Husuftan Sonra, Fazıl Ahmet Aykaç, Cumhuriyet

Husuftan Sonra, Fazıl Ahmet Aykaç, Cumhuriyet, 15 Kasım 1938

Herkes aynı şeyi düşünüyordu. Fakat her dilden çıkan kelime düşünülenin tam dışındaki konulara dokunmakta idi. Ankara’nın berrak gecesinde bir saat yürüdüm. Arada sırada Çankaya’ya doğru bakıyordum ve biliyordum ki küreye çarpmak için boşlukta koşan bir âfet gibi Türk tarihinin üstüne de saldırmaya hazırlanan bir kaza dolaşıyor. Elim, ayağım üşümüştü. Fakat gene gönlümde ateş duyuyordum. Ve inanıyordum ki Atatürk’ün hayatı gibi ölümü de Türk varlığına yeni bir büyüklük ve kahramanlık şuuru getirecektir. 

Otelimde tam yatacağım sırada pencerenin perdesini çekmek istedim. Ne göreyim? Gökte ay tutulmuş… Ve husufa henüz uğramayan ancak küçücük bir nokta var. 

O zaman Başbuğ tekrar gözümün önüne geldi. Evet, şimdi burada ay tutulurken İstanbul’da da bir dehâ husufu oluyordu ve orada batan güneşin de kararmayan ancak küçük bir noktası kalmıştı! 

Kâinatın bu değişmez kanunundaki acılık kâh yüreğimden başıma vurdu, kâh başımdan yüreğime… Evet, tabiatın filmden ziyade seyirci değiştiren bir sinema olduğunu bilmez değilim. Lâkin ışığını ebedîliğe uzatan bir varlığa fâniliğin hükümleri söz geçirememiş gibi düşünüp avunduğum dakikalar olurdu. 

Atatürk’ün dinç ve kahraman omuzlar üzerinde bir dehâ küresi gibi gezdirdiği güzel başını görür gibi oldum. Ve bir an için metanetim kötürümleşti. Lâkin iki saniye sonra gene O Büyük Adam’ın ağzından duymuş olduğum bazı sözler, hâfızamda dirildi ve bana zindelik verdi. 

Hatırladım ki, Atatürk her şeyden ziyade miskin ve pısırık zaaftan iğrenirdi. Hele büyük millî ödevler karşısında! Ve kendi kendime şunu düşündüm: Atatürk en gerçek halef, ancak O’nun yaptığını daha ileriye götürmeye, daha yükseğe çıkarmaya azmeden ruh olabilir… O’nun için dökülecek yaş ne kadar çok olsa yine azdır. Lâkin batan güneşe takdim edilmeye lâyık matem, insanı cihandan bezdiren yılgın ve bitkin yeis değil, bilâkis Türk Milletinin hassas ve yek âzalı varlığını bütün dünyaya sezdirecek olan kibar ve şamatasız faaliyet olmak icabeder. 

Ne mutlu bize ki, iki gündür böyle bir hava içindeyiz. Atatürk’ün kafasında bir dehâ yangını yandığı için sözleri de Volkan lâvlarına benzerdi. O’nun eserine hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da en fiilî vefayı gösteren yeni Cumhur Reisi de son nutkuyla bize ebediyyen susan Şefi hatırlattı. Çünkü cümleleri öteki yıldırımların tarrakaları gibiydi. 

Dün gece yine kendi başıma dolaşıyordum; hayalim düne ve gözlerim, yarına dikili olarak! Artık Çankaya tarafına bir kere bakışlarımı uzatmak bile imkânsızdı. Lâkin tekrar gönlümü yerinden hoplatan bir manzarayla karşılaştım. 

Ay, Ankara kalesinin üstünden doğuyordu ve güya yıllarca karargâhını selâmladığı Büyük Güneş’i aramaya çıkmıştı… Gözlerim doldu. Birkaç gün evvelki husufu hatırladım… Fakat biraz sonra durgun ve matemli Ankara gecesinin geniş göğsündeki bu ay, gözümde neye benzedi bilir misiniz? 

Tıpkı bir İstiklâl Madalyası’na!