Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fırtına Kuşu
Issız ve sessiz Türkiye, dünyaya kendi diliyle bir şey söylemezdi.. Onun hakkında milletlerden milletlere masallar konuşur, hurafe tebliğlerini yapar, cehil, gayz ü kin mütemadi korkunç haberlerini yayardı.
Anadolu yaylasının üstünde, çorak, yanık ve harap bir vatan parçasında, o kendine bir kürsü kurdu… Türk milleti, ilk defa, onun sesiyle kendine, milletlere, dünyaya ve tarihe hitap etti.
Kitabı ellerimin altında duruyor. Yavaş yavaş sahifelerini çeviriyorum. Görmüştüm, işitmiştim, tekrar okuyorum. Bu kitap gözlerimiz için ne garip temaşalarla doludur.
Bir sahifeye bakıyorum; karanlığın, fırtınanın üzerinde bir sabah aydınlığı doğuyor. Gözlerinde göklerin mavisi, gözlerinde iki damla güneş, omuzlarına esrarın örtüsünü atmış, taşan dalgaya, köpüren, kabaran denize bakarak, yumruğunu gösteriyor. Deniz yükselmiş, o bir ada üstündedir. Memleketi yutan felakete bakarak rüyalarını söylüyor.
Başka bir sahife koskoca bir mezarlığa benziyor. Kalabalık halinde üstüne hücum etmişler. Dokunmuş ve devirmiş. Dışardan gelen ve içerden gelen cins cins düşmanların yerde uzanan ölülerine arkasını çevirmiş yürüyor. Hiçbir şey yapmamış, hiç boğuşmamış gibi sakindir.
Bu sahifeye bakıyorum. Harabe yığınları altında kalmış. Yarabbim orada asırlardan kalma kaç müessesenin enkazı var.
Son sahife, açık bir pencere gibi duruyor. Uzun uzadıya aylarca, senelerce, gökleri ve yerleri sarsarak gürlemiş, yıldırımlarını boşaltmış bir fırtınanın memleket ufuklarından nasıl uzaklaştığını orada seyrediyoruz. Bunu, Türk gençliğine işaret ediyor.
“Unutma!” diyor.
Onu, ilk defa Meclisin önünde ve kürsüde görüyorum. Eski Anadolu, onun davetine, her şekilde, her kıyafette birtakım adamlar göndermişti. Bektaşi şeyhleri, Konya çelebileri, medrese uleması, ayaklarında Hitit çarıkları, Ninova duvarlarından inmiş, Asuri şeklinde Şarklı ağalar, İç Anadolu’nun dört bin senelik kerpiç evi koynunda ne varsa orada teşhir ediyordu.
Mektebin yetiştirdiği kimseler, dağın, kırın, an’ane ve masalın yetiştirdiği kimselerle beraber içtima halindeyiz. Kürsüye çıktı ve dâvasını teşrih etti. Bugünkü Türkiye iyi söylenmiş bir söz üzerine müessestir.
Fırtına kuşu, elinde, kendinden başka bir kuvvet olmaksızın karşımıza çıktığı vakit, ona kim inanırdı, eğer sesinde dünyanın bugüne kadar işittiği en büyük iman olmasaydı. Kelimeler ağzından çıktıkça, arkada bir şey kurulduğunu anlıyorduk. Konuşuyor ve bir şey bina ediyordu. Her kelime kayaların içine oyulmuş çukurlara temel taşları gibi iniyordu.. Kumral adam, kısık mavi gözleri arasından ara sıra dinleyenlere bakıyor.
Aramızda idi, sesi derinden, uzaktan geliyordu.
Karık sesinde, eski bir milletin en iç, en harim kuvvetleri galeyan halinde idi. Dinlemiyorduk, görüyorduk; konuşmuyordu. yapıyordu. Mücadele kuşu, kayanın üstünde engin kanatlarını açmış, iki gök parçası gibi bakan gözlerini süzmüş, haykırıyor. Bu sesin, ruha derhal çarpan maveraî bir perdesi vardı.
Söz adamı, fiil adamının yollarını açtı. Memleketi kurtarmadan evvel kalpleri yeisten kurtarmak lâzımdı. Fırtına kuşu, en evvel kalpleri teşhir etti.
Memleket halâsının başında bir hatip vardır, onun askerî, teşkilatçı, ıslahatçı, bütün diğer kuvvetleri, hatibin, ikna ettiği ruhlar üzerinde çalışmak imkanını buldular. Aynı kürsüye ondan başka kaç asker dev gibi çıktı fakat oradan kırıldılar, ufalandılar, o yüksek noktadan geri döndükleri vakit birer cüce halinde idiler. Fırtına kuşunun, ayakları karanlıklara dalmış, başı yaklaşan bir sabah aydınlığı içinde, gürlediği, taştığı yerde, başkaları ne âciz göründü. Zayıf, kanatlar orada esen rüzgara dayanamadı.
Musibet günleri içinde, o, çevresi uçurumdan ibaret bir kürsünün üstünde dağ ve taş konuşuyormuş gibi konuştu. O cihan karşısına bir davacı olarak çıktı. Aynı kürsü üstünde o, bir gün hükümlerini verdi. O gün, o, bir hakimdi (bilge).
Bir gün, verdiği hükümleri yürütmek, tatbik etmek için icra vazifesini üzerine aldı, topladığı orduların başına geçti. Türk Tarihinin ezeli iradesi gibi garba doğru kımıldadı, gitti.
Aradan seneler geçti. Fırtına kuşu hala uçuyor, hâlâ yeni ufuklara doğru süzülüyor. Penceremin önünde ikindi saatlerine mahsus çok parıltılı, kamaşmış bir deniz var. Her ufak dalga, güneşten bir parça almış gidiyor. Önümüzde. giden kuş, kılavuz kuş! Hepimizin kalbinde senden gelen bir ışık, tıpkı bu denizlerin dalgaları gibi, yeni ufuklara doğru arkadan akıp gidiyoruz.
(Günebakan, 1929, 197-202)
gayz ü kin: hınç ve kin
müessese: kuruluş
enkaz: yıkıntı
teşrih: açıklama
ulema: din bilginleri
an’ane: gelenek
içtima: toplantı
harim: kutsal yer
galeyan: kaynama
maverai: ötelerden beri
yeis: umutsuzluk
teshir: büyüleme
halas: kurtuluş
hatip: konuşmacı
musibet: bela
ezeli: öncesiz