Hasan Tahsin
Anıtlaşmış adam HASAN TAHSİN…
Güzel İzmir’in «Konak» meydanı, bu kentin tarihinde pek önemli bir yer işgal eder. İzmir, düşman işgalinin o yürekler dağlayan acısını da bu meydanda tatmıştır ilkin; kurtuluşun o büyük heyecan ve emsalsiz sevincini de bu meydanda yaşamıştır.
Meydana adını veren o tarihî konak, hükümet konağı, ne çare ki bugün tarihe karışmıştır artık. Birkaç yıl önce bir yangın, İzmir tarihinin en acı ve en tatlı günlerine tanık olan bu beyaz boyalı binayı silip süpürmüştür.

Vapur iskelesiyle o tarihî hükümet konağı arasındaki büyük meydanın bir yanında İzmir’e sembol olmuş saat kulesi vardır, bu kulenin karşısına isabet eden sahada bir anıt yükselir. Anıtın güzel mermer kaidesinin üzerinde «İLK KURŞUN» yazısı okunur. Bu kaidenin üzerinde de bir elinde bayrak, bir elinde tabanca tutan bir adam heykeli yükselir. Bu anıtlaşmış adam, güzel İzmir’imizin düşman işgaline uğradığı o uğursuz 15 Mayıs 1919 günü, bu meydanın biraz ötesinde, düşman üzerine ilk kurşunu atan ve tabancasındaki son kurşuna kadar koskoca bir işgal ordusuyla çarpıştıktan sonra şehit düşen Gazeteci Hasan Tahsin Bey’dir…
Hasan Tahsin Bey’in asıl adı Osman Nevres idi. 1888 yılında Selanik’te doğmuştu. Akıncı bir Türk kuşağından gelen Alaybeyoğlu Osman Bey’in torunu, Recep Ağa ile Rabia Hanımın oğullarıydı.
Tahsilini Selanik’te yapmıştı. Önce Şemsi Efendi İlkmektebi’ni bitirmiş sonra Fevziye Lisesi’ne yazılmıştı. Bu mektebin müdürü, daha sonraları İttihat ve Terakki devrinin ünlü Maliye Nazırı olacak Cavit Bey idi. Cavit Bey, cin gibi zekî, akranlarına kıyasla çok daha uyanık, çalışkan olduğu kadar da ele-avuca sığmayan Osman Nevres’i çok sevmiş, onunla yakından ilgilenmişti. Babası Recep Ağa Selanik’teki mallarını satıp ailesiyle birlikte yerleşmek üzere İstanbul’a giderken Osman Nevres Selanik’te kalmıştı. Ailesinin İstanbul’a gidişinden sonra Müdür Cavit Bey bu zekî ve çalışkan çocuğu himayesi altına almış, kendisiyle özel surette meşgul olmaya başlamıştı. Cavit Bey, Osman Nevres’in eğitimine özel bir itina göstermiş, bu arada kendisine fransızca öğrenmesi konusunda da en büyük yardımcı olmuştu.

Osman Nevres liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a ailesinin yanına gitmiş ve burada Darülfünun (Üniversite) tahsiline başlamıştı. Üniversite tahsil hayatında da başarılı bir öğrenci olarak dikkati çekmişti Osman Nevres. Bu nedenledir ki, 1908 yılında Meşrutiyetin ilânını müteakip hükümet tarafından Avrupa’ya tahsile gönderilen ilk öğrenci kafilemizde yer almıştı.
Osman Nevres, Paris’e giderek Sorbonne üniversitesine girmiş, orada hukuk ve felsefe tahsili yapmıştı. 1912 yılında Osmanlı imparatorluğu ile İtalya arasında Trablusgarp savaşı başlayınca Türkiye’ye dönen Osman Nevres, Osmanlı imparatorluğu aleyhine faaliyet gösteren dış kaynaklı örgütlere karşı gizli görev almış ve Buxton adındaki İngiliz asıllı iki kardeşin ülkemiz aleyhindeki sinsi çalışmalarına son verdirmek üzere Bükreş’e gönderilmişti. Osman Nevres’in görevi, bu iki kardeşi Bükreş’te kıstırıp kendilerini öldürmekti.
Osman Nevres bu gizli seyahate çıkarken kendisine «Hasan Tahsin» takma adıyla pasaport düzenlenmiş ve o günden sonra asıl adını bir yana bırakıp bu ismi kullanmaya başlamıştı. Ömrünün sonuna dek de bu ismi kullanmıştı.
Hasan Tahsin, Bükreş’te Buxton kardeşleri kıstırmayı başarmış, ancak tabancasındaki tüm kurşunları üzerlerine boşalttığı bu iki kardeşten birisini ağır surette yaralayabilmişti. Diğeri ise büyük bir şans eseri olarak kurtulmuştu. Ancak bu suikast sırasında yakalanan Hasan Tahsin Bey yapılan yargılanması sonunda Bükreş Ağır Ceza Mahkemesince beş yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.

Hasan Tahsin Bey, iki yıl cezaevinde yattıktan sonra 6 Aralık 1916 günü Türk ve Alman kuvvetlerinin Bükreş’i almalarıyla bu zindan hayatından kurtulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra derhal İstanbul’a dönen genç adam burada kısa bir süre kalmış ve sonra İsviçre’ye gitmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması üzerine Mondros’ta imzalanan mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde kara günler başlamış, bu vaziyet karşısında Hasan Tahsin Bey derhal İsviçre’den yurda dönmüştü. 1918 yılı ortalarında İzmir’e gelen genç adam burada «Hukuk-u Beşer» isminde bir gazete çıkararak yazarlık ve gazetecilik hayatına atılmış ve heyecan dolu yazılarıyla, zedelenmiş olan millî gururu okşamaya koyulmuştu. Onun heyecan dolu yazıları halk tarafından ilgiyle izlenirken, hükümet tarafından hiç de beğenilmeyen bir imza olmuştu Hasan Tahsin Bey. Bu nedenle «Hukuk-u Beşer» gazetesi birkaç kez kapatılmıştı. Hasan Tahsin Bey, her kapanışta «Hür Hukuk-u Beşer» adıyla gazete çıkarıyor, «Hukuk-u Beşer»in cezası sona erince, tekrar eski isim altında faaliyetine devam ediyordu. Ancak bu şekildeki faaliyet fazla sürmemiş, iki gazetesi birden kapatılınca Hasan Tahsin Bey bu kez «Sulh ve Selâmet» adı altında yeni bir gazete çıkarmak zorunda kalmıştı.

İzmir’in Yunanlılara verileceği yolunda haberlerin işitilmeye başlaması karşısında İzmir’de kurulan İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyetinde de faal görev alan genç gazeteci bu arada kapanma cezası tamamlanmış olan «Hukuk-u Beşer» gazetesinde yazdığı «Namus uğruna» başlıklı başyazısıyla milletin hissiyatına tercüman olmuştu. Hasan Tahsin Bey, «Namus uğruna» başlıklı yazısında şöyle sesleniyordu:
«Ey nasiye-i gurur ve haşmetinde altıyüz senelik bir tarihin hatıra-i celâdet ve hamasetini taşıyan Türkler!… Osmanoğulları!…
Fatih’leri, Yavuz’ları, Süleyman’ları yetiştirmekle tarihlerin ölgün sayfalarını canlandıran âsar ve edvâr-ı maziyenin âfak-ı devr-i dürüna eklil-i şân-ü şeref konduran asil Kayıhanlıların temiz kanlı, pek alınlı evlâtları!…
Bugün, hak ve adalet diye bağıran bir kuvvet, bugün beşeriyet, insaniyet diye haykıran bir kudret, ki onlar galibiz diyorlar, o galipler ki, bedbaht memleketimizi ve elemlerimizi uyutmak için muhafaza ettiğimiz sükûtu, acz-i mutlaka bilerek gurur-u milliyemizi tahkîr, namus ve mevcudiyetimizi tezyif ve tezlîl eden müstekreh, muhteres emellerin maateessür şâhidi bulunuyorlar.
O hayalperest ihtirası ki, senin dinini, imânını yırtmak, parçalamak için Allahın, Büyük Rabbin kadar taptığın memleketini, o ecdâdının şecaatleriyle omuzlarında taşıdıkları hilâlin azameti karşısında dünyaları hüsran eden ecdadının kemiklerini ihtiva eden topraklarını, şerefli yuvanı, senin ihtimamkâr, şefik ellerinden alarak, gaspederek kendi muhteris, câni ellerinde kanatmak, ezmek; İslâmlığı, Türklüğü öldürmek için hilâlin o İlâhi lâlgün rengini, ateşini söndürmek, karartmak için yırtıcı menfur mefkureler taşıyan ma’düm Rus çarlığının nameşru mevlûdesi olan o Yunanlılar ki sevimli İzmir’imizi kendilerine peşkeş çekiyorlar.

Peşkeş çekiyorlar da, üçyüz milyon İslâmın dünyaları kızıl kanlarla boyamaya kaadir bir kuvvetin mevcudiyet-i kahiranesini unutuyorlar, istihfaf ediyorlar. İstanbul’un, İslâmlığın ağuş-u ihtiramında taşıdığı mâbetlerine çanlar, salip çelenkler izhar ediyorlar.
O herşeyden yüksek zannettikleri asrın ufak bir tebessümünü, gurur ve sermesti ile bizi namusumuzdan, mukaddesatımızdan mahrum bırakmak sevdasında bulunan o Yunanlılar ki, uhuvvet-i beşeriyeden ziyade, kendi hasis ve açgözlü menfaatleri uğruna karıştıkları harpte yükseltemedikleri süngülerinde riyâ ile, mel’anetle sırıtan mevcudiyetleri karşısında Halifeyi İstanbul’dan o bütün cibilliyeti ahlâkiyesiyle ve henüz kâinatın enzâr-ı meftuniyetini kazanan Muhammedileri mutaf kılıp ve ihtiramında, pay-i tahtından Konya’nın ıssız, izbe sahralarına kovmak istiyorlar…
Uyan, ey Türk oğlu uyan!… Ey medeniyet-i ilâhiyeye mutekit, İslâmlığın ateşin hararetiyle kalbi, ruhu pürheyecan olan Müslüman uyan!.. Sana suikast ediyorlar. Seni meskeninden, mâbedinden, mâbuundan, harim-i ailen ve namusundan cüdâ düşürmek, senin muazzezatınla âdi oyuncaklar gibi oynamak istiyorlar.
O hâlâ üçyüz yirmisekizdenberi üzerinde masum kanlarının cereyanı kesilmeyen süngüleriyle, o hâlâ tabakalarında yetim ve öksüz, yavrusuz kalan kimsesiz validelerin, alil ihtiyarların aks-i ızdırabatı dalgalanan toplarıyla geleceklermiş. Tereddüt etmiyoruz, gelsinler… Hattâ masum Türk’e kasdı olan bütün dünya gelsin… Süngüleriyle esasen kanayan kalplerimizi deşsinler… Velveledar toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar. Taraç ve tarumar etsinler.
O Yunan gelsin. Saf ve bâkir limanlarımıza kudret ve kuvvetiyle ithale muvaffak olamadıkları teknelerinde o zulmü, adaveti- ebediyeyi, husumet-i ezeliyeyi temsil eden mavi-beyaz bayraklarını dalgalandırsınlar, gelsinler.

Silâhlarımızı toplasınlar. Evlâtlarına silâh tevzi etsinler. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun Müslümanlığının, Peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile yaşıyor.
Ve burayı Yunan’a vermiyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hattâ süngülerimiz, silâhlarımız olmasa bile… Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.
Ne kadar zehirli olurlarsa olsunlar, o dişlerle cingiz-i maneviyatla kuvvetlenen dişlerimizle kalplerini parçalayacağız. Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin yavrularımızın, kadınlarımızın iffet-i hayatiyetlerini kurtaracak, muhafaza edeceğiz. Yoksa bu şirin diyarları, kendi hayatımız, şehamet ve satvet-i tarihiyemiz nâmına ecdada bir cemile-i şükran olmak üzere yakacağız, kıracağız. Bu ülkelerin sema ve ufuklarına kendi masum kanlarımızla renk vereceğiz, boyayacağız.
O zaman Yunan gelsin, ondokuzuncu asrı türedi çerikotları Avrupa’nın telkin ettiği binayı medeniyet korusun. Aşillerin, hayâli kahramanlarını, Homer’in efsanevî şiirlerini, tranelerini kan pıhtıları arasında ihyâ etsin.
Hayır, hayır… Meyus olmayalım… Biz ölmedik, yaşıyoruz. Henüz damarlarımızda İzmir’imiz, Halifemiz, Hakanımız Pây-i tahtımız için akıtacak kanlarımız var. Bu memlekete göz diken kuvvetleri yakacak, eritecek hararetimiz pek, hem de pek mebzul… Yalnız bunu unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi-beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hâkimiyeti altında yaşatacak tek hemşiresi, tek validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak, evet ancak hilâl al gölgeleri altında hakanıyla, payi tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak bir Türklük vardır. Ve illâ Avrupa Neron gibi şair olmak istiyorsa, bizler de kendi ellerimiz, kendi varlıklarımızla binalarımızı, topraklarımızı cayır cayır yakar, kızıl alevler halelendirir ve beşeriyetin vicdanına Roma’nın ihtirakından fecî bir sahne-i şiir ve hayal ibda etmekte gecikmeyiz… Çünkü tarihimiz var. Çünkü bizi tel’in edecek ecdad ruhu, ahfadın feryadı var. Çünkü her şeyden üstün namusumuz var…»
«Namus uğruna» başlı bu yazı üzgün gönüllerde ferahlık ve heyecan yaratmış ve gazeteci Hasan Tahsin Bey’e karşı duyulan hayranlık bir kat daha artmıştı.
Bu yazının üzerinden üç ay geçmeden; 12 Mayıs 1919 günü, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerinden oluşan bir filo İzmir limanına gelerek demirlemişti. Bu, İzmir’in karanlık günlerinin artık gelip çattığına işaretti.
Nitekim 14 Mayıs sabahı Mondros Mütarekesi görüşmeleri sırasında Yunanlıların topraklarımıza ayak basmayacaklarına dair kesin talimat vermiş bulunan İngiliz Deniz Kuvvetleri Akdeniz Donanması Başkumandanı Amiral Galtrop, İzmir’deki 17. Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa’ya bir nota vererek; İzmir’deki istihkâmlarla dolaylarının, İtilâf Kuvvetleri adına Yunan birlikleri tarafından işgal edileceğini ve işgalin ertesi gün öğleden sonra vuku bulacağını resmen bildirmiş ve «istihkâmların işgali sırasında hiçbir direnişin vâki olmamasını, bilâkis işgâl kuvvetlerine yardım edilmesini» istemişti.
Bu haber bir bomba gibi patlamıştı güzel İzmir’de. Ali Nadir Paşa derhal İstanbul’a telgraf çekerek durumu bildirmiş ve talimat istemişti. Halk tarifsiz bir heyecan ve keder içindeydi. Çok geçmeden İstanbul’dan, Harbiye Nezaretinden cevap gelmişti. Harbiye Nâzırı Şevket Turgut Paşa, durumun Mondros Mütarekesinin 7. maddesine uygun olduğunu belirtiyor ve işgâlci kuvvetlere herhangi bir askerî müdahalede bulunulmamasını emrediyordu.

Efeler diyârı güzel İzmir bu zehirden de acı akibete eli-kolu bağlı olarak boyun eğmeye mahkûm edilmiş oluyordu böylelikle. Aralarında gazeteci Hasan Tahsin Bey’in de bulunduğu İzmirli vatansever gençler bir süreden beri Hacı Ali Paşa kıraathanesinde yaptıkları toplantılarda bu durumu tartışmaktaydılar. O gece, daha sonra Adliye Sarayı olan İzmir Sultanisi binasında tarihî bir toplantı daha yapılmış ve İzmir içinde faaliyet gösterecek bir «Redd-i ilhak Cemiyeti» kuruluvermişti orada. Sonra gençler bütün Türk mahallelerine yayılarak akşam namazında bütün Ümmed-i Muhammed’in camilerde toplanmasını istemişlerdi. Namazdan sonra imamlar yaptıkları konuşma ve dâvet ile herkesin Bahribaba parkında toplanmasını söylemişlerdi. Bahribaba parkında yapılan bu tarihî toplantıda İzmir müftüsü Rahmetullah Efendi de veciz bir konuşma yapmış, bunu diğer ateşli konuşmalar izlemişti. Bu toplantının en heyecanlı hatiplerinden biri de Gazeteci Hasan Tahsin Bey olmuştu. Sonra tekbir sesleri arasında Bahribaba parkının orta yerinde bir «İstiklâl ateşi» yakılmış ve İzmir halkı sabaha kadar bu ateşin başında nöbet tutmuştu. Bu sırada İzmir postanesinden bütün civar vilâyetlere şu telgraf yollanmıştı:
«Tarihî bir gün yaşıyoruz. Yarın Yunanlılar İzmir’i işgal edecekler. Bir vatan ordusu teşkil edip İzmir’in üzerine yürüyünüz.»
Hükümet postanesi telgraf memuru Nazmi Bey’in olağanüstü bir gayret sarfederek çektiği bu telgraf «İzmir Redd-i İlhak Hey’eti Külliyesi» imzasını taşımaktaydı. Bu telgraf da bizzat Hasan Tahsin Bey tarafından kaleme alınmıştı.
15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’de hava kapalı ve pusluydu. İnce yağmur da serpiştiriyordu arada bir. Bu ayların o tatlı güneşinden eser yoktu o gün İzmir’de. Havası da hemşehrisinin içi gibi kapalı, gözü gibi nemliydi. «Kanlı Papaz» Hristostomos’un tahriki ile İzmirli Rumlar tarafından bütün Kordonbovu ve Konak meydana Yunan bayraklarıyla donatılmış, bayramlık giysileri içindeki rumlar kaldırımları doldurmuşlardı. Türk ve Müslüman İzmir ise kan ağlıyordu. Bu yürekler acısı manzarayı görmemek için kimsecikler evlerinden dışarı çıkmamışlar, hattâ pancurlarını bile sıkı sıkıya kapatmışlardı.

Karaya ilk çıkan Yunan birliği, Albay Saphiropolis’in kumandasındaki bir tümendi, önce iki efzun taburu rıhtıma çıkıp caddede yer almış, sonra da alay onun arkasına dizilmişti.
Kordonboyu, «Megalo İdea» safsatası ile gözleri dönmüş Yunanlıların çılgın sevinç yaygaraları ve «Zito!» (Yaşa!) sesleriyle çınlıyordu. Kumandan yardımcısı Yarbay Stavrianopulos, kır atı üzerinde en öne geçmişti. Onun da önünde iri kıyım bir efzun askerinin taşıdığı Yunan bayrağı yer almaktaydı. Bayrak mangasının arkasında iki bando birden bulunuyordu.
Alay bandonun çaldığı marşlarla Konak meydanına doğru yürüyüşe geçtiği zaman rumların çılgınlığı son haddini bulmuştu. Sevinç çığlıkları, havaya ateş ettikleri tabanca sesleriyle karışıyordu. Rum kızları da Yunan askerlerinin üzerine çiçekler yağdırıyorlardı. «Kanlı Papaz» Hristostomos da Pasaport iskelesi önünde kurulan bir kürsünün üzerinden Yunan askerlerini takdis etmekle meşguldü.
Merasim taburu Konak meydanına doğru ilerlerken, Hükümet Konağının karşı köşesindeki askerî otelin önündeki ağaca sırtını dayamış durmakta olan genç bir adam yüreği kan ağlayarak bu içler acısı manzarayı seyretmekteydi.
Zafer sarhoşlarının kulakları tırmalayan naraları, bunlara karışan silâh sesleri ve İzmir’deki tüm kiliselerin çalmakta oldukları çanların uğultusu altında ruhunun karardığını, benliğinin ezildiğini hissediyordu genç adam. Kulakları, şakakları, bütün damarları zonkluyordu.
Alay Hükümet konağına doğru yaklaşırken Binbaşı Dimitri Miçola kumandasındaki bir efzun bölüğü de koşar adım konağa doğru yol almaktaydı. Bu sırada emniyet ve asayişi temin ile vazifeli polis komiseri Giritli Sabri Bey de onlara doğru yürümekteydi. Tam bu sırada dehşet verici bir tablo gözler önüne serilivermişti. Binbaşı Miçola’nın emriyle ateş açan efzun askerleri Türk polisini oracıkta şehit etmişlerdi.

Siyah elbiseli genç adamın sabrı taşmıştı artık. Bir anda caddeye fırlayıvermişti. Önce onun, Yunan alayına aşırı bir sevgi gösterisinde bulunan bir rum olduğu sanılmıştı. Ancak cadenin ortasında birden duruveren siyah elbiseli adam âni bir hareketle belinden tabancasını çekmiş ve o anda tetiğe asılmıştı. Silâhın patlamasıyla Yunan bayrağını taşımakta olan efzun askerinin alnının ortasından vurulup yere yıkılması bir olmuştu.
Bu sırada Konak meydanındaki saat tam 11’i gösteriyordu. Yunan alayı, tabancanın patlayıp bayraktarın vurulmasıyla birden tarifsiz bir paniğe kapılmıştı. Bando susmuş, «Oposo pediya!» (Kaçın çocuklar!) sesleri ortalığı kaplamıştı. Birer mitoloji kahramanı edasıyla yürüyen efzunlar, askerler, tabanları kaldırıp tersyüzü kaçmaya başlamışlardı.
Bu «ilk kurşun»u arka arkaya birkaç kurşun daha izlemişti. Siyah elbiseli adam kaçan Yunanlıların arkasından birkaç el daha ateş etmişti. Caddenin iki yanında, ellerinde Yunan bayrakları, sırtlarında bayramlık elbiseleri olduğu halde dizilmiş rumlar da bu paniğe kapılıp birbirlerini ciğnercesine kaçışıyorlardı.
Siyah elbiseli adam bu kargaşalığı fırsat bilip yan sokaklardan birine dalarak oradan uzaklaşmak istemişti. Ancak kaçışan sözde kahramanlar kendilerine ateş edenin sadece bir kişi olduğunu farkedince birden arslan kesilivermişler ve koskoca bir alay halinde o tek kişinin peşine düşmüşlerdi.
Siyah elbiseli adam, peşinden koşanlara tabancasındaki son mermiye kadar ateş etmiş, sonra da cebindeki el bombasını fırlatmıştı. Bomba, peşinden koşmakta olan efzun mangasının tam ortasında patlamış, 10’dan fazla efzun askeri kanlar içinde yere yığılmışlardı.
Ancak arkadan koskoca bir alay gelmekteydi. Siyah elbiseli adamın kurşunu da, bombası da tükenmişti. Bu sırada o dar sokaktaki ahşap bir evin cumbasından yaşlı gözlerle kendisini seyretmekte olan ihtiyar bir kadının: «Geliyorlar, kaç evlâdım!» diye hıçkırdığını işitmişti siyah elbiseli genç adam. Yaşlı kadına doğru bakarken boğuk bir sesle konuşmuştu:
«Nine, sen de gözlerinle gördün. Yarın Tanrı huzurunda şahidim ol, kurşunum bittiği için kaçıyorum!..»
Bu onun son sözleri olmuştu. Yunan askerlerinin makineli tüfeklerle açtıkları yaylım ateş altında bir anda al kanlara boyanan vücudu yere yığılmış ve hareketsiz kalmıştı. Korka korka yanına yaklaşan Yunan askerleri o hareketsiz vatan vücudun üzerine aralıksız ateşe devam etmişler, sonra bununla da yetinmeyerek süngüleriyle delik deşik etmişlerdi sokak taşları üzerinde hareketsiz ve kanlar içinde yatan vücudu.
Siyah elbiseli meçhul kahramanın aziz naaşı birkaç gün orada bırakılmıştı. Yunanlılar akıllarınca, bir ibret levhası olsun diye kanlar içindeki vücudu sokak ortasında bıraktırmışlardı. Sonra İngilizlerin müdahalesiyle ceset oradan kaldırılmıştı. Siyah elbiseli adamın cebinden, al kanına boyanmış bir hüviyet varakası çıkmıştı. Bu kimlikte «Hasan Tahsin» adı yazılıydı. İngilizler tabii ki onun «Hukuk-u Beşer» gazetesindeki ateşli yazılarıyla tanınan gazeteci Hasan Tahsin Bey olduğunu bilememişlerdi. Cesedi alıp götürmüşler, bir yere gömmüşlerdi.

Bu yüzden mezarı dahi bilinemedi Gazeteci Hasan Tahsin’in. Bilinen tek şey varsa, bu toprakların namusu uğruna düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin Bey’in kemiklerinin bu kutsal ve hür vatan toprağının altında yattığıdır. Gazeteci Hasan Tahsin (Osman Nevres) Bey’in adı uzun yıllar sadece hâtıralarda ve gönüllerde yaşamıştı. 1951 yılında, Millî Mücadelede Gizli Müdafa-i Milliye İstanbul Teşkilâtı temas murahhaslarından ve eski milletvekillerinden Hamza Osman Erkan, zamanın İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal’a yazdığı bir mektupla, İzmir’in işgali sırasında düşmana karşı ilk kurşunu atan ve bu uğurda şehit düşen gzeteci Hasan Tahsin Nevres’in adının İzmir’de bir sokağa verilmesinin, ona karşı bir kadirşinaslık borcu olduğunu hatırlatmıştı.
İzmir Belediye Meclisi, 5 Şubat 1951 günü yaptığı toplantıda İzmir’in en eski ve en güzel caddelerinden birine; Atatürk anıtının süslediği Cumhuriyet Meydanı’nı, Fuar kapısı önündeki Montrö meydanına bağlayan bulvara «Şehit Nevres Bey Bulvarı» adını vermişti.
Bunu, 15 Mayıs 1961 günü Konak vapur iskelesinin önündeki meydana konulan büyük bir mermer levha halindeki anıtın açılışı izlemişti. Bu mermer anıtın üzerinde «İzmir’in işgale uğradığı 15 Mayıs 1919 günü sabahı Türklük haysiyet ve bağımsızlığı uğruna kanlarını döken kahraman şehitlerimizin aziz hatıralarına» ibaresi ile başta Gazeteci Hasan Tahsin Bey olmak üzere Miralay Süleyman Fethi, Kaymakam Doktor Şükrü, Kolağası Hüseyin Necati, Yüzbaşı Nâzım, Yüzbaşı Ahmet, Doktor Fehmi, Mülâzim Faik, Mümeyyiz Nâdir ve Mümeyyiz Ahmet Hamdi beylerin isimleri bulunuyordu.
1965 yılında Yeşilyurt semtinde bir ortaokula «Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Ortaokulu» adı verilmiş, 1970’de de İzmirspor sahası önünde Hayat caddesi ile birleşen 253 sayılı sokağa «Gazeteci Hasan Tahsin Caddesi» levhası konulmuştu. Nihayet 1972 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin önayak oluşuyla Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Bey adına bir «İlk Kurşun» anıtının dikilmesi için büyük bir kampanya açılmıştı. Yurt çapındaki bu kampanya kısa zamanda arzulanan sonuca ulaşmış ve anıt tahakkuk etmişti. Konak vapur iskelesi önündeki meydanın hemen solunda, eski levha anıtın yerinde yükselen bu anıt, İzmir’in işgalinin; başka bir deyimle düşmana ilk kurşunun atıldığı günün 55. yıldönümüne rastlayan 15 Mayıs 1974 günü yapılan büyük bir törenle Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından açılmıştı. «İlk Kurşun» anıtı, çimle örtülü geniş bir plato üzerinde yer almaktadır. Anıtın kaidesine 14 basamakla çıkılmaktadır. Anıt kaidesiyle birlikte 7.40 metre yüksekliktedir. Bunun 3.40 metresi Hasan Tahsin’in heykelidir. Şehit gazeteci 1.70 boyunda olduğundan, heykel iki misli ölçü ile yapılmıştır. Heykeltraşı, İzmir Devlet Resim ve Heykel Galerisi Müdürü, İzmirli heykeltraş Turgut Pura’dır. Heykelde Hasan Tahsin’in sağ elinde tabanca, sol elinde arkaya doğru dalgalanan bayrak bulunmaktadır. Yüzünde hiddet ile keder karışımı bir ifade vardır. Ve elindeki tabancayla ateş eden bir pozisyon ve atılım içinde tasvir edilmiştir.
8 metrekarelik bir çevreyi kaplayan 4 metre yüksekliğindeki kaidenin projesi, İzmir Atatürk stadı mimarı Harbi Hotan’a ait bulunmaktadır. Kaide, birbirinden farklı yükseklikteki üç sütundan oluşmaktadır. Ön cephesinde, büyük sarı metal harflerle «İLK KURŞUN» yazısı yer almaktadır. Sağında, «Bu anıt, İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin çağrısı üzerine milletçe gerçekleştirildi» yazısı vardır.
Konak meydanına bakan sol sütunda «İzmir’in işgâle uğradığı 15 Mayıs 1919 günü millî mücadelenin ilk ateşini açan kahraman ve şehit gazeteci Hasan Tahsin ve diğer şehitlerimiz için» yazısıyla şu şehit isimleri yer almaktadır: Miralay Süleyman Fethi Bey, Kaymakam Dr. Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Necati Bey, Yüzbaşı Nâzım Bey, Yüzbaşı Ahmet Bey, Doktor Fehmi Bey, Mülâzım Faik Bey, Mümeyyiz Nadir Bey, Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey.
Kaidenin denize bakan sol yüzünde işgâl sırasındaki Yunan mezalimini canlandıran bir röliyef yer almaktadır. Röliyefte, yaşlı bir Türkü dipçikleyen efzun askerleri görülmektedir.
Kaidenin sağ yanında ise Türk süvarilerinin 9 Eylül günü İzmir’e girişini canlandıran röliyef bulunmaktadır. Kaide son derece sert ve zamanla okside olan bürüncük taşından yapılmış olup özel surette hazırlatılmış fameritle kaplanmıştır. Yeşil- beyaz karışımı bu fameritler heykel ile bir armoni teşkil etmektedir. Ve düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin Bey bu «İlk Kurşun» anıtıyla bir kez daha gönülerde anıtlaşmaktadır..
Kaynak: Taha Toros Arşivi, PİRELLİ ANSİKLOPEDİSİ