‘Gençlik Pazuda Değil, Kafadadır’
Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü bütün yurtta coşku içinde kutlanıyor. Ankara’da balolar tertiplenmiş. Atatürk de bu coşku seline katılıyor ve baloda eğlenenlere sesleniyor.
“Bana soracak bir şeyi olan var mı?”
Bir yüzbaşı söz istiyor: “Gazi Hazretleri siz 34 yaşındayken Anafartalar komutanıydınız. Ben bugün 36 yaşımdayım. Bir gemiye kumandan olabilmem için daha yirmi yıl beklemem gerek. Buna bir çare bulunuz. Gençler iş başına geçsin”
Salonda çıt çıkmıyordu. Atatürk’ün yüzü altından mavi ateşler gibi yanan gözlerini kırışmış, başı öne düşmüştü. Çatık kaşlarının yüzbaşıya dikerek şunları söyledi:
‘Gençlik pazuda değil, kafadadır’
Atatürk şöyle devam etti: “Sen sadece benim yaşıma bakmışsın. Yaşıma bakacağına, içinde yaşadığım ülkemdeki hercümerce baksana… Bir de bugünkü ortamı düşünsene…”
1933 yılının 29 Ekim gecesini yaşıyoruz. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü şenlikleriyle Türkiye yerinden oynuyor. Hele Ankara Atatürk’ün yeni baştan kurduğu şehir- taşıyla toprağıyla ayakta. Bu büyük günü kutlamak için dost ülkelerden heyetler gelmiş. Oteller, büyükelçilikler bu konuklarla dolup taşıyor. Ankara Palas’ın koca salonları konuklar için yetmemiş de Ziraat Bankası’nın giriş holünde de ayrı bir balo düzenlenmiş… Bunun dışında o zamanki Türk Ocağı, bugünkü Etnografya Müzesi salonu da hazırlanmış, orada Atatürk kordiplomatiğe bir yemek veriyor.
Atatürk, kendi eserinin onuncu yılını iliklerine kadar yaşıyor. Türk Ocağı salonunu dolduran yabancı ülke temsilcileri ile şakalaşıyor, konuşmalar yapıyor, şereflerine kadehler kaldırıyor. Masal gibi akıp giden saatler bunlar… Gece yarısından sonra yabancı diplomatlar birer ikişer Atatürk’ün iznini alarak çekiliyorlar. Sonunda çevresine bakıyor, yaverleri var. Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş ve Emniyet Genel Müdürlüğünün Atatürk’ü korumakla görevlendirdiği ekipten genel müdür yardımcıları İhsan Sabri (Çağlayangil), Sebati (Ataman) var. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı’ndan bazı daire müdürleri…
Gece çok neşeli geçmiş, yenilmiş içilmiş, konuşulmuştur. Atatürk, hâlâ diri, hâlâ konuşmaya hevesli… Etrafındakilere: “Bizimkiler nerede?..” diyor. Bu sözün anlamını hemen kavrıyor Tevfik Rüştü Aras… Yakın arkadaşlarını, her zaman sofrasını ve fikirlerini paylaştığı Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker, Recep Zühtü’yü aramaktadır. Dr. Tevfik Rüştü Araş, hemen:
“Ziraat Bankası salonundaki baloda Gazi Hazretleri” diye karşılık veriyor. “Hadi öyleyse”, diyor, “Ne duruyoruz burada? Biz de oraya gidelim…”
Bir yayla gecesinin serinliği içinde arabalara biniliyor ve bir süre sonra Ziraat Bankası’nın önünde iniliyor… Balo salonu öylesine hıncahınç dolu ki, yarmanın, girmenin kolayı yok… Koruma görevlileri biraz zorluyorlar, ama ne yapsalar boşuna… Başaramıyorlar… İlgililer, yol gösterip Ziraat Bankası Umum Müdürü’nün odasına alıyorlar Mustafa Kemal Paşa’yı…
Gazi oturuyor Umum Müdürlük masasına… Beraberinde gelenler de koltuklara yerleşmişler. Ayakta kalanlar da var… Atatürk bir süre oturduğu koltuğun arkasına konmuş bir tabloya gözlerini dikiyor. Bu tabloda yaşlı bir köylü, elinde orak, dinleniyor… Yanında da buğday saçlarıyla bir köylü kızı, bir kucak başağı kolları arasına almış, gülümsüyor… Sonra, sonsuz ufuklara kadar, üstlerine yel vurmuş sarı buğday başakları… Atatürk bakıyor bakıyor, sonra yanındakilere soruyor:
– Nedir bu resim?..
Cevap veriyorlar:
– Ziraat Bankası’nı sembolize ediyor, Gazi Hazretleri… Banka çiftçiye kredi dağıtıyor da…
Atatürk yergili bir espri içinde konuşuyor:
-Hadi canım sen de!.. Ben de çiftçiyim… Şimdiye kadar Ziraat Bankası’nın iflâs ettirdiği çok çiftçi gördüm, ama ihya ettiğine rastlamadım!..
Hafif bir gülümseme dolaşıyor odada… Atatürk konuşuyor:
– Hem beni buraya niye getirip kapadınız bakalım? Buraya bu resmi görmeye gelmedik, baloya geldik…
Etrafındakiler, balo salonunun çok kalabalık olduğunu, yol açmanın güçlüğünü anlatıyorlar, insanlar içki sebebiyle fazla neşelendikleri için olay çıkabileceğini ima ediyorlar…
Atatürk, oralı değil:
– İyi ya, tamam!.. Aradığımız bu değil mi?.. Ne dediniz? Kalabalık dediniz!.. Kalabalık ne demek?.. Meclis demek!.. Meclis ne demek?.. Konuşulacak yer demek!.. Biz ne yapacağız?.. Konuşacağız!.. Elbette neşeli olacaklar; benim vatandaşlarım orada Cumhuriyet’in onuncu yılını kutluyorlar!.. Elbette İçkili olacaklar. Çünkü orası balo salonu… Onların bana soracakları vardır, benim onlara söyleyeceklerim var… Yürüyün, gidiyoruz!..
ATATÜRK BALOYA GİRMENİN ÇARESİNİ BULUYOR
Koruma görevlileri, hemen davranıp aşağıya iniyorlar, salonu dolduranlara Atatürk’ün gelmekte olduğunu söyleyerek yol açmaya çalışıyorlar; oradakiler de Atatürk’ün adını duyunca, yol açmak şöyle dursun, kapı önünü doldurarak, yarılmaz bir insan barikatı kuruyorlar… Bir alkış, bir kıyamettir gidiyor…
Atatürk, gülümseyerek bakıyor, olup bitene… Sonunda yanındakilere:
“Bana bir sandalye getirin!..” diyor. Getiriyorlar…
Atatürk, kapı ağzına konan sandalyenin üstüne çıkıyor; çıkmasıyla bütün salon bir anda Atatürk’ün yüzünü görüyor… Caz, çaldığı parçayı yarıda kesip, “Dağ Başını Duman Almış…” marşını çalmaya başlıyor. Salon, havaya kalkan ellerin alkışlarıyla çın çın öterken,“Yaşa Gazi Paşam”,“Yaşa Cumhuriyet’imin Babası” sesleri, duvarlarda yankılanıyor… Atatürk, iki elini havaya kaldırarak susturuyor salonu:
– Teşekkür ederim!.. Teşekkür ederim!.. Beni dinleyin bakalım şimdi…
Sesler, bıçak yemiş gibi kesiliyor bir anda… Caz susuyor, insanlar susuyor… Atatürk, başlıyor konuşmaya:
– Cumhuriyetimizin 10. yılını kutlamak İçin toplanmışsınız… Görüyorum, hepiniz neşe içinde, mutluluk içindesiniz… Ben de sizden biri olarak neşenizi, mutluluğunuzu paylaşmak İçin geldim. Bu büyük günde, devlet başkanınız olarak sizin bana soracaklarınız vardır, benim size söyleyeceklerim olabilir!.. Fakat görüyorsunuz, bu şartlar içinde konuşmak mümkün değil.. Bu Meclis’in verimli olabilmesi için, önce aranızdan bir başkan seçmenizi teklif ediyorum.
ATATÜRK BAŞKAN ADAYI
Salondakiler, kadınlı erkekli, bir ağızdan ve karmakarışık bağrışıyorlar:
– Başkanımız sizsiniz!.. Başkanımız sizsiniz!..
– Böyle olmaz… Bunu söyleyerek, siz beni başkan adayı göstermiş oluyorsunuz demektir… Peki, adaylık teklifini kabul ettim. Oyunuza sunuyorum: Adaylığımı kabul edenler ellerini kaldırsın!..
Bir anda salonu, havaya uzanan eller dolduruyor…
Atatürk devam ediyor:
– Adaylığımı kabul etmeyenler!..
Derin bir sessizlik…
– İttifakla kabul edilmiştir. Gösterdiğiniz güvene teşekkür ederim!..
Salon yeni baştan kulakları sağır eden alkış sesleri ile doluyor…
– Şimdi, seçilmiş başkanınız olarak sizden yapılmasını istiyorum: Benim hizamdan itibaren sağ taraftakiler, gidebildikleri kadar geri çekilsin!.. Yine benim hizamdan sol taraftakiler de çekilebildikleri kadar geriye çekilsinler…
Salon öylesine dolu ki, insanlar santim santim gerileyerek ve birbirlerine gömülerek, ortada 3 metrelik bir boşluk açabiliyorlar.
Atatürk, etrafındakilere:
“Şimdi bana bir masa, bir de sandalye getirin” diyor.
Getiriyorlar… Oturuyor masanın başına ve gözlerini salondakilerin üstünde gezdirerek soruyor:
– Bana soracak bir şeyi olan var mı?..
Bir beyaz el kalkıyor havaya. Bu, bir deniz yüzbaşısıdır…(1)
– Gel bakalım, otur!..
Atatürk, eli ile önündeki sandalyeyi gösteriyor, yüzbaşı oturuyor.
SİZ 34 YAŞINDA BAŞKOMUTAN, BEN 36 YAŞINDA YÜZBAŞIYIM
“Gazi Hazretleri!.. Siz 34 yaşındayken, Anafartalar komutanıydınız… Emrinizde bir ordu vardı. 35 yaşında, başınızda büyük bir zafer tacı taşıyordunuz! Ben, bugün 36 yaşımdayım… Gördüğünüz gibi yüzbaşıyım… Benim, değil bir filoya, bir gemiye kumandan olabilmem için, daha yirmi yıl beklemem lâzım!.. 20 yıl sonra, yani 56 yaşımda benden ne hizmet beklenebilir?.. Bütün enerjimi tüketmiş olacağım… Kazandığım kumanda mevkiinde kaç yıl kalabilirim?.. Siz, Cumhuriyet’i Büyük Nutuk’unuzda gençliğe emanet ettiniz. Ben, bir Cumhuriyet genciyim!.. Bir Cumhuriyet yüzbaşısıyım… Emanetini korumak ve yaşatmak istiyorum!.. Fakat bunu en iyi biçimde yapabilmem için, yetkim olması gerekli… Bu sebeple sizden istirham ediyorum: Ordu terfi bareminde yeni bir ayarlama yapılabilmesi için emir buyurunuz!.. Gençler, iş başına geçsin!.. Sizin elde ettiğiniz hizmet fırsatlarını, sizin eserinizi koruyacak gençlik de elde etsin!…”
Yüzbaşı sustu. Salonda çıt çıkmıyordu. Atatürk’ün yüzü kırışmış, başı öne düşmüştü. Çatık kaşlarının altından, mavi, ateşler gibi yanan gözlerini yüzbaşıya dikerek sordu:
– Başka?..
– Başka yok Paşam!..
– Demek bu kadar?..
– Evet, Gazi Hazretleri!..
Gözlerini salondakilerin üstünde gezdirdikten sonra yüzbaşıya döndü:
– Bak, dinle yüzbaşı!.. Benim, 34 yaşımda kumandan olmam, yanlış!.. Senin 36 yaşında yüzbaşı olman yanlış değil… Sen, olağanüstü günlerle sıradan günleri birbirine karıştırıyorsun. Bir ihtilâl ortamı İle bir düzen ortamının ne demek olduğunu bilmiyorsun!.. Benim kumandan olduğum yıllarda, bir imparatorluk çatırtılar içinde batıyordu… Vatan, hercümerç içindeydi… Dünyanın en büyük devletlerinin gemileri, askerleriyle Çanakkale Boğazı’na dayanmış, milli haysiyetimizi zorluyordu. Sen, ana-baba gününün ne demek olduğunu bilir misin? Ana-baba günüydü o günler işte… O günlerde rütbe, mevki düşünülmez. O günlerde her fert, bulunduğu yerde ölüme kadar, he yapması gerekliyse, onu yapar!… Ben, böyle bir ortamda kumandan oldum, zafer kazandım… Sen benim sadece yaşıma bakmışsın… Yaşıma bakacağına, içinde yaşadığım hercümerce bak sana!.. Sen, hangi ortamdasın, bunu düşündün mü?.. Sen, elbette bir filo komutanı olabilmen için, daha yirmi yıl bekleyeceksin!.. Ancak, o zamana kadar elde edeceğin bilgi ve tecrübeden bu memleket İstifade edebilir!.. Gençlik, pazuda değil, kafadadır… Sen bunu kavramamışsın… Teklifiniz reddedilmiştir!.. Buyrun efendim yerinize!..
Yüzbaşı, süklüm püklüm yerinden kalktı, Atatürk’ten özürler dileyerek, kalabalığın arasına karıştı. Salonda çıt çıkmıyordu.(2)
“SEN GELDİN, BURASINI MECLİS’E ÇEVİRDİN”
Atatürk, gülümseyerek salondakilere baktıktan sonra sordu:
– Başka?.. Başka konuşmak isteyen!..
Kalabalığın arasından uzun boylu, 45-50 yaşlarında görünen, iyice sarhoş bir vatandaş ileriye çıktı… Durduğu yerde, uzun boyu ile sallanıyordu… İçkiden dili peltekleşmişti…
– Paşam!.. Büyük Paşam!.. Benim aziz Paşam!.. Gazi Paşam!.. Elini ayağını öpeyim Paşam!.. Hık…
Görüntü komikti… Salonla birlikte Atatürk de gülüyordu.
Fakat, insanlara hâkim olmasını bilen, tecrübeli sesiyle konuştu:
– Bırak şimdi bunları!.. Ne söylemek İstiyorsun?..
İçkili vatandaş, bu söz üzerine biraz toparlanır gibi oldu… Ama yine o peltek dili ile konuştu:
– Cumhuriyet verdiniz bize… Ne demek Cumhuriyet?.. Hık!.. Fazilet demek, adam olmak demek!.. Hık. Bunu kutluyoruz burda işte.. İçiyoruz, eğleniyoruz, dans ediyoruz… Hık… Ama sen geldin, burasını Meclis’e çevirdin Gazi Paşam benim!..
Atatürk’ün patlattığı kahkahaya salon da katıldı. Herkes gülmekten kırılıyordu. Atatürk, tekrar konuştu… Kızmadığı belliydi; gülümsüyordu:
– Dur, anladım, tamam… Sen demek istiyorsun ki, burada gülüp eğleniyor, Cumhuriyet’in tadını çıkarıyorduk. Sen geldin, Meclis’e çevirdin burasını, ağzımızın tadı kaçtı. Bu işten vazgeç, yine eğlenelim… Teklifin bu değil mi?..
İçkili vatandaş, kendi kendine söyleniyor ve sallanıyordu:
– Her şeyin iyisini sen bilirsin, Paşam!.. Sen bilirsin dedin mi, kavga çıkmaz.
Atatürk gülüyordu:
– Bakın, bu arkadaşımızın bir teklifi var… İşittiniz… Teklifi kabul edenler, ellerini kaldırsın…
Hiç kimse kımıldamıyordu.
– Teklifi reddedenler?..
Eller, havayı doldurdu.
Atatürk:
-Teklif reddedilmiştir. Hadi bakalım yerine…
İçkili vatandaş, yerden temennalarla kalabalığın arasına karışıp kayboldu.
(1) Olay tanıkları, bu deniz yüzbaşısının adını kesin olarak bilmiyorlar. Ancak bazılarına göre adı “Nejat” olabilir.
(2) Bazı kimselerin söylediklerine göre, bu yüzbaşı, bu konuşmadan sonra istifa etmiş ya da hizmetten uzaklaştırılmış ve böylece sivil hayata geçip ticaret yaparak iyi bir hayat sürmüştür.
Kaynak: ATATÜRK’ün Akşam Sohbetleri, Hazırlayan: İsmet BOZDAĞ, 10 Kasım 1989 Tercüman