hatta mebusluktan istifa ederim. Serbest bir vatandaş olarak bu işlerde çalışan arkadaşlarla beraber Hatay topraklarına geçerim. Bildiğiniz gibi bunun her zaman imkanı ve yolları vardır. Oradaki mücahitlerle, anavatandan kaçıp, bize katılacağından şüphe etmediğim kuvvetlerle meseleyi yerinde ve içerden halletmeye çalışırım. Türkiye Hükümeti isterse beni, arkadaşlarımı asi ilan etsin. Hakkımızda takibat yapsın…”
Başarıyla sonuçlandırılması uğrunda devlet başkanlığı görevinden ayrılıp, “asi ilan edilmeyi” bile göze alabilecek denli kararlı olduğu “Hatay’ın anavatanına kavuşturulması” sorunu, Mustafa Kemal için Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılında başlamıştır.
O uğursuz 1918 yılının 30 Ekim günü Osmanlı İmparatorluğu, neden savaşa giriştiğini bile bilmediği “yedi düvel” karşısında yenilgiye uğrayıp, “Mondros Mütarekesi”ni imzalamak zorunda kaldığında, topraklarının bir bölümü bu anlaşmanın imzalanmasını beklemeyen Fransızlar ve İngilizler tarafından kapışılmıştı. Mondros Mütakeresi’nin imzalanmasından üç hafta önce, “anlaşmanın içereceği konuların kokusunu önceden alan” o günlerdeki düşmanlarımız Fransa, Güneydoğu Anadolu ve Suriye’ye, İngiltere ise petrol bölgesi Irak’a el koymuştu.
İngiltere bununla yetinmemiş, Irak’ta “rahat hareket edebilmek için” Faysal’ı Şam’a göndermiş ve desteğiyle ona, tüm Suriye’yi kapsayan bir Arap Hükümeti kurdurmuştu. Bu olaydan tam 20 gün sonra ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından ise tam üç gün önce, 27 Ekim 1918 tarihinde, yine İngilizler’in desteğiyle Faysal taraftarı Araplar, yine bir “oldu bitti”ye getirerek bu kez Antakya’da bir Arap Hükümeti kurduklarını ilan ettiler.
Başta Antakya, İskenderun, Samandağ olmak üzere bugün Hatay ilimizin sınırlarının kucakladığı yöre, işte böylesi bir Arap ihaneti ve böylesi bir “İngiliz siyaseti” sonucu anavatanından koparılmıştır.
O günlerde Antakya, Belen, Dircemal ve Telfirat hattını korumakta olan Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal, İngilizler’in bölgeye asker çıkarma hazırlıklarına giriştiğini öğrenince bu girişime engel olmak istedi. “İskenderun, Antakya, Samandağı, Katma ve Kilis havalisi halkının dörtte üç çoğunlukla Arapça konuşan Türkler olduğunu ve bu durumun her işlemde gözönünde bulundurulmasını” anımsatmakla yetinmedi, önce Belen’den bir alay göndererek Antakya’yı kuşattı, sonra Arap Hükümeti’nin emrindeki askerlerin silahlarını toplattı, daha sonra da Arapların hapsettiği Türk ileri gelenlerini serbest bıraktırdı, onların yerine Arap Hükümeti’ni kuran elebaşıları tutuklattı.
Mustafa Kemal’in bu girişiminden bir gün sonra, 4 Kasım 1918 tarihinde, 5 Fransız torpido botu, yenik İstanbul Hükümeti’nin onayıyla İskenderun Körfezi’ne geldi ve buradaki mayınları temizledi. Aynı gün Mustafa Kemal’e ise İstanbul’dan bir telgraf geldi. Telgraf, İstanbul Hükümeti tarafından gönderiliyor ve Mustafa Kemal’in, okur okumaz reddedeceği bir emir içeriyordu. Bu emirde Mustafa Kemal’e “Suriye’deki İngiliz Ordu Komutanının, İskenderun Limanı’ndan yararlanabileceği” bildiriliyor ve kendisinden, “İngiliz Ordu Komutanına bu konuda bir zorluk çıkarmaması” isteniyordu.
Bu telgraf emrini alır almaz Mustafa Kemal de İstanbul Hükümeti’ne bir telgraf gönderdi ve bu konudaki kendi kararını bildirdi:
“İskenderun’a ayak basacak İngilizler’e ateş etmeleri için emrimdeki tüm askerlere şu andan itibaren emir vermiş bulunuyorum.”
İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal’in bu yanıtı üzerine aynı gün Yıldırım Orduları Grubu’nu kaldırdı ve görevi sona erdirilen Yıldırım Orduları Gurubu’yla birlikte, kendi görevine de son verilen gurup komutanı Mustafa Kemal’in derhal İstanbul’a dönmesini bildirdi. Bu durum Mustafa Kemal’e yine o gün bir telgrafla bildirildi.
Ordusu elinden, kendisi görevinden alınan Mustafa Kemal, 10 Kasım 1918 günü İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.
“Hititler’in ilk yerleşim merkezi Hatay’ı bir gün nasıl olsa yine anayurtla bütünleştireceğine” olan kafasındaki inancı, şimdi ayrıca yüreğinde bir namus yemini de olmuştu.
İlerideki yıllarda “Hatay meselesi benim vazgeçilmez davamdır” diyen Mustafa Kemal’in, bu sözü söylerken işte böylesi bir nedeni vardı.
Mustafa Kemal, Hatay’ın anavatana kavuşturulması davasını halk önünde ilk kez 1923 yılında Adana’ya yaptığı bir gezi sırasında, kendisini karşılayan topluluğun karşısında dile getiriyor, kalabalığın ön sırasında duran siyahlara bürünmüş dört genç kızın tuttukları üzeri “Antakya-İskenderun” yazılı pankartı görünce, kafasındaki ve yüreğindeki kararını şu öz sözüyle açıklıyordu:
“Kırk asırlık Türk yurdu, esir kalamaz.”
(Yayın Genel Yönetmeni’nin notu: Bu olayın ayrıntısını 28’inci sayfamızda, olayın tanığı Tayfur Sökmen anlatıyor.)
Mustafa Kemal, Hatay’ın anavatana kavuşturulması konusundaki resmi görüşünü ise ilk kez 1 Kasım 1936 tarihinde, Türki- ye Büyük Millet Meclisi’nin çalışma yılının açılışı nedeniyle yaptığı konuşmasında açıklıyor ve şöyle diyordu:
“Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa en çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda tek büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler, hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlar ve tabii görürler.”
Konuşmasının bu yerinde milletvekilleri ve salondaki dinleyiciler ayağa kalkıp, Atatürk’ü coşkuyla ve uzun uzun alkışlarken, büyükelçilerin oturdukları locada Yunan büyükelçisi, yanındaki Fransız büyükelçisine “Bu nutuk ve bu coşku karşısında ne diyorsunuz?” diye soruyor, Fransız büyükelçisi ise ona şu karşılığı veriyordu:
“Monşer, bu bir nutuk değil, tam bir ültimatomdur, tam bir meydan okumadır.”
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bu coşku ve heyecan bir gün sonra tüm yurtta ve özellikle Hatay’da büyük sevinç gösterilerini başlatan bir kıvılcım oldu.
Hatay konusunun ulusal bir davamız olduğu ve bu davamızın tüm ulusumuzca benimsendiği, artık açık açık ilan edilmişti.
Fransızlar ile aramızdaki nota trafiği, bu olaydan sonra başladı. Fransızlar, 1921’de yapılan Ankara Anlaşması’na göre Hatay’ın Suriye sınırları içinde kalması için diretiyorlar, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ise, böyle bir konunun kabul edilemeyeceğini bildiriyor ve Hatay için kesin bir bağımsızlık istiyordu. Sonunda Türkiye bu konuyu 10 Aralık 1936 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne götürdü.
Toplantıya Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras başkanlığında katılan Türk diplomatları, Milletler Cemiyeti’nde 9 ülkenin dışişleri bakanlarıyla sözcüğün tam anlamıyla “diplomatik bir savaş” yaparlarken, Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta tören alanında, Atatürk’ün bir işaretiyle toplanan 40 binden fazla yurttaş da bu “savaş”a, “savaş konusu komşu alan”dan demokratik desteğiyle katılıyordu.
Adana’daki bu törende tüm konuşmacılar, söz birliği etmişlercesine şu sözü yineliyorlardı:
“Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Atatürk’ün bir işaretiyle her türlü fedarkârlığa hazırız.”
Tören alanını dolduran 40 binden fazla yurttaş ise, bir koro düzeniyle şu sözleri haykırıyordu:
“Canımızı, malımızı Hatay’ın kurtuluşu uğrunda ve Atatürk’ün emrinde fedaya hazırız…”
Adana Valisi Tevfik Hadi, halkın bu coşkusunu o gece telgrafla Mustafa Kemal Atatürk’e iletti. Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Atatürk, bu haber üzerine Ankara’yı arayarak İsmet İnönü ve Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Eskişehir’e gelmelerini bildirdi. Kendisi de özel treniyle sabaha karşı Eskişehir’e hareket etti.
İnönü ve Çakmak’la Eskişehir’de dört saat görüşen Atatürk, onları Ankara’ya uğurladıktan sonra, Adana yolu üzerindeki Ulukışla’ya doğru hareket etti.
Atatürk, Ulukışla’ya gidişinin nedenini, “Fransızlar’ın Türk halkına yaptıkları eziyete son vermek olduğunu” açıkladı ve “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle” deyişiyle yorumlanabilecek biçimde, Fransızlar’ın kulağına gitmesi için Anadolu Ajansı’na şu sözleri söyledi:
“Ben memleketi hiçbir zaman harbe sürüklemem, fakat Hatay meselesi benim vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse bunu şahsen halletmek için, bir zaruret karşısında kalırsam, derhal devlet reisliğinden ve hatta mebusluktan istifa ederim. Serbest bir vatandaş olarak bu işlerde çalışan arkadaşlarla beraber Hatay topraklarına geçerim. Bildiğiniz gibi bunun her zaman imkanı ve yolları vardır. Oradaki mücahitlerle, anavatan dan kaçıp, bize katılacağından şüphe etmediğim kuvvetlerle meseleyi yerinde ve içerden halletmeye çalışırım.
Türkiye Hükümeti isterse beni, arkadaşlarımı asi ilan etsin. Hakkımızda takibat yapsın… Maamafih böyle bir ihtimal karşısında kalacak değiliz. Dava yakında istediğimiz şekilde halledilmiş olacaktır.”
Anadolu Ajansı’nın tüm dünyaya yaydığı Mustafa Kemal Atatürk’ün bu demeci, ilk etkisini, demecin “hedef tahtası” Fransa’da gösterdi. Atatürk’ün Ulukışla’ya hareket etmesi ve bu sözleri üzerine, zaten bir Atatürk hayranı olan Fransız Meclis Başkanı Herrio, Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Suat Davasa’yı ziyaret etti ve ona Fransa’nın şu kararını bildirdi:
“Sayın Büyükelçi, lütfen hükümetinize hemen bildiriniz: Fransız Hükümeti, Atatürk’ün isteğini yerine getirmeye hazırdır. Müsterih olsunlar.”
Hatay’ın bağımsız bir devlet olması, bu olaydan iki hafta sonra, 27 Ocak 1937 tarihinde Milletler Cemiyeti tarafından kabul edildi.
Sıra şimdi, bağımsız Hatay Devleti’nin, Türk milletvekillerinden oluşan millet meclisinin kurulmasına ve Hatay’ın bir Türk cumhurbaşkanı tarafından yönetilmesi aşamasına gelmişti.
2 Eylül 1938 tarihinde millet meclisi, topluluklara ayrılan kontenjanlara göre 22’si Türk olmak üzere 40 milletvekilinden oluşuyordu.
En yaşlı üye 85 yaşındaki Mehmet Adalı’nın başkanlığında açılan millet meclisi, meclis başkanlığına Abdulgani Türkmen ve başkan yardımcılıklarına Zeynel Abidin Cilli ve Vedi Münir Karabay’ı seçti. Şimdi sıra Hatay devlet başkanını seçmeye gelmişti. Bu yüce makam için tek aday, Tayfur Sökmen’di. Yıllar sonra bir örneğini Kıbrıs’lı Türkler’in efsane lideri Rauf Denktaş’ın kişiliğinde gördüğümüz yurtseverlik sorumluluğunu Tayfur Sökmen de, savaşımına bir “mücahit” olarak başlayarak kanıtlamıştı. Ulusal bağımsızlığa kavuşmayı ve ulusal onuru korumayı o ise, Hatay’ın Fransız işgalinde kaldığı dönemde kendisine tek amaç edinmişti. Aynı duyguları paylaştığı birçok arkadaşıyla birlikte düşman karşısında önce silahla çarpışmış, savaşımını daha sonraki yıllarda çeşitli ortamlarda ve kimliklerde sürdürmüştü. Atatürk tarafından Antalya bağımsız milletvekiliğine getirilen Tayfur Sökmen, Hatay’ın bağımsızlığı amacıyla Dörtyol’da kurulan Erginlik Cemiyeti’nin de başkanlığını yapmıştı.
Tayfur Sökmen, millet meclisi tarafından devlet başkanlığı görevine seçildikten sonra yaptığı konuşmada özellikle şu noktaya değiniyordu:
“19 seneden beri bütün Hatay halkının candan sarf ettiği fedakârlık ve gayret neticesinde ve Büyük Kurtarıcı Atatürk’ün yüksek alakaları sayesinde bu istiklale (bağımsızlığa) kavuşmuş bulunuyoruz.”
Hatay Devleti’ne Atatürk, bir devlete verilebilecek en büyük armağanı verdi: O devletin bayrağını, kendi elleriyle çizdi ve Hataylılar’a armağan etti. Hatay Devleti bayrağının Türk bayrağından farkı yalnızca yıldızıydı. Hatay bayrağındaki yıldızın iç bölümü de, bayrağın kırmızı rengini taşıyordu.
Ülkenin yönetimi için ayrı yasalar yapmak yerine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasalarını kabul eden millet meclisi, en büyük kararını 29 Haziran 1939 tarihinde aldı. O gün olağanüstü toplanan millet meclisi, tüm milletvekilleri tarafından imzalanarak verilen bir önergenin oylanması sonucu Hatay Devleti’nin varlığının sona ermesine ve Hatay topraklarının anavatana katılmasına karar verdi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir ili olarak kabul edilmesinden sonra Şükrü Sökmensüer Hatay valiliğine atandı ve…
23 Temmuz 1939 tarihinde sabah saatlerinde Antakya’da, öğleden sonra da İskenderun’da yapılan törenlerle direkteki Hatay bayrağı indirildi, beyaz bir kumaştan yapılan yıldız birkaç saniye içinde iğnelerle Hatay bayrağındaki yıldızın ortasına iliştirildi ve… Birkaç saniye önce Hatay bayrağı olarak direkten indirilen bayrak, üzerine eklenen yeni yıldızıyla bu kez Türk Bayrağı olarak yeniden direğe çekildi.