Haysiyet Ve Barış Özenti Değildir

TELEVİZYONDA, eski Mersin Belediye başkanlarından Mithat Toroğlu’nun Atatürk’le ilgili anılarını dinlerken o gün elime geçen bir kitapta taze taze okuduğum bir bölüm canlandı zihnimde..

Çukurova Gazeteciler Cemiyeti tarafından Yüzüncü Yıl Ar­mağanı olarak basılan kitap Atatürk’ün o bölgeye yaptığı gezileri anlatıyordu… Tarih 17 mart 1923… Mersin o sırada Adana’ya bağlı mütevazi bir sancak… Yenice İstasyonu’ndaki karşılama sırasında bir milletvekilinin davranışları Atatürk’ü biraz sinirlendiriyor. Kitabın yazarı Taha Toros gerisini söyle anlatıyor:

”Mersin’de ikinci sevimsiz olay, belediye başkanının verdiği öğle yemeğinde cereyan etti. Tertiplenen bu yemekte Atatürk’ün halkın gerçek temsilcileri ile karşı karşıya ve baş-başa yemek yemesi düşünüleceğine, yabancı temsilciler de davet olunmuştu. Hatta bu yabancılar, Atatürk’ün karşısına, en onurlu, en hassas yere oturtulmuşlardı. Şehri temsil etmesi gereken belediye başkanının misafirinin yakınında yer alması unutulmuştu. Onun sofrayı ayarlayan bir teşrifat görevlisi gibi ortada dolaşması Atatürk’ü sinirlendirmişti. Atatürk buna da gerekli uyarıda bulundu.

ATATÜRK tarafından uyarılan belediye başkanının adı kitapta yer almıyordu. Ancak televizyonda Toroğlu’nun anlattıklarıyla kitaptaki anılar arasındaki benzer­liliklere bakarak, yukarıdaki bölümde söz konusu edilen baş­kanın Mithat Bey olduğu düşünülebilir. Eğer Mithat Bey o sırada belediye başkanı ise, çok genç bir yöneticiydi. Protokol hatası yapması normal sayılabilir. Zaten burada önemli olan, yapılan hatalar değil, Ata­türk’ün gösterdiği titizliktir. Kendi yurttaşlarına karşı samimî şakalar yapan, protokolü aradan çıkarıp icabında güreş tutan, hasta zamanında pijamayla ziyaretçi kabul eden — Toroğlu’­nun anısıdır— Atatürk yabancılarla ilişkilerde çok hassas ve titizdir. Bu konuda çevresine örnek olmaya çalışır. Bu tutumu, Osmanlı’nın çöküşü sırasında, yabancılarla ilişkiler­de adet halini alan lâubaliliğe ve haysiyetsizliğe bizzat tanık olması ve iğrenmesinden ileri gelebilir. Ama bu titizlik dış ilişkilerde Atatürk’ün ısrarla üzerinde durduğu “eşitlik” ilke­siyle de ilgilidir, ilişki kurulan ülke ister büyük olsun, ister küçük, eşitliğe riayet edilmesini ister Atatürk. Buna çok dikkat eder. Hem özde, hem şekilde… Protokol konusunda müthiş hassastır. Yurt dışından dönen dışişleri bakanlarına ilk sorduğu soru şudur:

Seni nasıl karşıladılar? Kimler tarafından kabul edildin? Görüşmeler kaçar dakika sürdü?

Bu bilgiler, o ülkenin dışişleri bakanı geldiğinde uygula­nacak protokol ve program için saptanmaktadır. Bizim dışiş­leri bakanına hangi muamele yapıldıysa, onlarınki geldiğinde aynısı uygulanacaktır… Bugün dış ilişkilerde protokolün önemini kaybettiğini sa­vunanlar çoktur.

Kissinger’in kişiliğiyle hayli ağırlık kazanan Amerikanvari diplomasi çok taraftar topluyor. Ama bu yeni modanın büyük devletlerin işine gelirken, küçükleri, bırakınız özde şekilde bile eşitliği talep edemez duruma düşürmesi tehlikesi de düşünülmelidir. Bu konuda taze ve acı anıla­rımızı hatırlamalıyız.

EVET, yine Mersin gezisinden bir anı…

Toroğlu’nun televizyonda anlattığı olay, yukarıda alıntı yaptığımız kitapta da aynen yer almıştır. Kitaptan aktaralım:

“Bu talihsiz olaylardan sonra Atatürk’ün eşi ile birlikte şehri yaya olarak gezdikleri sırada, gördüğü görkemli binaların neden olduğu bir olay geçti. Atatürk, caddelerden geçerken gözü takılan görkemli iş yerleri ile binaları işaret ederek, bunların kimlere ait olduğunu sordu. Aldıkları cevaptan çok irkildi:

– Şu bina İtalyan filanın, şu Fransızın, beriki Rum filanın, ilerideki Ermeni’nin, şu yandaki Maruni filanın, daha ilerideki Musevi filanın…

Bu güzel binaların tümünün, vatanın öz sahibi olan Türklere ait bulunmadığını gören Atatürk, etrafındaki topluluğa şu soruyu yöneltti:

– Onlar bu binaları yaparken sizler neredeydiniz?

Önce üzgün bir sessizlik, ardından yürekli bir Türk’ün an­lamlı cevabı duyuldu:

– Paşam, bizler o sıralarda Yemen’de, Balkanlarda harp yapıyorduk.

Atatürk, içi sızlayarak duyduğu bu cevaptan çok hüzünlendi.”

Atatürk, zengin azınlıkların kaymağı yemesine içerlese bile, halkı onlara karşı tahrik etmemekte, acı durumdan kendi milletini sorumlu tutmaktadır.

– Onlar yaparken siz neredeydiniz?

Vatandaş ise Atatürk’e cevabında Osmanlı tarihinin özetini yapıvermektedir:

Türkler savaşır, parsayı başkaları toplar…

Atatürk, o anda, genç devletin en büyük çabasının kalkınmaya yönelmesi gerektiğini, bunun için de çok uzun bir barış dönemine ihtiyaç olduğunu bir kez daha hissetmiş olmalıdır. Yani yurtta ve cihanda barış ilkesi genç devlet için bir özenti değil, çok ciddi bir ihtiyaçtır.

BUGÜN Mersin nüfusça büyümüş, ekonomik ve ticari bakımdan da hayli kalkınmıştır. Oradaki azınlıklara hiçbir baskı yapılmadan, ama Türklerin nihayet harekete geçmiş olmaları nedeniyle de modern Mersin’in en muhteşem binaları, otelleri Türklere aittir. Ama yetmiyor. Yurdun her yanı Mersin düzeyine çıkarılsa da yetmeyecektir. Çünkü mesele sadece çağa yetişmek değil, hep çağın içinde kalmak, zillete ve çöküntüye bir daha düşmemektir. Ulusumuzu bu hedefe götürecek temel ilkeler cumhuriyet kurulurken ortaya konulmuştur…


TEOMAN EREL, 5 Nisan 1981