Hasan Tahsin

Anıtlaşmış adam HASAN TAHSİN

Güzel İzmir’in «Konak» meyda­nı, bu kentin tarihinde pek önemli bir yer işgal eder. İz­mir, düşman işgalinin o yürekler dağlayan acısını da bu meydanda tatmıştır ilkin; kurtuluşun o büyük heyecan ve emsalsiz sevincini de bu meydanda yaşamıştır.

Meydana adını veren o tarihî konak, hükümet konağı, ne çare ki bugün tarihe karışmıştır artık. Birkaç yıl önce bir yangın, İzmir tarihinin en acı ve en tatlı günlerine tanık olan bu beyaz boyalı binayı silip süpürmüştür.

Anıtlaşmış adam Osman Nevres Bey (Hasan Tahsin Recep)

Vapur iskelesiyle o tarihî hükümet konağı arasındaki büyük meydanın bir yanında İzmir’e sembol olmuş saat kulesi vardır, bu kulenin karşısına isabet eden sahada bir anıt yükselir. Anıtın güzel mermer kai­desinin üzerinde «İLK KURŞUN» yazısı okunur. Bu kaidenin üzerinde de bir elinde bayrak, bir elinde ta­banca tutan bir adam heykeli yük­selir. Bu anıtlaşmış adam, güzel İz­mir’imizin düşman işgaline uğradığı o uğursuz 15 Mayıs 1919 günü, bu meydanın biraz ötesinde, düşman üzerine ilk kurşunu atan ve taban­casındaki son kurşuna kadar kosko­ca bir işgal ordusuyla çarpıştıktan sonra şehit düşen Gazeteci Hasan Tahsin Bey’dir…

Hasan Tahsin Bey’in asıl adı Osman Nevres idi. 1888 yılında Selanik’te doğmuştu. Akıncı bir Türk kuşağın­dan gelen Alaybeyoğlu Osman Bey’in torunu, Recep Ağa ile Rabia Ha­nımın oğullarıydı.

Tahsilini Selanik’te yapmıştı. Önce Şemsi Efendi İlkmektebi’ni bitirmiş sonra Fevziye Lisesi’ne yazılmıştı. Bu mektebin müdürü, daha sonraları İttihat ve Terakki devrinin ünlü Maliye Nazırı olacak Cavit Bey idi. Cavit Bey, cin gibi zekî, akranları­na kıyasla çok daha uyanık, çalış­kan olduğu kadar da ele-avuca sığ­mayan Osman Nevres’i çok sevmiş, onunla yakından ilgilenmişti. Babası Recep Ağa Selanik’teki mallarını satıp ailesiyle birlikte yerleşmek üzere İstanbul’a giderken Osman Nevres Selanik’te kalmıştı. Ailesinin İstanbul’a gidişinden sonra Müdür Cavit Bey bu zekî ve çalışkan ço­cuğu himayesi altına almış, kendi­siyle özel surette meşgul olmaya başlamıştı. Cavit Bey, Osman Nevres’in eğitimine özel bir itina gös­termiş, bu arada kendisine fransızca öğrenmesi konusunda da en bü­yük yardımcı olmuştu.

Hasan Tahsin Bey (ortada oturan) bir grup öğrenci ile

Osman Nevres liseyi bitirdikten son­ra İstanbul’a ailesinin yanına gitmiş ve burada Darülfünun (Üniver­site) tahsiline başlamıştı. Üniversite tahsil hayatında da başarılı bir öğrenci olarak dikkati çekmişti Os­man Nevres. Bu nedenledir ki, 1908 yılında Meşrutiyetin ilânını mütea­kip hükümet tarafından Avrupa’ya tahsile gönderilen ilk öğrenci kafi­lemizde yer almıştı.

Osman Nevres, Paris’e giderek Sorbonne üniversitesine girmiş, ora­da hukuk ve felsefe tahsili yapmıştı. 1912 yılında Osmanlı imparatorluğu ile İtalya arasında Trablusgarp sa­vaşı başlayınca Türkiye’ye dönen Osman Nevres, Osmanlı imparator­luğu aleyhine faaliyet gösteren dış kaynaklı örgütlere karşı gizli görev almış ve Buxton adındaki İngiliz asıllı iki kardeşin ülkemiz aleyhinde­ki sinsi çalışmalarına son verdirmek üzere Bükreş’e gönderilmişti. Os­man Nevres’in görevi, bu iki kar­deşi Bükreş’te kıstırıp kendilerini öldürmekti.

Osman Nevres bu gizli seyahate çı­karken kendisine «Hasan Tahsin» takma adıyla pasaport düzenlenmiş ve o günden sonra asıl adını bir yana bırakıp bu ismi kullanmaya baş­lamıştı. Ömrünün sonuna dek de bu ismi kullanmıştı.

Hasan Tahsin, Bükreş’te Buxton kardeşleri kıstırmayı başarmış, an­cak tabancasındaki tüm kurşunları üzerlerine boşalttığı bu iki kardeş­ten birisini ağır surette yaralayabilmişti. Diğeri ise büyük bir şans eseri olarak kurtulmuştu. Ancak bu suikast sırasında yakalanan Hasan Tahsin Bey yapılan yargılanması sonunda Bükreş Ağır Ceza Mahkemesince beş yıl hapis cezasına çarptı­rılmıştı.

Hasan Tahsin Recep Bey (ortada) iki arkadaşı ile. Sağdaki O. Suavi Kökmen’dir…

Hasan Tahsin Bey, iki yıl cezaevinde yattıktan sonra 6 Aralık 1916 günü Türk ve Alman kuvvetlerinin Bük­reş’i almalarıyla bu zindan hayatından kurtulmuştu. Cezaevinden çık­tıktan sonra derhal İstanbul’a dönen genç adam burada kısa bir süre kalmış ve sonra İsviçre’ye gitmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ye­nilgiyle sonuçlanması üzerine Mon­dros’ta imzalanan mütareke ile Os­manlı İmparatorluğu’nun tarihinde kara günler başlamış, bu vaziyet karşısında Hasan Tahsin Bey der­hal İsviçre’den yurda dönmüştü. 1918 yılı ortalarında İzmir’e gelen genç adam burada «Hukuk-u Beşer» isminde bir gazete çıkararak yazar­lık ve gazetecilik hayatına atılmış ve heyecan dolu yazılarıyla, zedelenmiş olan millî gururu okşamaya koyulmuştu. Onun heyecan dolu yazıları halk tarafından ilgiyle izlenirken, hükümet tarafından hiç de beğenilmeyen bir imza olmuştu Ha­san Tahsin Bey. Bu nedenle «Hu­kuk-u Beşer» gazetesi birkaç kez kapatılmıştı. Hasan Tahsin Bey, her kapanışta «Hür Hukuk-u Beşer» adıyla gazete çıkarıyor, «Hukuk-u Beşer»in cezası sona erince, tekrar eski isim altında faaliyetine devam ediyordu. Ancak bu şekildeki faaliyet fazla sürmemiş, iki gazetesi bir­den kapatılınca Hasan Tahsin Bey bu kez «Sulh ve Selâmet» adı altın­da yeni bir gazete çıkarmak zorun­da kalmıştı.

Hasan Tahsin Beyin cezaevi kılığı ile çektirdiği fotoğrafı..

İzmir’in Yunanlılara verileceği yolun­da haberlerin işitilmeye başlaması karşısında İzmir’de kurulan İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemi­yetinde de faal görev alan genç gazeteci bu arada kapanma cezası tamamlanmış olan «Hukuk-u Be­şer» gazetesinde yazdığı «Namus uğruna» başlıklı başyazısıyla mille­tin hissiyatına tercüman olmuştu. Hasan Tahsin Bey, «Namus uğruna» başlıklı yazısında şöyle sesleniyor­du:

«Ey nasiye-i gurur ve haşmetinde altıyüz senelik bir tarihin hatıra-i celâdet ve hamasetini taşıyan Türkler!… Osmanoğulları!…

Fatih’leri, Yavuz’ları, Süleyman’ları yetiştirmekle tarihlerin ölgün sayfa­larını canlandıran âsar ve edvâr-ı maziyenin âfak-ı devr-i dürüna eklil-i şân-ü şeref konduran asil Kayıhan­lıların temiz kanlı, pek alınlı evlât­ları!…

Bugün, hak ve adalet diye bağıran bir kuvvet, bugün beşeriyet, insaniyet diye haykıran bir kudret, ki on­lar galibiz diyorlar, o galipler ki, bedbaht memleketimizi ve elemleri­mizi uyutmak için muhafaza ettiği­miz sükûtu, acz-i mutlaka bilerek gurur-u milliyemizi tahkîr, namus ve mevcudiyetimizi tezyif ve tezlîl eden müstekreh, muhteres emellerin maateessür şâhidi bulunuyorlar.

O hayalperest ihtirası ki, senin di­nini, imânını yırtmak, parçalamak için Allahın, Büyük Rabbin kadar taptığın memleketini, o ecdâdının şecaatleriyle omuzlarında taşıdıkları hilâlin azameti karşısında dünyaları hüsran eden ecdadının kemiklerini ihtiva eden topraklarını, şerefli yu­vanı, senin ihtimamkâr, şefik ellerin­den alarak, gaspederek kendi muh­teris, câni ellerinde kanatmak, ez­mek; İslâmlığı, Türklüğü öldürmek için hilâlin o İlâhi lâlgün rengini, ateşini söndürmek, karartmak için yırtıcı menfur mefkureler taşıyan ma’düm Rus çarlığının nameşru mevlûdesi olan o Yunanlılar ki se­vimli İzmir’imizi kendilerine peşkeş çekiyorlar.

Anıt adam Hasan Tahsin ve ilk kurşun anıtı…

Peşkeş çekiyorlar da, üçyüz milyon İslâmın dünyaları kızıl kanlarla bo­yamaya kaadir bir kuvvetin mevcudiyet-i kahiranesini unutuyorlar, istihfaf ediyorlar. İstanbul’un, İslâm­lığın ağuş-u ihtiramında taşıdığı mâbetlerine çanlar, salip çelenkler iz­har ediyorlar.

O herşeyden yüksek zannettikleri asrın ufak bir tebessümünü, gurur ve sermesti ile bizi namusumuzdan, mukaddesatımızdan mahrum bırak­mak sevdasında bulunan o Yunan­lılar ki, uhuvvet-i beşeriyeden ziya­de, kendi hasis ve açgözlü menfaat­leri uğruna karıştıkları harpte yük­seltemedikleri süngülerinde riyâ ile, mel’anetle sırıtan mevcudiyetleri karşısında Halifeyi İstanbul’dan o bütün cibilliyeti ahlâkiyesiyle ve he­nüz kâinatın enzâr-ı meftuniyetini kazanan Muhammedileri mutaf kılıp ve ihtiramında, pay-i tahtından Kon­ya’nın ıssız, izbe sahralarına kov­mak istiyorlar…

Uyan, ey Türk oğlu uyan!… Ey medeniyet-i ilâhiyeye mutekit, İslâm­lığın ateşin hararetiyle kalbi, ruhu pürheyecan olan Müslüman uyan!.. Sana suikast ediyorlar. Seni meske­ninden, mâbedinden, mâbuundan, harim-i ailen ve namusundan cüdâ düşürmek, senin muazzezatınla âdi oyuncaklar gibi oynamak istiyorlar.

O hâlâ üçyüz yirmisekizdenberi üze­rinde masum kanlarının cereyanı kesilmeyen süngüleriyle, o hâlâ taba­kalarında yetim ve öksüz, yavrusuz kalan kimsesiz validelerin, alil ihti­yarların aks-i ızdırabatı dalgalanan toplarıyla geleceklermiş. Tereddüt etmiyoruz, gelsinler… Hattâ masum Türk’e kasdı olan bütün dünya gel­sin… Süngüleriyle esasen kanayan kalplerimizi deşsinler… Velveledar toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar. Taraç ve tarumar etsin­ler.

O Yunan gelsin. Saf ve bâkir li­manlarımıza kudret ve kuvvetiyle it­hale muvaffak olamadıkları tekne­lerinde o zulmü, adaveti- ebediyeyi, husumet-i ezeliyeyi temsil eden mavi-beyaz bayraklarını dalgalandırsın­lar, gelsinler.

Hasan Tahsin Recep Bey ve kızkardeşi Melek Hanım…

Silâhlarımızı toplasınlar. Evlâtlarına silâh tevzi etsinler. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fa­kat asla, asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun Müslümanlığının, Peygamberinin tel­kin ettiği ilhamat ile yaşıyor.

Ve burayı Yunan’a vermiyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle payla­şacak kozumuz var. Hattâ süngü­lerimiz, silâhlarımız olmasa bile… Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülme­yen dişlerimizle bu memleketi mü­dafaa edeceğiz.

Ne kadar zehirli olurlarsa olsunlar, o dişlerle cingiz-i maneviyatla kuvvetlenen dişlerimizle kalplerini par­çalayacağız. Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin yavrularımızın, kadınlarımızın iffet-i hayatiyetlerini kurtaracak, muhafaza edeceğiz. Yoksa bu şirin diyarları, kendi ha­yatımız, şehamet ve satvet-i tarihiyemiz nâmına ecdada bir cemile-i şükran olmak üzere yakacağız, kıra­cağız. Bu ülkelerin sema ve ufukla­rına kendi masum kanlarımızla renk vereceğiz, boyayacağız.

O zaman Yunan gelsin, ondokuzuncu asrı türedi çerikotları Avrupa’nın telkin ettiği binayı medeniyet ko­rusun. Aşillerin, hayâli kahramanla­rını, Homer’in efsanevî şiirlerini, tranelerini kan pıhtıları arasında ihyâ etsin.

Hayır, hayır… Meyus olmayalım… Biz ölmedik, yaşıyoruz. Henüz damarlarımızda İzmir’imiz, Halifemiz, Hakanımız Pây-i tahtımız için akıtacak kanlarımız var. Bu memlekete göz diken kuvvetleri yakacak, eritecek hararetimiz pek, hem de pek mebzul… Yalnız bunu unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi-beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hâkimiyeti al­tında yaşatacak tek hemşiresi, tek validesi, ufak bir Türk benliği yok­tur. Ancak, evet ancak hilâl al göl­geleri altında hakanıyla, payi tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak bir Türk­lük vardır. Ve illâ Avrupa Neron gibi şair olmak istiyorsa, bizler de kendi ellerimiz, kendi varlıklarımız­la binalarımızı, topraklarımızı cayır cayır yakar, kızıl alevler halelendirir ve beşeriyetin vicdanına Roma’nın ihtirakından fecî bir sahne-i şiir ve hayal ibda etmekte gecikmeyiz… Çünkü tarihimiz var. Çünkü bizi tel’in edecek ecdad ruhu, ahfadın feryadı var. Çünkü her şeyden üs­tün namusumuz var…»

«Namus uğruna» başlı bu yazı üz­gün gönüllerde ferahlık ve heyecan yaratmış ve gazeteci Hasan Tahsin Bey’e karşı duyulan hayranlık bir kat daha artmıştı.

Bu yazının üzerinden üç ay geçme­den; 12 Mayıs 1919 günü, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerin­den oluşan bir filo İzmir limanına gelerek demirlemişti. Bu, İzmir’in karanlık günlerinin artık gelip çattığına işaretti.

Nitekim 14 Mayıs sabahı Mondros Mütarekesi görüşmeleri sırasında Yunanlıların topraklarımıza ayak basmayacaklarına dair kesin talimat vermiş bulunan İngiliz Deniz Kuv­vetleri Akdeniz Donanması Başkumandanı Amiral Galtrop, İzmir’deki 17. Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa’ya bir nota vererek; İzmir’deki istihkâmlarla dolaylarının, İtilâf Kuvvetleri adına Yunan birlikleri ta­rafından işgal edileceğini ve işga­lin ertesi gün öğleden sonra vuku bulacağını resmen bildirmiş ve «istihkâmların işgali sırasında hiçbir direnişin vâki olmamasını, bilâkis işgâl kuvvetlerine yardım edilmesi­ni» istemişti.

Bu haber bir bomba gibi patlamıştı güzel İzmir’de. Ali Nadir Paşa der­hal İstanbul’a telgraf çekerek duru­mu bildirmiş ve talimat istemişti. Halk tarifsiz bir heyecan ve keder içindeydi. Çok geçmeden İstanbul’dan, Harbiye Nezaretinden cevap gelmişti. Harbiye Nâzırı Şevket Tur­gut Paşa, durumun Mondros Müta­rekesinin 7. maddesine uygun oldu­ğunu belirtiyor ve işgâlci kuvvetlere herhangi bir askerî müdahalede bu­lunulmamasını emrediyordu.

Konak meydanında İzmir’in işgali günü şehit edilen kahramanlarımız adına dikilen anıt.

Efeler diyârı güzel İzmir bu zehir­den de acı akibete eli-kolu bağlı olarak boyun eğmeye mahkûm edil­miş oluyordu böylelikle. Aralarında gazeteci Hasan Tahsin Bey’in de bulunduğu İzmirli vatansever genç­ler bir süreden beri Hacı Ali Paşa kıraathanesinde yaptıkları toplantı­larda bu durumu tartışmaktaydılar. O gece, daha sonra Adliye Sarayı olan İzmir Sultanisi binasında tarihî bir toplantı daha yapılmış ve İzmir içinde faaliyet gösterecek bir «Redd-i ilhak Cemiyeti» kuruluvermişti orada. Sonra gençler bütün Türk mahallelerine yayılarak akşam namazında bütün Ümmed-i Muhammed’in camilerde toplanmasını iste­mişlerdi. Namazdan sonra imamlar yaptıkları konuşma ve dâvet ile her­kesin Bahribaba parkında toplanma­sını söylemişlerdi. Bahribaba parkında yapılan bu tari­hî toplantıda İzmir müftüsü Rahmetullah Efendi de veciz bir konuşma yapmış, bunu diğer ateşli konuş­malar izlemişti. Bu toplantının en heyecanlı hatiplerinden biri de Ga­zeteci Hasan Tahsin Bey olmuştu. Sonra tekbir sesleri arasında Bahri­baba parkının orta yerinde bir «İs­tiklâl ateşi» yakılmış ve İzmir halkı sabaha kadar bu ateşin başında nö­bet tutmuştu. Bu sırada İzmir pos­tanesinden bütün civar vilâyetlere şu telgraf yollanmıştı:

«Tarihî bir gün yaşıyoruz. Yarın Yunanlılar İzmir’i işgal edecekler. Bir vatan ordusu teşkil edip İzmir’in üzerine yürüyünüz.»

Hükümet postanesi telgraf memuru Nazmi Bey’in olağanüstü bir gayret sarfederek çektiği bu telgraf «İzmir Redd-i İlhak Hey’eti Külliyesi» im­zasını taşımaktaydı. Bu telgraf da bizzat Hasan Tahsin Bey tarafından kaleme alınmıştı.

15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’de hava kapalı ve pusluydu. İnce yağmur da serpiştiriyordu arada bir. Bu ayla­rın o tatlı güneşinden eser yoktu o gün İzmir’de. Havası da hemşehri­sinin içi gibi kapalı, gözü gibi nem­liydi. «Kanlı Papaz» Hristostomos’un tahriki ile İzmirli Rumlar tarafın­dan bütün Kordonbovu ve Konak meydana Yunan bayraklarıyla dona­tılmış, bayramlık giysileri içindeki rumlar kaldırımları doldurmuşlardı. Türk ve Müslüman İzmir ise kan ağ­lıyordu. Bu yürekler acısı manzarayı görmemek için kimsecikler evlerin­den dışarı çıkmamışlar, hattâ pancurlarını bile sıkı sıkıya kapatmış­lardı.

Bir bulvarda, Hasan Tahsin adı

Karaya ilk çıkan Yunan birliği, Al­bay Saphiropolis’in kumandasında­ki bir tümendi, önce iki efzun ta­buru rıhtıma çıkıp caddede yer al­mış, sonra da alay onun arkasına dizilmişti.

Kordonboyu, «Megalo İdea» safsa­tası ile gözleri dönmüş Yunanlıların çılgın sevinç yaygaraları ve «Zito!» (Yaşa!) sesleriyle çınlıyordu. Ku­mandan yardımcısı Yarbay Stavrianopulos, kır atı üzerinde en öne geçmişti. Onun da önünde iri kıyım bir efzun askerinin taşıdığı Yunan bayrağı yer almaktaydı. Bayrak mangasının arkasında iki bando bir­den bulunuyordu.

Alay bandonun çaldığı marşlarla Konak meydanına doğru yürüyüşe geçtiği zaman rumların çılgınlığı son haddini bulmuştu. Sevinç çığ­lıkları, havaya ateş ettikleri taban­ca sesleriyle karışıyordu. Rum kız­ları da Yunan askerlerinin üzerine çiçekler yağdırıyorlardı. «Kanlı Pa­paz» Hristostomos da Pasaport is­kelesi önünde kurulan bir kürsünün üzerinden Yunan askerlerini takdis etmekle meşguldü.

Merasim taburu Konak meydanına doğru ilerlerken, Hükümet Konağı­nın karşı köşesindeki askerî otelin önündeki ağaca sırtını dayamış dur­makta olan genç bir adam yüreği kan ağlayarak bu içler acısı manza­rayı seyretmekteydi.

Zafer sarhoşlarının kulakları tırmala­yan naraları, bunlara karışan silâh sesleri ve İzmir’deki tüm kiliselerin çalmakta oldukları çanların uğultu­su altında ruhunun karardığını, ben­liğinin ezildiğini hissediyordu genç adam. Kulakları, şakakları, bütün damarları zonkluyordu.

Alay Hükümet konağına doğru yak­laşırken Binbaşı Dimitri Miçola kumandasındaki bir efzun bölüğü de koşar adım konağa doğru yol almaktaydı. Bu sırada emniyet ve asayişi temin ile vazifeli polis komi­seri Giritli Sabri Bey de onlara doğ­ru yürümekteydi. Tam bu sırada dehşet verici bir tablo gözler önüne serilivermişti. Binbaşı Miçola’nın emriyle ateş açan efzun askerleri Türk polisini oracıkta şehit etmişlerdi.

Bir bulvarda, bir okulda ve bir caddede onun adı var..

Siyah elbiseli genç adamın sabrı taşmıştı artık. Bir anda caddeye fırlayıvermişti. Önce onun, Yunan alayına aşırı bir sevgi gösterisinde bulunan bir rum olduğu sanılmıştı. Ancak cadenin ortasında birden duruveren siyah elbiseli adam âni bir hareketle belinden tabancasını çekmiş ve o anda tetiğe asılmıştı. Silâhın patlamasıyla Yunan bayra­ğını taşımakta olan efzun askerinin alnının ortasından vurulup yere yı­kılması bir olmuştu.

Bu sırada Konak meydanındaki saat tam 11’i gösteriyordu. Yunan alayı, tabancanın patlayıp bayraktarın vurulmasıyla birden ta­rifsiz bir paniğe kapılmıştı. Bando susmuş, «Oposo pediya!» (Kaçın çocuklar!) sesleri ortalığı kaplamış­tı. Birer mitoloji kahramanı edasıyla yürüyen efzunlar, askerler, tabanla­rı kaldırıp tersyüzü kaçmaya başla­mışlardı.

Bu «ilk kurşun»u arka arkaya birkaç kurşun daha izlemişti. Siyah elbiseli adam kaçan Yunanlıların arkasın­dan birkaç el daha ateş etmişti. Caddenin iki yanında, ellerinde Yu­nan bayrakları, sırtlarında bayramlık elbiseleri olduğu halde dizilmiş rumlar da bu paniğe kapılıp birbirlerini ciğnercesine kaçışıyorlardı.

Siyah elbiseli adam bu kargaşalığı fırsat bilip yan sokaklardan birine dalarak oradan uzaklaşmak istemiş­ti. Ancak kaçışan sözde kahramanlar kendilerine ateş edenin sadece bir kişi olduğunu farkedince birden arslan kesilivermişler ve koskoca bir alay halinde o tek kişinin peşi­ne düşmüşlerdi.

Siyah elbiseli adam, peşinden koşanlara tabancasındaki son mermiye kadar ateş etmiş, sonra da cebin­deki el bombasını fırlatmıştı. Bom­ba, peşinden koşmakta olan efzun mangasının tam ortasında patlamış, 10’dan fazla efzun askeri kanlar için­de yere yığılmışlardı.

Ancak arkadan koskoca bir alay gel­mekteydi. Siyah elbiseli adamın kurşunu da, bombası da tükenmişti. Bu sırada o dar sokaktaki ahşap bir evin cum­basından yaşlı gözlerle kendisini seyretmekte olan ihtiyar bir kadı­nın: «Geliyorlar, kaç evlâdım!» di­ye hıçkırdığını işitmişti siyah elbi­seli genç adam. Yaşlı kadına doğru bakarken boğuk bir sesle konuşmuştu:

«Nine, sen de gözlerinle gördün. Yarın Tanrı huzurunda şahidim ol, kurşunum bittiği için kaçıyorum!..»

Bu onun son sözleri olmuştu. Yu­nan askerlerinin makineli tüfeklerle açtıkları yaylım ateş altında bir an­da al kanlara boyanan vücudu yere yığılmış ve hareketsiz kalmıştı. Kor­ka korka yanına yaklaşan Yunan askerleri o hareketsiz vatan vücudun üzerine aralıksız ateşe devam etmişler, sonra bununla da yetinme­yerek süngüleriyle delik deşik etmişlerdi sokak taşları üzerinde ha­reketsiz ve kanlar içinde yatan vücudu.

Siyah elbiseli meçhul kahramanın aziz naaşı birkaç gün orada bırakılmıştı. Yunanlılar akıllarınca, bir ib­ret levhası olsun diye kanlar içindeki vücudu sokak ortasında bırak­tırmışlardı. Sonra İngilizlerin müda­halesiyle ceset oradan kaldırılmıştı. Siyah elbiseli adamın cebinden, al kanına boyanmış bir hüviyet vara­kası çıkmıştı. Bu kimlikte «Hasan Tahsin» adı yazılıydı. İngilizler tabii ki onun «Hukuk-u Beşer» gazetesin­deki ateşli yazılarıyla tanınan gaze­teci Hasan Tahsin Bey olduğunu bilememişlerdi. Cesedi alıp götür­müşler, bir yere gömmüşlerdi.

Bir caddede Hasan Tahsin adı.

Bu yüzden mezarı dahi bilinemedi Gazeteci Hasan Tahsin’in. Bilinen tek şey varsa, bu toprak­ların namusu uğruna düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin Bey’in kemiklerinin bu kutsal ve hür va­tan toprağının altında yattığıdır. Gazeteci Hasan Tahsin (Osman Nevres) Bey’in adı uzun yıllar sadece hâtıralarda ve gönüllerde ya­şamıştı. 1951 yılında, Millî Müca­delede Gizli Müdafa-i Milliye İstan­bul Teşkilâtı temas murahhasların­dan ve eski milletvekillerinden Hamza Osman Erkan, zamanın İzmir Be­lediye Başkanı Rauf Onursal’a yaz­dığı bir mektupla, İzmir’in işgali sı­rasında düşmana karşı ilk kurşunu atan ve bu uğurda şehit düşen gzeteci Hasan Tahsin Nevres’in adı­nın İzmir’de bir sokağa verilmesinin, ona karşı bir kadirşinaslık borcu ol­duğunu hatırlatmıştı.

İzmir Belediye Meclisi, 5 Şubat 1951 günü yaptığı toplantıda İzmir’in en eski ve en güzel caddelerinden bi­rine; Atatürk anıtının süslediği Cum­huriyet Meydanı’nı, Fuar kapısı önündeki Montrö meydanına bağla­yan bulvara «Şehit Nevres Bey Bul­varı» adını vermişti.

Bunu, 15 Mayıs 1961 günü Konak vapur iskelesinin önündeki meydana konulan büyük bir mermer levha halindeki anıtın açılışı izlemişti. Bu mermer anıtın üzerinde «İzmir’in iş­gale uğradığı 15 Mayıs 1919 günü sabahı Türklük haysiyet ve bağım­sızlığı uğruna kanlarını döken kah­raman şehitlerimizin aziz hatıraları­na» ibaresi ile başta Gazeteci Ha­san Tahsin Bey olmak üzere Mira­lay Süleyman Fethi, Kaymakam Doktor Şükrü, Kolağası Hüseyin Ne­cati, Yüzbaşı Nâzım, Yüzbaşı Ah­met, Doktor Fehmi, Mülâzim Faik, Mümeyyiz Nâdir ve Mümeyyiz Ah­met Hamdi beylerin isimleri bulunu­yordu.

1965 yılında Yeşilyurt semtinde bir ortaokula «Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Ortaokulu» adı verilmiş, 1970’de de İzmirspor sahası önün­de Hayat caddesi ile birleşen 253 sayılı sokağa «Gazeteci Hasan Tah­sin Caddesi» levhası konulmuştu. Nihayet 1972 yılında İzmir Gazete­ciler Cemiyeti’nin önayak oluşuyla Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Bey adına bir «İlk Kurşun» anıtının dikilmesi için büyük bir kampanya açılmıştı. Yurt çapındaki bu kampan­ya kısa zamanda arzulanan sonuca ulaşmış ve anıt tahakkuk etmişti. Konak vapur iskelesi önündeki mey­danın hemen solunda, eski levha anıtın yerinde yükselen bu anıt, İz­mir’in işgalinin; başka bir deyimle düşmana ilk kurşunun atıldığı gü­nün 55. yıldönümüne rastlayan 15 Mayıs 1974 günü yapılan büyük bir törenle Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından açılmıştı. «İlk Kurşun» anıtı, çimle örtülü ge­niş bir plato üzerinde yer almakta­dır. Anıtın kaidesine 14 basamakla çıkılmaktadır. Anıt kaidesiyle birlik­te 7.40 metre yüksekliktedir. Bunun 3.40 metresi Hasan Tahsin’in heykelidir. Şehit gazeteci 1.70 boyunda olduğundan, heykel iki misli ölçü ile yapılmıştır. Heykeltraşı, İzmir Devlet Resim ve Heykel Galerisi Müdürü, İzmirli heykeltraş Turgut Pura’dır. Heykelde Hasan Tahsin’in sağ elinde tabanca, sol elinde arkaya doğru dalgalanan bayrak bulunmaktadır. Yüzünde hid­det ile keder karışımı bir ifade var­dır. Ve elindeki tabancayla ateş eden bir pozisyon ve atılım içinde tasvir edilmiştir.

8 metrekarelik bir çevreyi kaplayan 4 metre yüksekliğindeki kaidenin projesi, İzmir Atatürk stadı mimarı Harbi Hotan’a ait bulunmaktadır. Kaide, birbirinden farklı yükseklik­teki üç sütundan oluşmaktadır. Ön cephesinde, büyük sarı metal harf­lerle «İLK KURŞUN» yazısı yer almaktadır. Sağında, «Bu anıt, İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin çağrısı üzerine milletçe gerçekleştirildi» yazı­sı vardır.

Konak meydanına bakan sol sütun­da «İzmir’in işgâle uğradığı 15 Mayıs 1919 günü millî mücadelenin ilk ateşini açan kahraman ve şehit gazeteci Hasan Tahsin ve diğer şe­hitlerimiz için» yazısıyla şu şehit isimleri yer almaktadır: Miralay Sü­leyman Fethi Bey, Kaymakam Dr. Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Ne­cati Bey, Yüzbaşı Nâzım Bey, Yüz­başı Ahmet Bey, Doktor Fehmi Bey, Mülâzım Faik Bey, Mümeyyiz Nadir Bey, Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey.

Kaidenin denize bakan sol yüzünde işgâl sırasındaki Yunan mezalimini canlandıran bir röliyef yer almakta­dır. Röliyefte, yaşlı bir Türkü dipçikleyen efzun askerleri görülmek­tedir.

Kaidenin sağ yanında ise Türk sü­varilerinin 9 Eylül günü İzmir’e girişini canlandıran röliyef bulunmak­tadır. Kaide son derece sert ve zamanla okside olan bürüncük taşından ya­pılmış olup özel surette hazırlatıl­mış fameritle kaplanmıştır. Yeşil- beyaz karışımı bu fameritler heykel ile bir armoni teşkil etmektedir. Ve düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin Bey bu «İlk Kurşun» anıtıyla bir kez daha gönülerde anıtlaşmak­tadır..


Kaynak: Taha Toros Arşivi, PİRELLİ ANSİKLOPEDİSİ