İbrahim Alâaddin Gövsa

İbrahim Alâaddin Gövsa, “Tavaf’tan sonra “O’nu Düşünürken” de, Atatürk için, “Öyle bir mucize insandı ki kaybettiğimiz“, “Maveradan bize sesler verecek dinleyiniz” diyor. 

1915 yılında “Kemalyeri”nde savaş alanında O’nunla tanışmak olanağını bulamayan İbrahim Alâaddin Gövsa, bu tarihten iki yıl kadar sonra 1917 Ağustos’unun 18. günü Tevfik Fikret’in ölümünün ikinci yıldönümü nedeniyle Aşiyan’da düzenlenen toplantıda buluşup tanışır. O gün Gövsa’yı Tanin Gazetesi’nde yayınlanan Çanakkale ile ilgili şiirleriyle tanıdığını söyleyen Mustafa Kemal Paşa’nın bu ilgi ve onurlandırması karşısında Gövsa: 

– Paşa Hazretleri, siz savaş alanlarında koşan bir komutan olarak nasıl oluyor da benim gibi önemsiz bir gencin değersiz yazılarını okuma olanağını bulabiliyor ve onları anımsayabiliyorsunuz? 

Mustafa Kemal Paşa’nın yanıtı şu olur:

– “Ben edebiyatı ve şiiri severim. Özellikle askeri nitelikteki her yapıtı dikkatle okurum. Sizin Çanakkale’ye ait şiirlerinizin tümünü okudum ve sevdim.”

Gövsa, Tanin’de parça parça yayınlanan şiirlerini bu değerlendirme karşısında küçük bir kitap halinde toplayarak “Çanakkale İzleri” adıyla “Anafartalar kahramanına” sunar. Ve O’nunla Aşiyan’da başlayan yakınlık ölünceye kadar sürer.

Bu memlekete fikir adamı, eğitimci ve siyaset adamı olarak yıllarını veren Gövsa, diğer yapıtlarıyla birlikte “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” “Türk Meşhurları Ansiklopedisi” ile de kitaplıklarımızın zenginleşmesine katkıda bulunmuş ünlü bir kişidir.

Atatürk, özellikle gece toplantılarında fikir adamlarıyla buluştuğunda konu açmak ve bu konu üzerinde tartışmak olanağını her zaman yaratmış, yakın arkadaşları da çoğu kez buna aracı olmuşlardır.

Gövsa, O’nunla oldukları bir geceyi şöyle anlatır:

“1928 Ekim’inin ortalarında bir akşamdı. Sofra, Büyükada’da Yat kulübünün bahçesinde kurulmuştu. Gece yarısından sonra saat birbuçuk iki vardı. Ben, bahçenin bir köşesinde uzaktan O’nun durup dinlenmek bilmeyen neşeli ve sevimli davranışlarını hayranlıkla seyrediyordum. Bir aralık gözü bana ilişmiş olacak, işaret etti, yaklaştım. Kendine özgü tatlı bir alçakgönüllülükle okşama ve ağırlamadan sonra bir süre başkaları ile başka sorunlarla uğraştı. Sonra bana döndü, şaka yapmak ve sormak için bir neden hazırlamak istediğini hissediyordum.

Konuşmalarına tatlı bir özellik karıştıran Nuri Conker bu nedeni kolaylaştırmak için beni övmeye gelebilecek bir kaç şey söyledi. Meclis’te iyi konuştuğumu anlatmak istedi. Beni sevdiği için bunda samimi olduğundan emindim. Fakat bu fikri bilerek veya bilmeyerek tuhaf bir biçimde söyledi. “Alâaddin Bey’i Meclis’te çok kez dinledim, ifadei meram ediyor”, dedi.

Atatürk’ün aradığı şakaya bir ortam hazırlanmıştı:

– Vay efendim vay; sözde sen de övdün öyle mi? Konuşan her insan ifadei meram eder. Bununla ne demek istiyorsun?

Bu suretle önce Nuri Conker’e yöneltilmiş hücumun bana dönmesi için başka bir neden çıktı. Sofrada bulunanlardan biri benim, vaktiyle Avrupa’da psikoloji öğrenimi yaptığımı söyleyiverdi.

– Vay demek ki siz, psikoloji yani ruh bilimi öğrenimi yapmışsınız. Öyle ise bana anlatınız, bakalım. Sizin öğrenimini yaptığınız psikoloji, ruhu ne biçimde tanımlar?

Sofra konuşmalarının sevimli bir yönü olan sınav aşaması başlamış demekti. Yanıttan kaçmak yahut sorudaki amacı düşünerek yanıtı şaka ile anlayış, O’nun sevgili ve büyük kişiliğine karşı borçlu olduğumuz saygıya ters düşerdi. Ben, hem bilimsel temele bağlı kalmak, hem de karşılığın neden olabileceği tartışmayı açmamak için şöyle bir tümce kullanmakla yetineyim dedim:

– Efendimizce bilinir ki, bugünkü psikoloji, ruhun kendisi ile değil, görünümü ile yani olaylarla uğraşır. Şu halde, ruhu tanımlamak felsefeye ve felsefenin fizik ötesi konusuna ilişkindir ve bizim eğitimini gördüğümüz psikoloji, ruhu tanımlamıyor.

Yanıt, gerçeğe uygundu. Fakat O’nun kuvvetli mantığı ile çözümlemeye ve küçültmeye uygundu. “Psikoloji” ruh ilmi demektir. Bir bilim uğraş verdiği konuya doygun kalabilir miydi? Ve o dalda eğitim gören kişi uğraş verdiği konunun özünü, temelini tanımlama beceriksizliğini açığa vurabilir miydi? Bu ne büyük bilgisizlikti. Bu bilgisizliği kazanmak için Avrupa’ya kadar gitmeye ne gerek vardı? 

O madensel ses, belki yarım, belki bir saat konu üzerinde kimi zaman neşe, kimi zaman öfke ile çınlayıp köpürdü. Bazen o kadar güzel ve orijinal şeyler söylüyordu ki, onları dinlemek, paylanmaya ve hücuma uğrayanlar için bile hoşa gidiyordu.

Fakat, biraz aşırılığa giden bu haksız hücumun, uyandırdığı kırıklığı Atatürk, bir kaç gece sonra ve yine kendine özgü eşsiz bir büyüklükle onarmak ve gidermek istemiş ki, O’nun vicdanıma yüklediği gönül borcunu sonsuza dek duyacağım.

Aynı ayın yirmi sekizinci günü harf devriminin ilk temel kurallarını kararlaştırmak üzere Dolmabahçe Sarayı’na dil ve edebiyat ilgilileri davet edilmişlerdi. Ben de davetli idim. Sofrada yerim O’na bir hayli uzaktı. Yeni bir sınavla karşılaşmamak için bu rastlantıdan da memnundum. Fakat o beni uzaktan görünce karşısına davet etti ve oradaki kişi ile yer değiştirmemizi emretti. Hem korkarak, hem sevinerek oturduğum zaman O’nun çapındaki bir insanın yapamayacağı bir alçak gönüllülükle beni okşadı:

– Benim şakalarıma alışık değilsiniz. Geçen akşam psikoloji konusu nedeniyle söylediklerim şakadan ibaretti. Siz nasıl askerlik konusunda bir oya sahip olamazsanız ben de psikoloji konusunda öyleyim.

Atatürk’ün gösterdiği büyüklük karşısında ben o akşam daha fazla küçülmüştüm. O anda duyduğum yüce heyecanı şu satırları yazarken tekrar duyuyor ve O’nun sonsuz büyük ruhuna binlerce saygı sunuyorum.”

İşte bu içten duygular ve gönül borcuyla Gövsa “Tavaf”ı yaratmıştır. 10 Kasım 1938 gece yarısı hıçkırık sesleriyle uyanan sayın eşi onun, Tavaf’ın son dizelerini tamamlamakta olduğunu görür:

“Ey nam alan, zafer yaratan, inkılâp açan, 

Ey yol veren hükümleri tarihe bir zaman, 

Ey eski kahramanları geçmiş asırların! 

Gazi’ye ihtiram ile kalkın ve toplanın. 

Saf bağlayıp selama durun hep! 

O’dur gelen, Türk ırkının muhabbeti üstünde yükselen. 

Ölmez evet gönüllere heykel kuran Atam. 

Lakin nedir içimdeki payansız inhidam…?” 

Ve daha sonraki günlerde de O’ndan gelecek sesleri dinlememiz için bizleri uyarıyor: 

Ölümün sırrını günlerce düşündük, durduk, 

Ne gelenlerde haber var, ne gidenlerde bir iz. 

Öyle bir mucize insandı ki kaybettiğimiz, 

Mezardan bize sesler verecek dinleyiniz! 

O seslere kulak veriyoruz. O yol gösteren, o öğüt veren o buyruk veren seslerdir ki, davasına inananları dimdik ayakta tutmakta, ilke ve devrimlerine toz kondurmamaya çalışmaktadırlar. 

Gövsa’nın 31 Ekim 1949 günü yaşantısı son bulmuş ve Ankara’da toprağa verilmiştir. 


Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2