Hüsrev Gerede, Atatürk’ün Manevi Kızlarını Anlatıyor
Atatürk’le beraber Samsun’a çıkan 18 kişiden biri de Hüsrev Gerede’dir. Yazmış olduğu anıları, 2003’de son baskısını yapsa da, Kurtuluş Savaşı dönemimize ışık tutan ender bilgiler içerir. Anılarının son bölümünde Atatürk ve Devrimler başlığı altında; Atatürk’le yaşadıklarını, Atatürk’ün dış görünüşünü oldukça samimi bir dille yazan Hüsrev Gerede, ‘Manevi Çocukları’ başlığıyla da bol dedikodulu, kısmen gerçek kısmen de abartılı olarak, oldukça ilginç bir bölüme yer vermiş. İşte okurken bazı bölümlerinde ihtimal hayretler içinde kalacağınız o satırlar:
(İhtiyatlı yaklaşılacak kısımlara (!) işareti konulmuştur.)
Manevi Çocukları (Hüsrev Gerede’nin anıları, s.269-272)

Afet, Nebile, Sabiha, Zehra ve Rukiye adlarındaki bu beş genç kızın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne alınmalarından çok önce, eski Dışişleri memurlarından Yenişehirli Deli Fahrettin Hayri’nin teyzesinin kızı Fikriye adında genç bir kadın vardı.
Eski köşkte gördüğüm bu kadının, Gazi’nin hizmetinde bulunduğunu o zaman söylemişlerdi.
Akrabası Deli Fahri de Fikriye’nin bu hizmeti yapmasından şikayet eder dururdu.
Deli Fahrettin’in, Dr. Refik Saydam’dan duyduğum bir de şantaj öyküsü vardır.
Saydam’ın anlattığına göre Deli Fahri çapkınlığı ile de tanınırmış.
Bursa’da genç bir öğrenci kızı baştan çıkarmış ve hamile bırakmış.
Genç kız, Deli Fahri’nin baskısıyla Gazi’ye bir mektup yazmış, “Paşam, Bursa’da sizinle görüştükten sonra hamile kaldım.” demiş. Gazi mektubu Dr. Refik’e göstererek “Sen, benim çocuğumun olmayacağını bilirsin.(!) Şu işin aslını bir araştırın.” der. Olay araştırılır, genç kıza mektubu yazdıranın Deli Fahrettin olduğu ortaya çıkar. Sonunda kız Fahrettin’le evlendirilerek iş kapatılır.

Fikriye Hanım ciğerlerinden hastalanarak İsviçre’ye tedaviye gönderilmiş. Dönüşünde Gazi kendisini kabul etmemiş. Kadını eski saray hademelerinden Abbas Salâhi Nesib karşılamış ve içeri bırakmamış.
Nöbetçi yaver Muzaffer, Fikriye’yi saklandığı tuvaletten çıkararak üzerini aramış ve eteğinin altında gizlediği tabancayı bulmuş. Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’tan dinlediğim bu olaydan kadının geliş amacını pek anlayamadım.
Oysaki kadının Çankaya’da intihar ettiği söyleniyordu. (!)
O zamanki Muhafız Alayı Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’den de, Fikriye’nin görüşme isteğinin Atatürk tarafından geri çevrilmesine çok üzüldüğünü, bu yüzden bahçedeki ufak yoldan dönerken intihar ettiğini duymuştum.

Fikriye olayı ile ilgili başka bir söylentiyi de diş hekimi Dr. Sami Gunzberg’ten dinlemiştim.
Dr. Gunzberg, Harp Okulu öğrenciliğimden beri benim otuz küsür yıllık dişçimdi. Kendisi çok zeki, bilgili, başarılı bir diş hekimi idi. Aslen Yahudi olan Sami Gunzberg önceleri Osmanlı Sarayı’nın dişçibaşısı imiş. Cumhuriyetten sonra bu görevini Gazi’nin yanında sürdürmeye başlamış.
Gazi’ye, kızlarına, hizmetçilerine, Başbakan İsmet Paşa ve bakanlarına, birçok milletvekiline dişçilik yapmış. Fikriye hakkında bana anlattıklarını bizzat Gazi’nin kendisinden dinlemiş.
Dr. Sami Gunzberg’in aktardığı olay: “Fikriye, Lâtife Hanım zamanında İsviçre’den dönmüş, Yaver Muzaffer’e görünmeden Gazi’nin odasına kadar çıkmış. Kıskançlığından Gazi’ye suikast tasarlamışsa da başarılı olamayarak bahçeye kaçmış, yakalamaya gelenleri görünce tabancasını kendi başına sıkmış.” biçimindedir.

Bu konuyu Yaver Muzaffer’le de görüştüm. Muzaffer dürüst, terbiyeli kibar bir insandı. Tutum ve davranışlarıyla öbür arkadaşlarına hiç benzemezdi. Atatürk’ün ölümünden önce Çankaya’daki görevinden ayrılarak sivil yaşama geçti, yağ ticaretiyle uğraştı, fabrika sahibi oldu. (!)
Muzaffer dedi ki: “Ben nöbetçi yaverdim. Arap Nesip, Fikriye’nin geldiğini haber verdi. Aslında ciğerlerinden hasta olan ve tedaviye gönderilmiş olan bu kadının Kurtuluş Savaşı’nın sıkıntılı günlerinde gerek Gazi’ye özenle bakması, gerekse yaverlerine varıncaya kadar ilgi göstermesi kendisine sempatimizi uyandırmıştı.

Gazi yukarıda Latife Hanım’la oturuyordu. Kendilerine sormadan Fikriye Hanım’ı onların yanına bırakamazdım. Davranışlarında da heyecan ve sinirlilik göze çarpıyordu. Gazi’nin dinlendiğini, çıkıp haber vereceğimi, kendisini kabul edebileceği zamanı soracağımı söyleyerek onu yatıştırmaya çalıştım.
Nöbetçi ile Arap Nesim’i de ben aşağı ininceye kadar Fikriye Hanımı yukarı bırakmamaları konusunda uyardım. Yanlarına çıkıp durumu Gazi’ye bildirdim. Latife Hanım birden bire ‘Niye gelmiş, ne işi var? Kovunuz, dışarı atınız!’ diye öfkeyle söylenmeye başladı. Paşa da buna karşı bir şey diyemedi, aynı görüşü benimsedi. Aşağı indim, Fikriye Hanım’a Paşa’nın şimdi kabul edemeyeceğini, uygun zamanı daha sonra kendisine bildireceğimi söyledim. Kadın büsbütün öfkelendi. ‘Ne demek efendim, Paşa beni muhakkak kabul eder. Siz yalan söylüyorsunuz. Burası benim evim demektir!’ gibi sözlerle direnince bu işin içinden yalnız çıkamayacağımı anlayarak Kurmay Albay Tevfik Bey’le Yüzbaşı Rusuhi Bey’i telefon edip yanıma çağırdım.
Tevfik Bey kadını soğukkanlılıkla yatıştırmaya çalışırken, Rusuhi öfkelenip tehdit etmeye başladı. Hatta girdiği tuvaletin kapısını çalarak ‘çık dışarı!’ diye bağırdı. Sonunda kadını dışarıda bekleyen arabaya bindirerek yola çıkardık. Bir süre sonra silah sesi duyuldu. Nöbetçi koşarak geldi, kadının kendisini vurduğunu söyledi. Hemen Mahmut Bey’e telefon ettim. Arabanın yanına gitmesini ve yakınındaki doktoru çağırtmasını rica ettim. Mahmut Bey kısa bir süre sonra döndü. Kadının öldüğünü,(!) doktor çağırtmaya gerek kalmadığını söyledi.”
Bu ayrıntılı bilgiye göre Fikriye’nin kıskançlık duygusu ile geldiği, yanında taşıdığı tabanca ile de suikast tasarladığı düşünülebilir. Kadının ilk geldiğinde üstünün başının aranıp tabancasına el konulmaması büyük bir gaflettir. Yaver Muzaffer, Mahmut’un doktoru çağırtmamasını yerinde bir davranış olarak görmediğini söylemiştir.

Bazı kişiler bu Fikriye Hanım’ın, Tayyare Cemiyeti Başkanı Fuat Bulca’nın akrabası olduğunu söylüyorlar, kadının araba ile giderken intihar etmiş olmasını kabul etmiyorlar. Ya Yaver Salih veya büyük olasılıkla Yaver Rusuhi’nin öldürmüş olduğunu iddia ediyorlar. Doktor çağrılmaması, adli herhangi bir kovuşturma veya soruşturma yapılmamış olması bu görüşleri haklı gösterebilir. (!)
Manevi kızlarından en gözdesi Afet Hanım’ı İzmir’de öğretmenken Gazi Karşıyaka Kulübünde görmüş, beğenmiş, yanına almıştır.
Bu kızı bir tarih profesörü yapmak için çok uğraşmıştır. Kendi tarih incelemelerini buna ezberletir, sofradaki konukları karşısında sorular sorar, aldığı karşılıklardan memnun kalırdı. Hatta askerlik görevi üzerine Afet’le hiç de ilgisi olmayan bir de kitap yazdırıp dağıttırmıştı.
Lozan’a konferans vermeye göndermiş, bu kıza Cumhurbaşkanlığı köşkünde âdeta resmî bir mevki kazandırmıştı.
Manevi kızlarının en güzeli olan Nebile bir şeyh kızıydı ve annesi tarafından getirilmişti.
Bu kızın okumadan çok dans ve şarkıya ilgisi vardı. Gazi de bunu pek severdi. Sofrada şarkı söyletir, Kur’an okutur, dans ettirir seyrederdi.
Afet’in Nebile’yi çok kıskandığı bir gerçektir. Bunun etkisiyle Nebile’yi evlendirmek zorunda kalmıştır.(!) Ona Maçka’da ufak bir apartman, çok sayıda mücevher ve eşya vermiştir.
Önce Dışişleri kâtiplerinden Çerkez Tahsin (Baç) ile evlenen ve onunla birlikte Paris’e giden bu iyi kalpli fakat şımarık kız, sert ve savruk olduğu söylenen Tahsin ile geçinemedi, ayrıldılar. Hatta Tahsin’in Paris’te çok para harcamasından ve Nebile’nin şikâyetlerinden kuşkulanan Gazi’nin Hasan Rıza Soyak’ı olayı araştırmak üzere Paris’e gönderdiğini anımsarım.
Nebile, ikinci evliliğini Brüksel Büyükelçiliği memurlarından Kâmil Bey’in boşta gezen oğlu ile yapmış ve hiç mutlu olamamıştır.
Kâmil Bey Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Selanik Konsolosluğunda çalışan yeteneksiz, sıradan bir görevli idi. Gazi’nin kız kardeşi Makbule Hanım’a pasaport verdiği için korunmuş, yıllarca Brüksel’de tutulmuştu. Nebile bu adamın oğlu ile yaptığı mutsuz evliliği izleyen günlerde menenjite yakalanmış, gözleri kör olmuş, uzun süre hasta yattıktan sonra ölmüştür.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Nebile’yi önce Yakacık Sanatoryumunda, daha sonra da Taksim’deki Fransız Hastanesinde tedavi ettirmiş, hasta ile ilgilenilmesi için Vali Lütfı Kırdar’a emirler vermiş, bu konuda büyük bir insanlık örneği sergilemiştir. Nebile de tüm mal varlığını, hastalığında kullanılmak üzere İnönü’nün emrine bırakmıştı. Nebile’nin annesi kızının ölüm acısına daha fazla dayanamayarak kısa bir süre sonra ölmüştür.
Rukiye’yi Aksaray Milletvekili Kâzım Bey getirmiş, bir süre bu kızı öbürleri gibi sofrada, dost ziyaretlerinde yanında bulundurduktan sonra bir jandarma yüzbaşısı ile evlendirmiştir.
Sabiha’yı Bursa’da, eniştesinin yanında görerek almıştır. Bu kızı da okutmak istedi. Fakat okumaya karşı yeteneksiz ve isteksiz, bunun yanında pek de inatçı olan bu kızı patakladığını bana birkaç kez anlatmıştı. Bilmem belki öbürlerini kıskanmasından olacak bu kız hem suratsız, hem de inatçı idi. Sonradan tayyareciliğe heves etti. İyi bir tayyareci oldu. O zamanın gazeteleri “Gazi’nin kızı Tayyareci Sabiha” diyerek yol yordam gereğince dalkavuklukta epey çaba harcadılar. Gazetelere resimlerini bastılar, uçuşlarını yazdılar.
Havacı bir subayla evlenen bu kızın Atatürk’ün ölümünden sonra adı pek duyulmaz oldu.
Zehra öksüzler yurdunda büyütülmüştü. Gazi bu küçük kızı Robert Kolej’e verdi, sonra da eğitim için İngiltere’ye gönderdi. Londra’da başarısız bir öğrencilik yaşamı sürdüren Zehra, Türkiye’ye geri dönerken kendini trenden atarak intihar etmiştir.
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak intihar nedenini genç kızın eğitimdeki başarısızlığına bağlıyor. Fransız güvenlik güçleri yaptıkları incelemelerde, vagon kapısının demirinde kızın eldiveni ile et parçaları bulmuşlar.
Başyaver Celal de durumu incelemek için Fransa’ya gönderilmiş. Celal, pulman vagonu camlarının alçak, ancak kapalı olduğu kanısına varmış. Dişçi Sami’nin görüşü daha değişik. O, Zehra’nın Afet Hanım’ı kıskandığını(!), İngiltere’de de başarısız bir gönül serüveni yaşamış olabileceğini tahmin ediyor, intihar olayını bu nedene bağlıyor.
Hasan Rıza Soyak’tan bu kızların tümünün bakire oldukları söylentisinin aslını sordum.(!) Ondan aldığım karşılıktan, kızların Gazi tarafından Prof. Dr. Refik Hayri’ye muayene ettirildiğini ve bakire olduklarının anlaşıldığını öğrendim.
Hüsrev Gerede’nin Anıları, Hazırlayan Sami Önal, Literatür Yayınları