Halk Ve Mustafa Kemal
Falih Rıfkı Atay’ın kaleminden:
Dil Kurultayında idim. Baktım ki geriye dönmek isteyenlerin ağzında «Atatürk», ortada kalmak isteyenlerin dilinde «Atatürk», ileriye koşmak isteyenlerin sözünde «Atatürk»… Gerinin de, ortanın da, ilerinin de sancağı o…
Halbuki Atatürk, hele o, gözlerini yumuncaya kadar nascı ve fetvacı değildi. Atatürk gelecek zamanların adamı idi. Akıl’dan ve müsbet düşünüşten başka kılavuz tanımayan bu irikılâboıya mutlaka bir mezheb yaraştırmak istiyorsak, bu mezhebe «durmamak» tan, «ilerlemek» ten gayrı bir karakter takamayız. Her kim ki Türktür, Türklüğünde, insandır, insanlığın da donmuş kalıplar hapsi içine girmez, dünle bugünle yetinmez, akıp giden nehrin sularını yakalayarak tersine akıtmak gibi deli hayalleri ne, veya, tam kendi dizi dibinde bir sed kurarak akan nehri dur durmak gibi meczub rüyalarına kapılmaz, akan nehrin önünde yeni cetveller açaı, çölleri sulayarak, batakların suyunu içirerek, Türk lüğüne ve insanlığına yeni ve güzel imkânlar katar, o da kendi çapında bir Atatürktür, akimın yaradışları ile, zaman gelir, fırsatı düşer, hizmetçe ve şöhretçe Ata- türkü de geçer. Hiç bir fani son ¡sözü söylemiş olamaz, son şeyi yap imiş olamaz. Bazan ne tuhaf kimse leriz, hem güneşe dönüyoruz, hem arkamızdaki gölgeyi önümüzde görmemekten sıkılıyoruz.
Ya halk? İrticanın ağzında o, inkılapcının dilinde o, komünistin parolasında o… Kendi hırslarımızın, iştahlarımızın, gündelik dileklerimizin hepsini ona mal ederek başkalarına zorlamak için çırpınıyoruz. Halk, ki yarın sabah bu sabahtan daha rahat uyanmak, gelecek kış bu kıştan daha iyi ısınmak, öbür mevsim bu mevsimden daha sıkı giyinmek, daha besleyici yemekten başka bir şey istemez, hepimizin ağzına bakar:
– Acaba ekmek bunda mıdır?
Başım yanındakine çevirir:
– Yoksa yiyecek bunda mıdır?
Arkasındakine döner:
– Belki tarlanın bereketi bundan gelecek…
Diye her kılavuzunda yalnız bir tek kişiyi, asırlardan beklediği kurtarıcıyı arar.
Nereden bilir ki politikacılar sadece kendi kendilerinin umurlarındadırlar. Mademki Atatürk’ü seviyorsunuz, neden Atatürk’ün halk sevgisini benimsemiyorsunuz?
Acaba Atatürkün halk anlayışı ne idi? Yeni devrin eşiğindeyiz. İzmir’i almışız. Fakat henüz ne Lozan Antlaşması’nı imzalamışız, ne de Birinci Millet Meclisi kendi kendini feshetmeye karar vermiştir. Bir «Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i- Hukuk Cemiyeti» vardır. Mecliste çoğunluk ondadır. Fakat adı «fırka» bile değildir. Muhalefet de «İkinci Grup» adını taşımaktadır. Gazi Mustafa Kemal bu sırada İstanbul gazetecilerini İzmit’e davet etti. Uzun bir toplantı yaptık. Ortaya attığı meselelerden biri, yeni siyasî partinin adı ne olmak lâzım geleceği idi. Gazeteciler için ad bulmak güç değildir. Fakat hepsinin zihni bir noktaya takılı:
«- Acaba Mustafa Kemal hangi sınıfı temsil etmek niyetindeydi? Yahut, temsil etmeli idi?»
Toplantılarda herkesi dilediği gibi konuşmakta serbest bırakmak için kendi fikrini daima en sona saklayan Mustafa Kemal:
– Meselâ? Dedi.
Meselâ çiftçiler… Sonra hepimiz başka bir sınıf aramaya koyuluyorduk. Türk tüccar değildi. Türk sanayici değildi. Türk’te sermaye yoktu. Hattâ Türk çiftçileri bile bir sınıf sayılabilir miydi? Anadolu ve Trakya’da Türkler çiftçi değil, bir toprak proletaryasının yarı aç yarı çıplak rencber ve ırgatları idiler. Köylüleri demirbaşlar arasında alıp satan bir düzine derebeyi ve ağadan sınıf kurup üstüne yaslanmak da tuhaf olurdu. Çiftçiler… yahut, düşüne taşına bir sınıf daha bulmuştuk: Memurlar!
Karışık Osmanlı kalabalığına asrice bir cemiyet görünüşü verir gibi olanlar, iyi toprak istihsalcileri, tüccarlar, kapitülâsyonlar rejiminin elverebildiği kadar küçük sanayiciler, esnaflar, hepsi Hristiyan azlıklarından idi, onları İstanbul belediye sınırları dışında tasfiye etmiştik, kalanları da tasfiye etmek yolunda idik. Mustafa Kemal, odanın içindeki asker, memur, gazeteci, kasabalı, köylü kalabalığa bakarak:
– Halktan başka ne var, dedi, yeni fırka için başka bir isim aramaya ihtiyaç da yok..
Büyük inkılap nizamını kurmak kararında idi. Realistti. O günkü politikacıları «Terakkiperverler ve muhafazakârlar» diye ikiye ayırmak mümkün olabileceğini bilmez değildi. Zâti yapmak istemediği şey de bu idi. Gazetecilerle konuştuğu zaman Meclis mürtecilerinin, kendi kafalarına uygun bir kumandanla birleşerek, çıkardıkları broşürü okumuştu bile… Birinci Kuvay-ı- Milliye Meclisi devrinde Anadolu, bir çok bakımdan, geri gitmişti. Alabildiğine medrese açılmıştı. Mekteplerden resim dersi kaldırılmıştı. Tanzimat İstanbul’una rahmet okutan bir Ankara’da Mustafa Kemal ve onun gibi düşünen bir avuç inkılapçı zafere kadar, sabretmek, dişlerini sıkıp gözlerini yummak zorunda idiler. Bu zafer yalnız yabancı istilasına karşı değil, Bolu idadisindeki mektepli asker talebenin kafalarını keserek pencereden sokağa atan, yer yer, Anadolu’nun bir çok yerlerinde arkadan vurucu isyanlar çıkaran irticaya karşı da kazanılmış olacaktı.
Halk, kara topraktan tırnakları ile ekmeğini söken, Anafartalar’da ölümü boğazlayan, Kocaeli’nde Halife ordularını yüzgeri eden, Mustafa Kemal’in kumandasında çarpışacak olanların şehit sayılmayacağı fetvasını İnönü siperlerinde parçalayıp, kanlı kanlı, Halife müttefiklerinin suratına fırlatan, Sakarya ve Dumlupınar mucizelerini yaratan halk, «bir gün», «nihayet bir gün», «artık» kurtulmaktan başka bir şey istemeyen halk, asker Mustafa Kemal gibi, inkılapçı Mustafa Kemal’in de irâdesinin gerçek kaynağı işte bu halk ve kendi gibi düşünen bir avuç halkçı aydın olacaktı. Mustafa Kemal’e göre iyi kumanda altında bu halktan durmaksızın kahraman çıkar, her türlü kötü iklim ve kötü idare şartlarını yenmek için kan gibi ter döken kara toprak çilekeşleri ondan çıkar, bu halktan mürteci çıkmazdı. Bakınız onunla neler yapacaktı? Bir defa zaferi kazansaydı, hele bir defa bu halka: «- İşte aradığım adam…» dedirtebilseydi, bu halkı kendine inandırsaydı…
İlk işi halkı vicdan istismarcılarının elinden kurtarmak olacaktı. Halk dinini sever. Gönlünde Tanrı sevgi ve korkusu vardır. Halk mürteci değildir. Nasıl ki halk komünist değildir. Ama kimi gidip, hak görünürü altında, onun din bağlılığını, Tanrı sevgi ve korkusunu medeniyet ve kültür nizamına karşı, kimi onun fakirliğini ve pek tabiî isteklerini düşman hesabına göre sömürür, Mustafa Kemal gider, onu kurtuluşunun şevki içine atar, halk bütün iradesini onun uğruna koyar. Mustafa Kemal, yazı davasını halk içinde ve halk ile beraber halletmiştir. Mustafa Kemal, şapkayı halk içinde ve halk ile beraber giymiştir. Ne Sarayburnu’nda iken yanında bir iki yaverinden ve bizden başka kimsesi vardı, ne İnebolu’da meşhur nutkunu verdiği vakit kasaba askerle sarih idi.
İnkılap bir inandırış mucizesi idi. Nasıl ki bugün şikâyet ettiğimiz irtica bir şüphelendiriş tepkisinden ibarettir. Birincisinin şerefli savaşkanları, bizler, aydın takımı idik. İkincisinin şerefsiz bozguncuları da bizim aramızdan çıktı ve çıkıyor. Halk inandırılmış olduklarının ahlâk veya ahlâksızlığının cezasını çekiyor. Bütün evlâtları, ayrı ayrı, müspet düşünüş terbiyesi veren ilk eğitimden geçinciye kadar da böyle olacaktır. Demokrasinin geleceği için, ben halkın sağduyusuna, mubah görmedikleri fesat kalmayan sözde aydın politikacıların diplomalarından bin kat daha fazla güvenmekteyim. Konya hikâyelerine kulak tıkamamızdan ne çıkar? Ben daha kötüsünü duydum. Güneydoğu’da irtica yalnız halkı kaynaştırmakta değil, silâhlandırmaktadır. Kasabadan köye gidilmek mümkün olmayan yerler var. İsyan tehlikesi göze alınmadıkça artık silâh toplamak imkânı kalmayan yerler var. Gazetelerimiz röportaj merakı ile Afrika çölleri ne kadar muhabir ve fotoğrafçı göndermişlerdir. Kendilerine söz veriyorum: Diyarbakır’dan İran sınırlarına doğru bir fotoğraflı muhabirin dolaşmasından, bizleri Afrika masallarından fazla ilgilendirecek memleket hikâyeleri çıkabilir.
Halk içindeki yerimizi, bile bile, halk düşmanlarına bıraktık.